Yukarı Çık




122   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   124 

           
***

Atlanta'dan elçi geldikten kısa bir süre sonraydı.

"Prenses, ziyafet için hazırlanmanız gerekiyor."

Onları Claude ile birlikte karşıladıktan sonra, Lily'nin dediklerine 'Ugh' diyerek sızlandım.

Şu andan itibaren akşam olacak olan ziyafet için hazırlanmam gerekiyor. Neden kıyafetlerimi değiştirmem gerekiyor ki?

"Ziyafet çoktan hazırlandığı için, eminim ki birazcık zamanınız olacaktır."

Görünüşe göre Lily de benimle aynı şekilde düşünüyordu. Düşündüğüm gibi, Lily de ben de çok sıkıldık! Hanna biraz üzgün gözüküyordu, ama ben bunun daha çok rahatlama olduğunu düşündüm. Şey... Ziyafet hazırlıkları gerçekten çok sıkıcı.

"Bu göreve birçok harika şövalyenin atandığını duydum. Saray çalışanları epey heyecanlanmıştı."

Hanna'nın cevabına kafamı salladım.

Öyle mi? Onları sadece elçi geldiğinde karşıladığımda için görmüştüm ancak bütün şövalyeler kafalarını eğmişti bu yüzden doğru düzgün göremedim.

Ne? Ama ne zaman saray hizmetkârları onların yüzünü gördü? Bu soruyu düşünürken gözlerimi kıstım.

"O zaman siz dinlenin. Hazırlıklar tamamlandığında sizi almaya geleceğiz."

Herkes dışarı çıktı ve ben odada yalnız kaldım.

Obelia'ya gelecek olan Atlanta'lı elçi neredeyse iki ya da üç yıldır gündemdeydi. Claude tahta çıktığından beri, Obelia ve Atlanta arasında barış hüküm sürüyordu ve o zamandan beri iyi ilişkiler sürdüren dost ülkelerdi. Bu yüzden, bu ziyaret için önemli bir neden olmadığını biliyorum.

Şimdi düşündüm de, yan karakter olan Cabel Ernst, de bu göreve katıldı değil mi? Eğer hikâye işlemeye devam ediyorsa, onun da ortaya çıkma zamanı gelmiş olmalı.

Nasıl olsa işim yok. Gidip biraz baksam mı? Şu an büyük ihtimalle Safir Sarayı'na doğru gidiyorlardır.

Kanepede boş boş oturmak yerine bunu yapmayı düşündüm.

Aslında, Cabel Ernst gelmiş ya da gelmemiş hiç umurumda değildi, ama merak etmiştim.

Bu yüzden de Safir Sarayı'ndaki melek heykeline tırmandım.

Selam, abla! Kanatların çok ince. Bir dakika bana izin ver, ah, tam oturmalık yermiş! Elbette, taştan bir heykel olduğu için yumuşak hissettirmiyordu ama yine de yeterli.

Aslında, heykelin en tepesi en güzel yerdi, ama güzel melek ablanın kafasının üzerinde oturmayı kaldıramazdım. O yer zanaatkârın bütün emeğini kullandığı yerlerden birisiydi. 
Popomu melek ablanın kafasına nasıl koyabilirim?! Bu çok uygunsuz ve kabaca!

İşte bu şekilde, ablanın kanatlarında yerimi aldıktan sonra, uzakta uzun bir geçit töreni gördüm.

Ne kötü, hâlâ devam ediyorlar. Kişileri düzenleme ve saraya gelmeleri düşündüğümden çok daha uzun sürmüş.

Bir terslik bile çıkmadan saraya doğru yaklaşan töreni izledim. Görünmezlik büyüsü kullandığım için, başkaları tarafından fark edilmek gibi bir endişem yoktu.

Bütün şövalyeler aynı üniformayı giyiyordu, bu yüzden uzaktan kimin kim olduğunu söylemek biraz zordu.

Şimdi bakalım, yan karakter nerede?

Ve bir süre sonra şövalyeler arasında Cabel Ernst'ı gördüm.

