Adam, eczaneye mektubu getirdikten sonra görevini tamamlamış bir ifadeyle çıktı. Maomao ise tek kelime etmeden mektubu açıp okumaya başladı. Yüzünde hiçbir mimik kıpırdamadı; mektubu okuduktan sonra doğrudan mektup kutusuna koydu.
Mektup Jinshi’dendi. Fakat bu, her zamanki işlerinden biri değildi. Maomao kollarını kavuşturdu, kafasını yana eğerek düşündü. Ne yapsam, ne yapsam...? Jinshi’den gelen işler zaten başlı başına bela demekti, ama bu iş her zamankinden de belalı görünüyordu. Yine de geri çevirmesi pek mümkün değildi. Bu durumda asıl mesele, nasıl hazırlanacağıydı.
Bunu Babaanneme nasıl açıklayacağım şimdi...?
Düşünceleri, etrafta cıvıldaşan iki çocuk tarafından bölündü—ellerinde taze otlarla dolu sepetler taşıyan Chou-u ve Zulin’di bunlar.
Ha, evet... Kusa-mochi yapmak istediklerini söylemişlerdi.
Onları bir an için boş gözlerle izledi, ama çocukların mutfağa yöneldiğini görünce aceleyle yakalayıp yakalarından tuttu.
“Ne yapıyorsunuz siz?!” diye bağırdı Chou-u.
“Şunları bi’ göreyim.” Maomao, çocuğun sepetine daldı ve içindeki bitkileri tek tek inceledi. Bu kadar da olmaz ama ya... Topladıkları otlara bakarken yüzünü buruşturdu. “Burada kurtboğan mı buldun sen?! Bu nasıl iş beceriksizliği?”
Chou-u suratını asıp yere çöktü. Yanında duran küçük Zulin ise tedirgin bir bakışla onları izliyordu. Yeni katıldıkları hâlde, bu iki fakir kızdan Zulin, belli ki Chou-u’nun yardakçısı rolünü benimsemişti.
“Ama... Çok benziyorlar ki.”
“Bununla mochi yaparsan, direk ölürsün.”
Muhtemelen çocuklar kusa-mochi yapmak için taze yomogi (pelin otu) toplamaya çıkmışlardı, ama görünüş olarak benzeyen zehirli bir bitkiyle—kurtboğanla—dönmüşlerdi.
Ama buraya yakınlarda kurtboğan yoktu ki.
Maomao’nun bile varlığından haberdar olmadığı bir şeyi, bu çocuklar nasıl olmuş da bulmuştu? Bu soru zihninde çakılı kalmıştı.
“Yaaa... Yani kusa-mochi yapamayacak mıyız?” Chou-u ve Zulin birbirlerine mahzun bir bakışla döndüler.
“Aynen öyle. Vazgeçin bu işten.”
“Ben senin geçen gün yomogi topladığını biliyorum, Çilli. Bizimle paylaşsana.”
“Onu moksa yakımı için topladım.”
Chou-u, dudaklarını büzerek Maomao’ya içerlemiş bir bakış attı. Zulin de onu taklit etti. Maomao hiç acımadan parmaklarını ikisinin ağzına sokup dudaklarını çekiştirdi.
“Yow! Acıdı bu! Çok kötüsün.”
Zulin sesini çıkarmadı ama o da geri adım atmıyordu.
“Nasıl yani, ben mi kötüyüm? Planınız neydi, tüm Zümrüt Evi’ni gıda zehirlenmesiyle bayıltmak mıydı? Zaten size dışarı yalnız çıkmayın demedim mi?”
“Yalnız çıkmadık ki. Sazen bizimleydi.”
Maomao’nun kaşları daha da çatıldı. Tam o anda, Sazen elinde bez bir torbayla salına salına içeri girdi.
