“Acaba Yue...”—ay—“...batıya güvenle ilerliyor mudur?” diye mırıldandı İmparator, gökyüzünde süzülen parlak diske gözlerini dikerken, yanındaki Gaoshun’a seslenerek. Elbette Majesteleri burada gerçek Ay’ın yörüngesinden sapıp sapmadığını sorgulamıyordu. “Yue” lakabı, yalnızca onun ağzından çıkan, ülkenin başka hiçbir ferdinin kullanmadığı bir hitaptı—çok özel bir kişiye takılmış mahrem bir isimdi bu.
“Yolda kâğıtçı köyünü de ziyaret edeceklerini söylemişlerdi. O hâlde, tahminen henüz yolun yarısındalar.”
Hadım Jinshi sefere çıkınca, Gaoshun da yeniden doğrudan Majesteleri’nin hizmetine dönmüştü. Ma ailesi nesillerdir “ulusun çiçeğini” korumakla görevliydi; Gaoshun da, tıpkı şimdi oğlu Basen’in bir başkasına olduğu gibi, gençliklerinden beri İmparator’un sırdaşı ve yoldaşı olmuştu. Majesteleri ile birlikte sayısız saklambaç oynamış, sütkardeşlerinden biriyle de aynı oyunlara katılmıştı—ama gençliğin bitimiyle birlikte bu oyunlar da sona ermişti.
Şimdi Yue adıyla bilinen o kişiyi koruma görevi Basen’e düşmüştü. Gaoshun bazen bu görev için küçük oğlunu seçmiş olmasından şüphe duysa da, kararını değiştirmemişti. Basen tecrübesizdi, evet—ama her insanın en az bir meziyeti olurdu. Özellikle de önceki seyahatte Yue’yi korumakta yetersiz kaldıktan sonra, Gaoshun’un endişeleri artmıştı. Yine de bu kez genç eczacı da yanlarındaydı; bu başlı başına iç rahatlatıcıydı. Kız ne olursa olsun, yürekliydi.
Oğluna da bu gerekçeyle, “Zehirlenme gibi bir şey olursa, yanında onun gibi biri olmalı,” diyerek ısrar etmişti. Sonunda Basen’i ikna etmeyi başarmıştı. Ay Prensi ise bir an olsun tereddüt etmeden kabul etmişti.
Genç kadının da eninde sonunda razı geleceğini biliyordu Gaoshun—her ne kadar giderken epey homurdanacak olsa da. Ayrıca sarayın arka kısmından gelen doktor da yolculuğun en azından yarısında onlarla olacaktı. Genç kadın, dudak üstü bıyığı olan bu doktoru pek ciddiye almıyormuş gibi davransa da, Gaoshun onların aslında iyi geçindiğini gayet iyi biliyordu.
Asıl endişe konusu, batı başkentine ulaştıklarında, hekimle yollar ayrıldıktan sonra ne olacağıydı.
“Sanmam ki onun için kolay geçsin,” dedi İmparator. “Acaba ne tür çiçekler etrafına toplanacak?”
“Çiçekler mi, Majesteleri? İlginç bir mecaz doğrusu.”
“İnsanları böceklere benzetsem kızarlardı muhtemelen. Bahçeme şöyle bir göz atsanız yeter.”
Şaka yapıyordu elbette—böyle bir şakayı yapabiliyor olması belki de onların şu an ne arka sarayda ne de dul imparatoriçenin ya da mevcut imparatoriçenin yaşadığı sarayda değil, İmparatorluk sarayının ötesinde yer alan bir köşkte bulunmalarındandı. Bu köşk, vaktiyle İmparator’un dört cariyesinden biri olan—aynı zamanda sütkardeşi ve gençliklerinde onunla Gaoshun’un dostu olan—Ah-Duo’nun şimdiki ikametgahıydı.
Eğer İmparator’un yüzünde bir yalnızlık seziliyorsa, belki de sebebi Ah-Duo’nun burada olmamasıydı—zira o da batıya gitmişti, üstelik çok özel birinin refakatinde.