Ah, işte, tam orada. Bakalım. Cabel Ernst ortaya çıktığında Sevimli Prenses'te herhangi önemli bir şey oldu mu? Olmadığını düşünüyorum.

Ijekiel ve Jennette'in hikâyesinde bir baharatmış gibi serpildi ve gitti...

"Ne?"

Ancak, bir anda Cabel Ernst'in tuhaf davranmaya ve etrafa bakınmaya başladığını gördüm. Sonra, aniden, onunla göz teması kurdum...

O sırada, Cabel Ernst gözlerini ve ağzını kocamanca açtı.

"Huck! Peri...?!!"

Ah... NE!!

Cabel Ernst'in yaygara çıkartan haykırışı Safir Sarayı'nda yankılandı. Melek kanatlarının üzerinden büyü kullanarak hızlıca oradan ayrıldım.

"Cık, Bay Ernst! Neden bir anda bağırıyorsun!"

"Üzgünüm, efendim! Ama eminim ki şuranın üstünde bir peri..."

"Orada mı?"

"Ne?"

Safir Sarayı'nın heykelinin üzerinden hemen kaybolduktan kısa bir süre sonra Cabel Ernst gözlerini ovaladı ve etrafa bakındı, ancak en sonunda beni bulamadı, sersemlemiş 
gibi görünüyordu.

Üç yıl öncesine göre çok daha olgun gözüken ancak pekte bir farklı olmayan Cabel'e uzaktan bakarken kalbimi sakinleştirdim.

Ah, şaşırdım. O yan karakter hep beklemediğim zamanlarda beni şaşırtıyor, öncesinde öyleydi ancak şimdi de mi? Yine de, bu sefer yılladır aynı cümleyi duyduğum için, telaşlanmadan hızlıca kaçmam tam bir şanstı.

Bu arada, bu Cabel Ernst'in şu an beni görebildiği anlamına mı geliyor? Hari Ernst'ın kullandığı kolye şu an onun yanında mı?

Büyüleri tamamen geçersiz kılan büyülü eşyalar, neredeyse ulusun hazinesi kadar nadirdir.

Atlanta elçisinin Safir Saray'a girmesini izledim ve hemen Zümrüt Sarayı'na geri döndüm.

***

"Misafirperverliğiniz için çok teşekkürler."

Cabel Ernst akşamki ziyafette görünmüyordu. Kısa bir süre sonra etrafa bakınmayı bıraktım ve tam karşıma baktım. Bu kadar insanın arasında yan karakteri bulmak kolay değildi, tabii.

Şimdi düşündüm de, Jennette ve Cabel'in ilk karşılaşması ziyafet salonunda değildi.

"Ek olarak, Obelia'nın güzel çiçeği Prenses Athanasia'yı bu yıl bu kadar yakından görebildiğim için onur duyuyorum..."

Claude'a gülümsedim ve beni yapmacık şekilde öven Atlanta elçisine baktım.

Şey, Dük Celoid mi demiştin? Bıyığı da var. Atlanta da bıyık bırakmak hâlâ moda mı?

"Teşekkür ederim. Umarım Obelia'da kaldığınız süre boyunca eğlenirsiniz."

Daha öncesinde hiçbir heyet huzurumda bulunmamıştı, bu yüzden Atlanta soylularını bu kadar yakından hiç görmemiştim.

Romanda, Jennette de Atlanta'nın elçisiyle on yedi yaşında ilk kez tanışıyordu.

Sonra, yan karakter olan Cabel Ernst, Jennette'i ilk gördüğünde 'Sana sonsuz aşkımı vereceğim!' demişti.

Tabii, Ijekiel Cabel'i umursamazca görmezden geliyor gibiydi ama Jennette, Cabel'in kendi tarzında neşeli ve parlak bir kişiliğe sahip olmasından zevk almış gibi görünüyordu.

Elbette, karşı cinsle tanışmaktan zevk almıyordu, sadece komşu ülkenin köpeğinin Jennette'e her baktığında kuyruğunu sevinçle sallıyor olduğunu görmek ona zevk veriyor olmalıydı, ama... Şey, bunun biraz zavallıca olduğunu düşünüyorum. Ah, kıyamam!