“Bensiz öyle koşturup durmayın çocuklar! Artık genç değilim ben,” dedi. Tam da bu dakikada söylenmemesi gereken en bahtsız cümleydi bu. Sazen, Chou-u’nun geçmişini biliyordu; Maomao her ne kadar onu bu konuda uyarsa da, o hâlâ Chou-u’ya bir soylu prens muamelesi yapmaya devam ediyordu. “Sazen! Çilli bana kızdıysa senin yüzünden. Bize ayak uydursana biraz!” Maomao tek kelime etmeden, eklem yerinden bükülmüş parmağıyla Chou-u’nun kafasına sert bir şaplak indirdi. Zulin’in gözleri panikle açıldı, Sazen bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı ama Maomao’nun bakışı ikisini de susturmaya yetti.
Sonra gidip bir gün önce dükkân için topladığı yomogileri getirdi. Biraz kurumuşlardı ama hâlâ ayırt edilebiliyorlardı. Bir elinde yomogi, diğer elinde Chou-u’nun getirdiği kurtboğanı tutup Sazen’in burnunun altına uzattı. Çocuklara bu farkı anlatmak pek işe yaramazdı ama hiç değilse odadaki “yetişkin görünümlü kişi”ye bir şeyler öğretebilirdi.
“Bunların ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
“Tabii. Yomogi ve kurtboğan bunlar, bariz belli,” dedi Sazen, gayet rahat bir şekilde. Maomao şaşkınlıkla ağzını araladı. “Aslında ben gizlice kurtboğanı yomogi’yle değiştirmeyi düşünüyordum ama fırsat bulamadım. Çocuklar niye hep bu kadar aceleci oluyor ki?”
Sazen, torbasını açtı ve içinden taze toplanmış yomogiler çıkardı. Sonra içinde başka bir torba olan küçük bir keseyi de uzattı. Maomao merakla paketi aldı ve içini açtı. İçinde bir tür kök vardı.
“Bu da şey mi...?” “Kurtboğan kökü. Muhtemelen biri dağlardan getirip buraya süs niyetine dikti, ama tehlikeli bir şeydir o, ben de söküp attım. Ama kökü de çöpe atmak yazık olur—bir işe yarar diye düşündüm.”
Evet, kurtboğanın tıbbi kullanımı vardı. Maomao ifadesiz bir yüzle Sazen’in eline yapıştı.
“Ee—?”
Hiçbir şey söylemeden, onu neredeyse sürükleyerek dükkâna soktu ve raflardan çeşitli otları, ilaçları çıkarmaya başladı. Sonra birini gösterip dedi ki:
“Bu ne?”
“Ha? Yeni dünya yaprağı, değil mi?”
“Ne işe yarar?”
“Öksürüğe, ishal gibi şeylere iyi gelir.”
Maomao bir başka otu gösterdi ve aynı soruları tekrarladı. Sazen biraz afallamış görünse de cevap veriyordu. Chou-u ve Zulin kapıdan onları sessizce izliyordu.
Maomao doğrudan cevap vermedi. Raflardan bir kitap aldı ve Sazen’e uzattı. Hatırladığına göre, bu kitaplar bir zamanlar kaybedilmişti; Sazen’in toparlanır toparlanmaz ansiklopedileri geri almak istediğini söylemişliği de vardı.
“Okuma biliyor musun?” diye sordu.
“Yaşlı adam öğretti bana,” dedi Sazen. “Yaşlı adam” derken muhtemelen artık akli dengesi yerinde olmayan eski doktordan bahsediyordu. Eğer ilaçları da ondan öğrendiyse, bu durumun açıklaması vardı. Gerçekten hoş bir sürprizdi bu.
“Pekâlâ, o zaman bu kitabı öğreniyorsun! Ve bundan sonra öğleden sonralarını burada geçireceksin.” Maomao, kitabı Sazen’in kucağına şak diye indirdi.
“Afedersin?”
“Ben Madam’a ve Ukyou’ya durumu açıklarım.” Sazen hâlâ kafası karışmış görünüyordu ama Maomao yeterince cömert hissediyordu kendini, açıklamayı yapacaktı. “Sen zaten dünyanın en yetenekli fedaisi sayılmazsın, değil mi?”