"Ah, şimdi düşündüm de, Prens Dyce'mizden sadece iki yaş küçüksünüz! Ben Prenses Athanasia ve Dyce Ekselansları arasında bir görüşmenin çok iyi olabileceğini düşünüyorum. Siz ne düşünüyorsunuz? Bana göre ikiniz çok iyi anlaşabilirsiniz, sanki bir... "

Çatırt! Çatırt!

Hemen sonra bir şeylerin kırılma sesini duydum. Ah, Dük Celoid'in asla susmayacağını düşünmüştüm.

"Bu tabak kâğıt kadar ince."

Claude tam ortadaki kırılmış tabağa baktı ve mırıldandı. Bir tabak nasıl bu kadar çok parçaya bölünebilir ki? Tabaklar ince diye olmasının imkânı yok!

"Ama ne demiştin? Bir sürü saçmalık duyduğumu düşünüyorum."

"Şey, bu..."

Saray hizmetlileri hızlıca yerleri silerken, Claude, Dük Celoid'e korkunç bir tavırla sordu. Sonra hemen cevap verildi.

"Bu olduğunu düşünmedim...."

Kalbim boğazımda atarken Claude'un Dük Celoid'e soğuk gözlerle bakmasını izledim.

Bayım, sen mal mısın, benim hakkımda bu şekilde konuşmamalıydın! Uyuyan aslanın burnuna bu şekilde dokunmamalıydın! Atlanta'nın Prensi Dyce'in bana karşı bir takım duyguları olduğunu söyledin! Eğer beni her istediğin kişiyle etiketlersen, beni küçümsemekten dört ay boyunca hapis cezasına çarptırılırsın!

"Prenses Athanasia, kesinlikle İmparatorluğun tahtına geçecek sonraki kişi. Majesteleri Dyce de Prenses ile iyi bir ilişki kurabilseydi çok güzel olurdu, demek istedi Dük Celoid... "

Dük Celoid'in yanında heyetten başka birisi soğuk terler akıtarak konuştu. Görünüşe göre konuşmalarına kulak misafiri olabiliyorum... Üç yıl önce Lucas'ın bana verdiği dünya ağacını emdiğim için, işitme duyularım oldukça gelişti ve konuşmalarını rahatlıkla duyabiliyorum.

"Hayır, öyle bir şey demedim?"

"Biraz önce ikisini tanıştırmayacak mıydın?"

Evet, aslında en büyük sorun buydu.

Claude'un varisi olduğuma dair söylentiler çoktan göz göre göre ülkelerde dolaşıyordu. Bu şekilde sizin ülkenize mi katılmamı istiyorsunuz?

Tahtı kendim miras almasam bile, evleneceğim adamın Obelia'nın sonraki İmparator'u olma ihtimali çok yüksekti.

Ve Atlanta'nın Prensi Dyce, şu anki imparator olan babasının ölümünden sonra tahtı olacak sonraki imparatordu.

Bu yüzden onun ve benim birlikte olmamız pek mantıklı değil.

Doğru. Ruh halini yükseltmek için şaka yapacak olsanız bile, eğer bu kişi Claude ise işe yaramayacaktır. Yanı sıra, eğer ciddi bir fikir olsaydı, zaman kaybı olmaz mıydı?

"Prenses narin bir kadın, nasıl tahta çıkabilir?" (Çn: İkinci Baron Karzava davası geliyor.)

O sırada, Dük Celoid'in fısıldaması bittiğinde, bütün kanımın damarlarıma hücum ettiğini hissettim.

"Obelia İmparatorluğu'nun tahtını kısa bir süre boş bırakılacak anlamına gelse bile, Prenses Athanasia uzun süre sonra harika bir prens doğurabilir. Doğal olarak başarı zincirleri oluşabilir. Bir çiçek gibi çok güzel bir prenses, bizim Kraliyet Ekselansları Prens Dyce ile evlenmesi, taht için acımasız bir savaşa girmekten çok daha iyi değil mi? Bir kadın için en güzel şey kocası tarafından korunduğu için mutlu olmasıdır... "

Çatırt! Çatırt!

Bir kez daha ziyafet salonunda bir şeylerin kırılma sesi yankılandı.

Ses kulaklarına geldiğinde tam karşımda oturan iki adam gözlerini bana çevirdi. Sırıttım ve ellerimi gevşettim.

Tak! Tuk!

"Ah, affedersiniz."

"Hah!"

Ellerimdeki ortadan ikiye ayrılmış çatal ve bıçak masaya düştü. Bükülmemişlerdi, ama kırılmış sofra takımını gördüklerinde Dük Celoid ve elçiyle gelen diğer insanlar hayretle ağızlarını açtılar.

"Ne, çıplak elleriyle sofra takımını... "

"Vücudum tamamen mana dolu olduğu için bazen böyle olabiliyor. Ah, henüz kimseye karşı bir şey yapmadım."

"Şey, anladık..."

Onların solmuş yüzlerine bakarken, benim yüzümde mutlu bir gülümseme vardı.

Ah, narin bir kadın... Neydi o, kocası tarafından korunun kadın mutludur, muydu? Öğk! Kapayın çenenizi.

Claude'a bakarken Dük Celoid sonunda susmaya karar vermişti.

"Sofra takımımı kullanamıyorum çünkü hepsi çok kırılgan."

Ve sanki tek sinirlenen ben değilmişim gibi konuştu. Ancak gördüğüm şeyle gözlerim kocaman açıldı. Claude'un sofra takımı çoktan tuzla buz olmuştu...

"Bunları daha dayanıklı bir şeyle değiştirsek daha iyi olur, siz de öyle düşünmüyor musunuz?"

Claude ile saf bir konuşma yaptım ve hizmetlilerden yeni bir sofra takımı aldım.

Daha sonra ziyafet çok keyifliydi özellikle çok memnun kalmıştım.

***

"Ahh!"

Nefes alma sesi, garip değildi. Elimde güneş şemsiyemle sesin geldiği tarafa kafamı çevirdim.

Bahçede yürüyüş yaparken tam karşıma çıkan kişi rüzgârla uçuşan kıvırcık kahverengi saçları ve mavi gözleriyle yan karakter olan Cabel Ernst'di. Atlanta'nın şövalye üniformasını giyiyordu, sersemlemiş bir şekilde bana baktı.

Aynı Ijekiel gibi, Cabel'in de çocuksu yüzü tamamen gitmişti, üç yıl öncesinde göre biraz daha olgun gözüküyordu ancak kısa bir süre sonra bağırdığı kelime çok derece çocukçaydı...

"Merhaba, Peri!"

Evet, periye benziyorum çünkü Diana'ya benziyorum.

Pes edermişçesine mırıldandım.

Ugh, ama bu kadar sakin durabilmeme bakılırsa üç yıl öncesine göre biraz daha yüzsüzüm galiba...

"Haha."

Ah, Felix! Güldün mü sen?

Yanımdaki Felix'ten kahkahasını tutmak için küçük bir öksürme sesi geldiğinde biraz utandığımı hissettim. Tabii, Felix ve Lillian şu zamana kadar bana karşı en samimi ikiliydi bu yüzden büyük ihtimalle bana peri diye seslenmesinin komik olduğunu düşünerek gülmedi.

Bence gülmesinin sebebi o kadar çok büyümesine rağmen bana karşı bir çocuk gibi konuşması olabilir. Şey, büyük ihtimalle...?

"Seni hayal kırıklığına uğrattıysam özür dilerim, ama ben bir peri değilim."

Hâlâ sersemlemiş bir yüzü olan Cabel Ernst'e söyledim.

Sonra, bir süre, ne dediğimi düşündüğünü hissettim, ama sanki bir şeyi fark etmiş gibi şaşırdı.

Ah, Cabel'in yüzüne bak, gerçek kimliğimi fark etmiş gibi... Dürüst olmam gerekirse, eğer fark etmeseydi korkunç olurdu.