“Ee... şey... Hım...”
“Bence eczacılık sana çok daha iyi gider. Ne dersin?”
“Yani... ben...”
Maomao’nun emekli olmaya niyeti yoktu; ne de olsa dükkânı bugüne dek hep babasıyla birlikte işletmişti — burada bir iki eczacı daha bulunmasının kimseye zararı olmazdı. Fiziksel engelli Chou-u’yu tıp bilgisiyle donatabileceğini düşünmüş, fakat o ufak velet oyun oynamakla resim çizmekten başka bir şeyle ilgilenmemişti. Hayır, bu işi Sazen’le yürütmek çok daha hızlı olacaktı. Üstelik Jinshi hayatında olduğu sürece Maomao’nun dükkândan sık sık, hem de habersizce çağrılması kaçınılmazdı; kaleyi koruyacak birinin bulunması en iyisiydi.
Tek mesele şu ki…
Sazen gerçekten eczacı olmak istiyor muydu?
Şu anda adam elindeki kitaba pür dikkat bakıyor, ciddî bir yüzle sayfaları çeviriyordu. Sonunda, “Ben sıradan bir çiftçiyim,” dedi. “O kaleye beş parasız kaldığım için gittim; okumayı da o ihtiyar öğretti bana. Tıp konusuna gelince… Ancak bana söyleneni toplayabilirim.”
Eczacılık belli bir saygınlık getirirdi; Sazen kendine güvenini kaybetmiş gibiydi. Uzun süren reddedilmeler kişiliğinde iz bırakmıştı.
Maomao’ya göre bu ciddi bir sorundu. Nihayet bilgili birini bulmuştu ve ondan faydalanmaya kararlıydı. “Ne var bunda?” dedi. “Bu dünyada anlamsız dualar okuyarak geçinenler var. Ya da soğuk algınlığını sözde iyileştirmek için komik danslar edenler. Hastayı sıcak tutup öksürük şurubu, ateş düşürücü vermek çok daha iyidir. Bunları en azından sen yapabiliyorsun, değil mi?”
“Yapıyorum ama… ya gerçekten ağır bir hasta gelirse?”
“Yapacak bir şeyin yoksa olduğunu söylersin. Ölecek olan ilacı alsa da almasa da ölür. Durum fazlasıyla vahimse başka yere yönlendirirsin. Şu hâlinle bile bazı hekimlerden daha çok şey biliyorsun.”
O sahte hekimin aksine…
Gerçi sarayın arka kısmındaki doktor, bir memur olarak belli bir bilgiye sahipti; ancak bunu uygulama becerisine sahip değildi. Cana yakın sayılırdı ama bu yetmezdi. “Her neyse, bu iş tamam,” dedi Maomao.
“Ney tamam? Fazla acele etmiyor musun?”
“Hızlı olmalıyız, yoksa zamanı kaçıracağız.” Sabah aldığı mektubu hatırlayan Maomao, hâlâ afallamış duran Sazen’i umursamadan çocuklara döndü.
“Eğer oyun oynayacak vaktiniz varsa, dükkânın girişini süpürecek vaktiniz de vardır. Bir de şu kitaplarda ne yazıyor, iyice öğrenin.”
Bu son cümle, doğrudan Sazen’e yönelikti—Maomao çocukları dükkândan kovar kovar kovmaz, eline bir tomar kitap tutuşturdu.
Beklediği gibi, Sazen’in öğrenme hızı yüksekti. Basit reçeteleri hemen kavradı; ansiklopediyi de yavaş ve tereddütlü biçimde olsa da okuyabiliyordu. Maomao ona hem evin çevresindeki hem de duvarların dışındaki arazileri gezdirdi, hangi şifalı bitkinin nerede yetiştiğini gösterdi.
Zehirli bitkileri de öğretsem mi, acaba?
Bu bilginin onda kötü niyet uyandıracağından pek—çoğunlukla—endişelenmiyordu, ama yine de tüm ayrıntıları bir anda vermeyi düşünmüyordu. Eğer gerçekten ilgileniyorsa zaten bu bilgileri çalıştıkça öğrenirdi; şimdilik sadece en yaygın malzemeleri ve nasıl kullanılacaklarını öğretiyordu. Sazen ona düşük yaptırıcı karışımı hazırlamayı öğrettiğinde yüzünü buruşturmuştu ama bu da işin bir parçasıydı. Neticede bu, kadınları soğuk suya sokmak ya da döverek düşük yaptırmaya çalışmaktan çok daha iyiydi—ki bunlar ne yazık ki bazen fahişelerin başına geliyordu.
Aynı şeyleri Chou-u’ya da anlatmıştı, ama velet en ufak bir ilgi göstermemişti. Ne zaman gözünü kaldırsa, onu yine bir yerlerde oyun oynarken buluyordu. Yan işlerinden de iyi para kazanıyor gibiydi; civardaki diğer genelevlerdeki fahişelere bile portre çizer olmuştu.
Bir gün Maomao, Sazen’e basit bir karışımı hazırlamasını söyledi. Kendisi ise yakındaki başka bir evden ilaç isteyen bir kadına ilacı teslim etmeye çıkacaktı. Ancak daha yeni dışarı adım atmıştı ki, zil sesiyle irkildi. Başını kaldırıp ne olduğuna bakınca, üzerine doğru dört nala gelen bir şey gördü: bu, tüyleri karmaşık renkte, çılgın gibi koşan bir tekir kediydi.
Bu kedinin orada ne işi olduğunu sormakta haklıydı. Tekir kediler elbette nadir sayılmazdı ama bu kedinin boynundaki belirgin biçimde zarif tasma dikkat çekiciydi; ipekten örülmüş, ithal bir zille süslenmişti. Mahallede rastlanan sıradan kedilere benzemezdi.
“Maomao! Neredesin?!” diye tanıdık bir ses bağırdı. Az sonra, yürümeyle koşma arası bir hızda ilerleyen tombulca, orta yaşlı bir adam belirdi: o sahte doktordu.
Maomao, kediyi kucağına aldı—son görüşmelerinden bu yana hayli büyümüştü bu minnoş—ve sonunda nefes nefese yanına gelen doktorun önüne uzattı. “G–Genç hanımefendi, epey uzun zaman oldu,” dedi adam, hem gülümsüyor hem de hâlâ nefesini toparlamaya çalışıyordu.
“Evet, gerçekten öyle. Ama neler oluyor böyle?” Kedi de, bu şarlatan doktor da arka sarayda olmalıydı; zevk mahallesinde ne işleri vardı?
“Y-ya şimdi... Şöyle ki...” Şarlatan adam bir türlü kendine gelemeyince, Maomao onu Eczane dükkanına götürdü ve ona biraz çay hazırladı. Çayı özellikle soğuk servis etmişti; adam tek dikişte içti. “İzin verir misiniz, buraya geliş sebebiniz nedir? Gerçi... Boş verin.” Maomao, adama acımıştı. Demek ki sonunda görevine son vermişlerdi. Şahsen zararsız bir insandı ama neticede bir insan, maaşını hak etmeden koltuk ısıtmaya devam edemezdi. Üstelik hadım olarak yeni bir iş bulması da pek kolay olmazdı. Maomao, elinden geldiğince nazik olmaya karar verdi. Ancak doktor, şüpheli bir ifadeyle Maomao’ya baktı. “Sanırım bir yanılgı içindesiniz, genç hanım.”
“Lütfen, çekinmeyin. Bunda utanacak bir şey yok. Herkesin başına gelebilir.”
“Sanmıyorum... Herkesin başına geldiğini pek sanmıyorum...” Şarlatan, pek de gür olmayan bıyığını sıvazladı. Maomao (kedi olan) ise adamın kucağında esnedi. Görünüşe göre doktor, hâlâ onun bakımını üstlenmişti.