Üç yılın onun için nasıl geçtiğini merak ederken, o hızlıca aklını başına aldı ve saygılı bir şekilde benden özür diledi.

"Lütfen saygısızlığımı affediniz, Prenses Athanasia!"

"Merhaba."

"Ben Cabel Ernst, Atlanta'daki 2.Piyade Tümeni üyesiyim. Yeteri kadar iyi değilim, ancak bu görevde yer alıyorum. Umarım Obelia'nın huzuru sizinle olur. "

"Obelia'nın kutsamaları seninle olsun."

Ohh? Seni bu şekilde görmek biraz tuhaf. Ah, hayır tabii ki, bu Cabel Ernst'in tuhaf olduğu anlamına gelmiyor...

Üç yıl önce Atlanta okulunda gördüğüm zamanla karşılaştırınca onun biraz daha büyümüş ve olgunlaşmış olduğunu hissediyorum...

Bana hâlâ peri diye seslendiği için bence hâlâ saf bir yanı var ama davranış şekli çok daha sakin.

Üç yıl önce ilk karşılaşmamızda onun karşısında telaşlandığımı düşünürsek, sanırım ikimiz de ilerleme kaydettik.

"Yalnız mı yürüyorsun?"

"Evet! Biraz çökmüş hissediyorum bu yüzden dışarı çıkıp rüzgârı hissetmek istedim, ama görünüşe göre yolumu kaybettim."

Çaresizce, Cabel Ernst konuştu. Hiç beklemediği birisiyle karşılaştığı için heyecanlanmış olduğu her yanından belli oluyordu.

"Ah, biraz öncesi için özürlerimi sunarım. Tanıdığım bir peri, hayır.... Tanıdığım birisi.... Ah, hayır, bilmiyorum, bir keresinde karşılaştığım birisine çok fazla benziyorsunuz, siz...."

Hafifçe kızarmış yanaklarıyla birlikte kekelediğini görünce biraz sevimli olduğunu hissettim.

Tatlı kafesinde Ijekiel ile karşılaştığım zaman duyduğum şeye benziyor.

"Anladım."

Um, burada, bir keresinde karşılaştığın peri benim. Biraz suçlu hissediyorum. Üzgünüm ama gitmem lazım.

"Bu bahçe benim en sevdiğim yer."

"Ah, özürlerimi sunarım, izninizi almadan içeriye girdim. Sizi rahatsız etmek istememiştim...."

Birkaç yıl önceydi, ama o zaman bir anda ortaya çıktığım ve seni bir peri olduğuma inandırdığım için gerçekten çok üzgünüm. Bu yüzden bir daha asla sana gülmeyeceğim!

"Her ay sıcak olduğu için Obelia her zaman çiçeklerle doludur. Bu yüzden belki burada Çiçeklerin Perisi vardır, Bay Ernst."

"...."

"Ben artık gidiyorum, isterseniz bahçede gezinebilirsiniz. Bu yüzden bugünlük bu kadar yeter."

Güldüm ve bir şeyler söyledim, sonra bir şekilde Cabel Ernst biraz şapşal gözüktü. Ugh, bu bakışı biraz garip. Üzgünüm ama artık gerçekten gitmem lazım.

Sırtımı garip bir şekilde bakan Cabel'e dönerek ilerlemeye başladım. O şekilde yürümeye devam ederken, yanımdaki Felix kulağıma fısıldadı.

"Belki size hayran olan birisi daha oldu."

"Uhh..."

Şey, bu doğru, değil mi? Yüzüne hangi açıdan bakarsam bakayım, yüzü ilk görüşte âşık olan bir insanın yüzüne benziyor.

Yani, aslında burada Jennette ile tanışmalıydın, ama onun yerine benimle tanıştın? Bu yüzden mi Jennette yerine bana âşık oldun?

Oh, olamaz yoksa ben...

Arkama baktığımda, hâlâ bana bakan Cabel Ernst'in vücudunu görmemle sadece daha da çok utandım.

Acele ederek bahçeden dışarı çıktım.