Cariye Gyokuyou, İmparator’un resmî eşi olduktan sonra, Dul İmparatoriçe’nin sarayına bitişik bir köşke taşınmıştı. Orada ise gözetilmesi gereken bir sürü kural vardı—bu durum, sarayın küçük hanımefendisi Prenses Lingli için hayli can sıkıcı olmalıydı. Bir kedi beslemesine kimse göz yumamaz mıydı yani?
Maomao içten içe düşündü: Eğer yalnızca Dul İmparatoriçe olsaydı, kediye izin verirdi muhtemelen. Ama çevredeki diğer saraylı kadınlar böyle bir şeye göz yummazdı. Üstelik Gyokuyou’nun yanında artık daha fazla nedime olması da muhtemeldi—arka sarayda bile ancak yedi nedimeyle idare edebilmişti. Maomao’nun içini buruk bir yalnızlık kapladı. Ama Gyokuyou’nun peşinden gitmemesinin doğru bir karar olduğunu da biliyordu. Ne de olsa—kendisi söylemiş olmasın ama—şayet oraya gitmiş olsaydı, muhtemelen bu kediden daha büyük bir kargaşa çıkarırdı.
“Hımm, asıl meseleye gelirsek,” dedi doktor, sonunda nefesini toparlamıştı. Biraz daha çay içti. “Uzun bir aradan sonra ilk kez eve dönmeme izin verildi. Ben de tam yola çıkmıştım...”
“Hah! Sonunda seni gönderiyorlar demek ha?”
“Şaka yapıyorsunuz, genç hanım,” dedi doktor hafif bir bezginlikle. Haklıydı; Maomao’nun sataşması konuşmanın ilerlemesini engelliyordu, bu yüzden artık konuyu uzatmamaya karar verdi.
“Peki, evine gitmek yerine neden buradasın?” diye sordu.
“Şey, şöyle...” Doktor ona ifadesi okunmaz bir yüzle baktı. “Bu iznin verilmesinde biraz... sıra dışı bir şart vardı. Bundan hiç haberiniz olmadı mı, hanımefendi?”
“Ne şartıymış o?”
“Önemli bir şey değil. Görünüşe göre birisi benimle birlikte yolculuk etmek istiyormuş. Hizmetkâr Kadınların Başkahyası’nın kişisel isteğiymiş, dolayısıyla... tuhaf biri değildir herhalde.”
Görünüşe göre bu eczane buluşma yeri olarak belirlenmişti.
Maomao birkaç gün önce aldığı mektubu hatırladı. Jinshi’den gelen tek taraflı bir talepti: çıkacağı bir yolculuğa onun da katılmasını istiyordu. Ne süresi belliydi, ne de nereye gidecekleri... Hatta ne zaman yola çıkacakları bile yazmıyordu. Maomao, her seferinde dükkanı kapatıp böyle maceralara atılmaktan hoşlanmıyordu; ve sahibesi de bu duruma sıcak bakmıyordu. İşte bu yüzden Sazen’e işi alelacele öğretmişti.
Biraz daha vaktim olur sanmıştım...
Neyse ki Sazen hızlı öğreniyordu, üstelik Maomao önceden bir miktar ilaç hazırlamıştı. Ama bu yolculukta neden doktorla birlikte olacaklarını hâlâ merak ediyordu. Onu daha sonra soracaktı.
“Ve Maomao’ya gelince,” dedi doktor, “Ailemden ona göz kulak olmalarını rica etmeyi düşündüm.” Görünüşe göre kendisi dışında başka bir seçenek de yoktu. Yalnız kalacaktı, evet, ama kedi yavrusu zaten Prenses Lingli’nin hevesiyle sarayda tutuluyordu. Onu daha fazla sağlık dairesinde tutmak kolay olmayacaktı. “Ailem, fare yakalayan bir kediden memnun olur.”
“Anladım,” dedi Maomao.
Doktor, on yılı aşkın bir sürenin ardından ailesini tekrar göreceği düşüncesiyle gözle görülür biçimde sevinç içindeydi. Maomao, onların kâğıt üreticisi olduğunu hatırlıyordu; hatta İmparatorluk sarayına bile malzeme sağlıyorlardı. Ürettikleri kâğıtları kemirmeye kalkabilecek fareleri engelleyecek bir bekçiyi memnuniyetle karşılarlardı elbette. Yalnız, yerleri epey uzakta gibi görünüyordu ve Maomao (kız olan), Maomao’nun (kedi olan) bu uzun yolculukta uslu durup durmayacağını merak etmeden edemedi.
“A, bakın! Kedi!” diye bağırdı cariyeler—henüz öğleden sonraydı, müşterilerin gelmesine daha vakit vardı. Ne yazık ki, bağırış kediyi ürküttü; doktorun dizlerini güzelce bir tırmaladıktan sonra dükkândan fırlayıp kaçtı.
“Ah! Dur, Maomao, bekle!”
“Ne biçim isim bu böyle?” dedi cariyelerden biri, kediyi gülerek izlerken.
Bu talihsiz ada sahip hayvan, dükkân kapısındaki küçük bir aralıktan fırlayıp doğruca Verdigris Evi’nin girişine yöneldi. Maomao ve doktor ayakkabılarını alelacele geçirip onun peşinden gittiler.
Maomao (kedi olan!), erken banyolarını henüz yapmış, henüz makyajlarını tamamlamamış kadınların arasından kıvrılarak geçti, yatak odalarını hazırlamakla meşgul hizmetkârların bacaklarının arasından sıyrıldı ve mutfağa ulaştı. Karşısında dört kısa bacak duruyordu: çocuklar geç öğle yemeklerini yiyorlardı.
“Nereden çıktın sen?” dedi Chou-u, kedi önünde dururken. Bir yandan çubuklarını kemiriyor, bir yandan da tekir kediyi inceliyordu. Zulin, iri gözlerini kırpıştırdı. Maomao (kedi olan!) gelip Chou-u’nun ayağının üstüne yayıldı.
“Bunun peşinde misin yoksa?” diye sordu Chou-u, çubuklarıyla biraz balık kaldırarak. Sadece ızgara yapılmış mavi sırtlı balıktı, ama herhangi bir baharat olmadan da hoş bir tuzlu tadı vardı.
“Miyaav!” Maomao balığa pençe attı.
“Hey! Hey, ne yapıyorsun sen?!”
Balık pat diye toprak zemine düştü, Maomao da hemen mideye indirdi. Böyle leziz bir ziyafeti böylesine kabaca tüketmek, tanıdık birini andırıyordu açıkçası.
“Hayır, Maomao! Yapma onu!” diye bağırdı doktor, soluğu kesilmiş bir halde mutfağa varırken.
“Aptal kedi! Ya şu moruk da kim?” Ancak Chou-u’nun soruları bununla bitmedi. “Dur… Maomao mu? Cidden?” Kız Maomao’ya arsızca sırıttı. Zulin ise sessiz sessiz kıkırdıyor gibiydi.
Canı iyice sıkılan Maomao (kız), tekiri kucaklayıp havaya kaldırmayı başardı, gerçi balığı geri almak imkânsızdı; kedi çenelerini sımsıkı kapatmıştı. Chou-u, yemeğine yan gözle bakıp iç geçirdi ama hayvan tam da ilgisini çeken türdendi. Kedinin yumuşacık pembe pati etlerine dokununca “Aa!” diye haykırdı, gözleri parladı.
En sonunda tekir Maomao’yu Chou-u ile Zulin’e emanet etmeye karar verdiler; “sakın kaçırmayın” talimatı da eksik kalmadı. Bir hizmetkâra haber verdiklerinden çocukların başına iş açma ihtimali epey azdı.
Eczaneye döndüklerinde, kız Maomao nihayet Doktor’un asıl derdini sormaya fırsat buldu. Adam bıyığını mahcupça karıştırarak, “Ailemizin kâğıt imalathanesini bildiğinizi sanıyorum,” dedi.