***

İki gün sonra tekrar Cabel Ernst ile karşılaştım.

"Merhaba!"

Askeri disiplinle dolu bir ses duyduğum zaman, utanarak kafamı çevirdim. Ve görüşüme giren yüzü beni hazırlıksız yakaladı ve tuhaf bir ses çıkardım.

"Ben Atlanta'daki 2.Piyade Tümeni'nden Cabel Ernst'im!"

Onu hatırlamadığımı düşünerek kendini tekrar tanıttı. Hayır, burası en son tanıştığımız çiçek bahçesi bile değil. Birbirimize iki kez rastlamamış biraz tuhaf.

"Bugün tekrar yalnız başına yürüyüşe çıkmış gibi gözüküyorsun...."

"Hayır, yalnız değilim. Arkadaşlarımla birlikte sizi uzaktan gördüm..."

Ne?

Biraz önce söylediği şeyle duraksadım.

Yani, benimle burada tesadüfen karşılaşmadın, beni gördün ve bana doğru koştun...?

Cabel her zamankine göre biraz daha utanmış bir şekilde konuştu.

"Şey, aslında... Bugün Prenses'e yakışacak bir çiçek buldum."

Ancak bahane olarak söylediği sözler etrafımızdaki havayı daha da tuhaf bir hale getiriyordu. Sırtımdan soğuk terlerin aktığını hissettim.

Yan karakter kardeş, senin sorunun ne? Gerçekten bana âşık olduğunu mu düşünüyorsun?

"Yani, ben sadece... Size bunu vermek istedim!"

Cabel sonunda konuştu ve arkasından bir sürü çiçek çıkardı. Tekrar onun çok sevimli olduğunu düşündüm.

Bekle... Bu çiçekler... Benim çiçek bahçemden, değil mi?!

Benim çiçeklerimi alıp bana mı veriyorsun? Şey, bu biraz tuhaf bir hediye...? Benim bahçemden kopardığı çiçeklerin beni sinirlendireceğini bilmiyor mu?

Ama gözlerimi çiçeklerden alıp yüzüne doğru baktığımda, hiçbir şey söyleyemedim.

Çok samimiydi... Cabel Ernst şövalye üniforması değil de sade bir tişört giyiyordu.

Ve hem de, dağınık saçları ve pantolonundaki topraklarla... Ellerinde sıkıca tuttuğu pembe çiçekler çok daha belirginleşiyordu.

Yanı sıra, yüzü, buraya kadar koştuğu için mi yoksa utandığı için mi biraz kırmızıydı anlayamıyordum....

"Teşekkür ederim."

Çok sevimli, değil mi?

Onu takdir ettim ve çiçekleri kabul ettim. Kendi kendime Jennette'i güldürebilecek birisi olduğundan emin oldum.

Çiçekleri kabul ettiğimde Cabel Ernst çok mutlu gözüktü.

Kocaman bir köpeğe benziyorsun. Yüzündeki mutluluğu görünce, hislerini yüzünde gösteren birisi olduğuna karar kıldım.

"Bana yakıştı mı?"

"Çok güzel gözüküyorsunuz!"

Bir anda, o kadar yaramaz davrandım ki çiçeklerin nasıl durduğunu bile sordum, Cabel kafasını sallayarak cevapladı.

"Gerçekten bir Çiçek Peri'sine benziyorsunuz, Prenses."

Yanımdaki Felix bile, gülümsedi.

Şey, sağ ol. Ama Çiçeklerin Perisi olmak biraz utanç verici. Çok utanç verici. Bu durumda artık Cabel ile yolları ayırmanın zamanı geldi!

"Bunları odamdaki vazoya koyacağım. Hediyeniz için teşekkür ederim, Bay Ernst."

Gülümseyerek Cabel'e sırtımı döndüm. Tekrar beni izliyor mu diye arkamı dönmek istedim.

***

Yürüyüşüm bittikten sonra, Zümrüt Sarayı'na geri döndüm ve odamla Lucas ile karşılaştım.

"Ne zamandan beri buradasın?"

Lucas kanepenin arkasına yaslanmış ve kitaplardan birisini sıkılmış bir şekilde çeviriyordu sonunda kafasını bana doğru çevirdi. Hemen sonra gözleri ellerime kaydı ve sordu.

"O çiçekler ne?"

"Biraz önce aldığım bir hediye."

O sırada Lucas'ın kaşları seğirmeye başladı.

"Kimden?"

"Köpekten."

"Ne."

Lucas kitabı masaya koyarken diğer elini de bana doğru uzattı. Bu yüzden ben de tuttuğum çiçekleri ona verdim.

"Bunlar senin bahçendeki çiçekler değil mi? Bu arada, bu ne biçim bir hediye? "

Öhö, seni o*ospu çocuğu. Yaralı yerimden bıçaklıyorsun beni.

"Bu bir hediye çünkü veren kişinin kalbini içeriyor. "

Evet, Cabel Ernst'ten gelen bir hediyeyi reddetme! Tabii, bende seninle aynı düşünüyorum. Ama belki de Cabel'in davranışları biraz komik olduğu için bence çok tatlı.

Umm, ama kalbim biraz rahatsız. Jennette'e âşık olması gereken birisini kendime âşık etmek istememiştim...

Yoksa bu romandan farklı olarak Jennette İmparatorluk Sarayı'nda olmadığı için mi? İkisinin ilk kez karşılaşması bahçede mi olmuştu? Ugh, hatırlamıyorum.

Bir süre düşündüm ve bir anda kuş sesiyle kafamı çevirdim.

"Ne yapıyorsun?"

Ve yaptığı şeyi görmemle çığlık attım.

"Köpeğin biri sana bir hediye vermiş ve sen buna güzel bir hediye mi diyorsun? Her neyse, kuşun bunu sevmiş gibi gözüküyor."

Lucas'ın çiçekleri kafese koyduğunu gördüm! Daha da fazlası, kafesteki kuşun çiçekleri paramparça edişini izledim!

"Eminim ki, o salak, kuşun ne sevdiğini biliyor, bu yüzden sana böyle bir şey verdi yine de ara sıra böyle özel davranışlar olabilir."

Bip! Biip!

Lucas gülerek söylediğinde, aceleyle oraya ilerledim ama çiçeklerden arta kalan tek şey kökleriydi.

Şaşkınlıkla kafesin zeminine serpilmiş taç yaprakları ısırarak, çiğneyerek ve tadarak heyecanla hareket eden kuşa baktım.

"Sen bir çocuk musun? Neden bana verilen güzel çiçekleri kuşa yemek olarak veriyorsun?"

"Çünkü hiç hoşlanmadım."

"Ne?"

"O çiçek çok çirkin, değil miydi?"

Ne diyorsun lan?! Şimdi de çiçeklerimi mi aşağılıyorsun?!

"Onlar çok sevimliydi! Saray bahçıvanının onları yetiştirmek için ne kadar çok uğraştığını biliyor musun?"

"Bilmiyorum ve bilmekte istemiyorum, ama sana istersen daha güzelini verebilirim."

Ughhhh!!!

O sırada, burnuma çok tatlı bir koku geldi. Kendime geldiğimde, çoktan pembe çiçek yığınlarıyla etrafım sarılmıştı.

Tuhaf bir şekilde Lucas'a baktım, ama o ise parçalanmış çiçeklere bakarken oldukça rahat gözüküyordu.

"İşte, bu çiçekler çok daha güzel."

"Biraz önceki çiçeklerle aynı değil mi?"

"Aynı değil, değil mi?"

Hey, bu herif benimle kelime oyunu mu yapıyor? Aslında aynı çiçek ama o değil diyor!

Ama küçük çaplı bir deja vu yaşadım. Şimdi düşündüm de, geçen seferki piknikte de aynısını yapmıştı, değil mi? Eldivenlerimi yok etmiş ama hemen sonra aynısını tekrar oluşturmuştu.