“Evet, efendim.”
“Hmm, aslında memlekete dönmemin sebebi ufak bir problem.”
Bir süre önce küçük kız kardeşinden gelen mektupta, kâğıdın kalitesinin aniden bozulduğu yazılıydı. O mesele halledilmişti güya—ama galiba yeni bir sorun doğmuştu.
“Bu yüzden izin talep ettim; ne var ki mühim bir zat, köyümü bizzat görmek istediğini söylemiş.”
Jinshi, hâlâ “hadım” sayıldığı günlerden beri kâğıt üretimine ilgi duyardı; demek ki süreci yakından izlemek için fırsat doğmuştu. Yine de Maomao, bu defaki sorunun ne olabileceğini merak ediyordu.
“Mektupta tam olarak ne yazıyordu?” diye sordu.
“Burada anlatmam pek uygun olmaz,” dedi Doktor, bariz bir rahatsızlıkla. “Oraya varınca izah edeyim, lütfen.”
“Peki,” dedi Maomao—tam o anda dışarıdan bir at kişnemesi duyuldu.
Kapıda beliren genç adam hüzünlüydü; güzelliği klasik heykelleri andırsa da alnına düşen uzun kaküller, sağ yanağındaki yanık izini saklıyordu. Maomao, kasvetli misafiri tanımıştı.
Fena değil, fena değil. O, tüm cariyeler eğlenceye çağrıldığı gece Yeşim Sarayı’na uğrayıp da tek birine bile yüz vermeden şarabını yudumlayan müşteriydi. Aslında, Jinshi’nin sayısız kimliğinden yalnızca biriydi. Sağ yanağındaki gerçek izin üstünü örten sahte yanık, yüzündeki “pırıltıyı” gölgelediğinden bambaşka birine benziyordu. Jinshi’yi birkaç kez kılık değiştirirken görmüş olmasaydı Maomao da onu tanıyamazdı; ne de olsa bizzat Maomao öğretmişti bu hileleri.
Doktor ise, karşısında duran şu zarif soylunun kimliğinden habersiz görünüyordu; hiç de tedirgin değildi.
“Hazır mısınız?” diye söze Basen girdi. Elbiseleri Jinshi’ninkinden çok daha gösterişliydi; Jinshi ise uysal bir uşak edası takınmıştı. Basen bundan rahatsız gibi duruyor—özellikle de Maomao’nun ablası Pairin’e yakalanmaktan korkuyor gibiydi.
“Hazır mıyım? Bu kadar ani mi gidiyoruz?” Maomao sordu. Evet, birkaç gün önce gelen mektupta bir yolculuktan bahsediliyordu ama ne tarih ne de güzergâh belirtilmemişti. Hazırlık yapmaya fırsat bulamamıştı.
“Kontrolümüz dışında gelişti. Zamanlama önemliydi. Sizin için eşyaları toparladık bile.”
Bir kadına ait yedek kıyafetlerin bile hazırlanmış olması Jinshi ile adamlarının ne kadar acele ettiğini gösteriyordu. Fakat baştan savma da olsa bir planları vardı belli ki. Yine de Maomao içini çekmeden edemedi: İmparator, Jinshi’yi adeta köpek gibi koşturuyordu. Arka saraydaki işleri toparlaması yetmezmiş gibi devletin türlü derdi de omuzlarındaydı. İşiydi, şikâyet de edemezdi ama…
Sanki veliaht yetiştiriyor, diye geçti içinden—sonra da düşünceyi silip attı. Zaten İmparatoriçe Gyokuyou’nun oğlu tahtın varisi sayılıyordu; üstelik Cariye Lihua da bir erkek çocuk doğurmuştu. İmparator daha otuzlarının ortasında, sapasağlamdı. Tahtı bırakıp çocuklarının reşit olmasını beklemesi kuvvetle muhtemeldi. Tabii… başına bir şey gelmezse. Maomao, hoş olmayan ihtimali tartmaktan vazgeçti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.