O sırada, eldivenlerimin kirlendiğini söylemişti ve şimdi de Cabel Ernst'ın bana verdiği çiçekleri sevmediğini söylüyor...

O sırada, düşüncelerimde kaybolmuştum.

"Lucas, yoksa sen-"

"Ah, peki. Bana teşekkür etmene gerek yok. Bunları yaratmak benim için hiçbir şey."

"Onu demek iste-"

"Yani, eğer başka bir şey istersen, bana söyle. Başkalarından sebepsiz yere bir şeyler kabul etme."

Lucas'ın dediklerini dinledikten sonra, aklım daha da çok karışmıştı.

"Ve kimseye hiçbir şey verme. Çünkü sonra gidip uğraşmak sinir bozucu oluyor."

Lucas, kaşlarını çatarak ve ciddi bir yüz ifadesi ile bu sözleri söylediğinde bence ne düşündüğünü kendisi de bilmiyordu. Olduğum yerde durdum ve bir anda sordum

"Birine ne verdim ki?"

"Kuledeki bunağa, deney malzemesi verdin."

Ah, saçım mı? Müdür dede son zamanlarda onunla deneyler yaptığını söylemişti ve Lucas da bunu duymuşa benziyor. Ama bir dakika... Uğraşmak mı? Ne oldu?

"İlk duyduğumda, düşündüğümden çok daha berbat hissettim."

Çiçek yığınlarından bir tane çiçeği tutup çekerken, Lucas konuştu.

Hâlâ gülümsüyordu, ama gözlerinde soğukluk hissettim. Mahcup hissettim. O zamana kadar buraya bunu söylemek için geldiğini anlamamıştım.

"Şey, sadece bir saç teliydi."

"Aynen, sadece bir saç teli."

Farkında olmadan bir bahane uydurdum. Aslında, birisine ne verirsem vereyim, kendi isteğim! A-Ama neden Lucas'ın kötü bir ruh halinde olduğunu bilmediğim için biraz gerginleştim.

"Bu yüzden sadece hepsini öldürecektim."

Ne? Öldürmek? Kimi? Müdür dedeyi mi?!!

"Sadece laboratuvarı alt üst ettim."

Bunu duyduğum için çok rahatladım. Tabii, Lucas'ın gerçekten dedeyi öldürebileceğini düşünmüyorum, ama söyledikleri biraz dürüstçe gibi gözüküyor, bu da beni bilinçsizce tedirgin etti.

"Eğer hepsini öldürürsem benden nefret edeceğini düşündüm."

"Aynen! Sinirini kontrol altında tutabilen bir erkek gerçek bir yetişkin olabilir..."

"Ama beni daha da çok sinir eden şey bu."

"Ne?"

Senin sorunun ne? Neden bir anda bu kadar kötü hissettin? Ve Lucas'ın dediği kelimeleri dinledikçe, tuhaf hissediyorum.

"Demek istediğim, benim haberim olmadan onlarda seninle ilgili bir şey var."

"Lucas..."

"Ama kendimi kötü hissetmiyorum çünkü ben farkında değilken benim zayıflığım haline geldiğini düşünüyorum."

Suskundum ve sadece yüzüne baktım.

"Bu yüzden, kimseden bir şey alma ya da kimseye bir şey verme. "

Lucas'ın elinde tuttuğu çiçekler hızlıca beyaz küle dönüştü ve havada uçmaya başladı.

"Bir dahaki sefere ne yaparım bilmiyorum..."

Cümlesini bitirdikten sonra Lucas yüzüme baktı ve görüşümden kayboldu. Kül parçacıkları sessizce yok olduğu yere düşmeye başladı.

Etrafım çiçekler dolu bir şekilde boş gözlerle düşündüm.

Lucas... Sen, biraz önce bana itiraf mı ettin...?

***
Wattpad hesabımın kapatıldığını biliyorsunuzdur. Yeni hesabıma buradan ulaşabilir;
https://www.wattpad.com/user/Yuna_Fernandesx
Herhangi bir sorunuz olursa da Instagram hesabımdan yazabilirsiniz~
@yuna.fernandes


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


122   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   124 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.