Ay Prensi ise, görünüşündeki zarafetin aksine, hiç de öyle süslü püslü bir karakter değildi. Onu çocukluğundan beri tanıyan, onunla annesi ya da babasından daha fazla vakit geçirmiş olan Gaoshun bunu herkesten iyi bilirdi. “Prens”, şaşırtıcı derecede doğrudan ve gösterişten hoşlanmayan biriydi. Arka saraydaki görevi sona ermiş olsa da, şimdi de imparatorun küçük kardeşi sıfatıyla, Majesteleri’nin başkenti terk edemeyeceği için kendi yerine yapması gereken işlerde görev almaya devam edecekti.
“Demek bir böcek istilası.” Bütün bir ülkeyi yıkıma sürükleyebilecek doğal bir afet. İmparator’un sesindeki hüzün, belki de onun, en azından batıl inançlara yatkın halkının gözünde, kendi hükümdarlık gücünün yetersizliğine dair bir yansıma taşımasındandı. Sonuçta Shi klanını yok etme kararını veren bizzat kendisiydi ve ardından dört cariyeden biri olan Cariye Gyokuyou’yu imparatoriçe yapmıştı. Böcek istilaları genellikle batıdan, rüzgârla gelen çekirgelerle başlardı—yüzlerce, hatta binlerce li uzaklıktan. Geldikleri yerde hızla çoğalır, önce ufak bir baş belası gibi görünen durum, eğer durdurulmazsa, birkaç yıl içinde tam anlamıyla bir yıkıma dönüşürdü.
Belki fazlaca kaygılanıyorlardı—ama bu mesele hakkında bir şey yapılmalıydı. Ve bu görev, Ay Prensi’ne emanet edilmişti. Bu böcek istilası, yalnızca Li için değil, batıdaki topraklar için de ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Eğer çekirgeler batıdan geliyorsa, ilk yıkımı da orada gerçekleştireceklerdi.
Açlık insanı çaresizliğe sürüklerdi. Açlıktan kıvranan çiftçiler haydutluğa yönelirdi. Böyle sorunlar birikmeye başladığında, sonunda tüm eyaleti harap ederdi—ve harap bir eyalet, zengin komşularından çalmaya kalkardı. Bu, geçmişte nice savaşların çıkış sebebi olmuştu.
Batı bölgelerini, yani “Batı Yi Eyaleti” (Sei-i-shuu)’ni de içine alan toprakları eskiden yönetmiş olan Yi klanı, onlarca yıl önce, kadın hükümdar döneminde ortadan kaldırılmıştı. Kendi entrikalarının bedelini ödemişlerdi. Şimdilerdeyse bu bölge, İmparatoriçe Gyokuyou’nun babasının idaresi altındaydı. Adamın şu an bir klan ismi olmasa da, İmparator’un vakti geldiğinde ona bir soyadı bahşedeceği kuvvetle muhtemeldi. Aslında, Gyokuyou’yu imparatoriçe yapmadan önce ailesine bir soyadı verip ardından evlenmeyi planlamıştı.
Eğer bir savaş patlak verecek olursa, batı kilit bölge olacaktı. Bu yüzden, İmparator o bölgeden bir kadını imparatoriçe olarak seçmişti. Gyokuyou daha önce ona bir prenses, şimdi de bir prens doğurmuş olsa bile, bu kararın erken alındığını düşünenleri anlamak zor değildi. Normal şartlarda bu makam Cariye Lihua’ya düşüyor olabilirdi—ama evlilik, siyasi bir araçtı ve kişi makamda yükseldikçe bu aracın nasıl kullanılacağı daha da katı kurallara bağlanırdı. İmparator, ulusun tepe noktasında olsa bile, bazen kayınpederini memnun etmeyi de düşünmek zorundaydı. Bu konuda Gaoshun’un yanında homurdanabilmesi, ona duyduğu derin güvenin bir göstergesiydi belki de.
İmparator, şakacı bir şekilde kadehini kaldırdı ve gülümsedi. “Ara sıra hükümdarının ne dertler çektiğini bilmen sana zarar vermez.”
Sonra gökyüzündeki aya baktı ve kadehini tek dikişte bitirdi.
Gaoshun ise, gözlerini uzaklara dikmiş, şimdi çok çok batılarda olan o güzel adamı düşünüyordu. Li’nin kuzeybatısında, Hokuaren adında bir ülke vardı. Geniş tahıl ovaları ve zengin orman kaynaklarına sahipti ve tarihten bu yana Li ile sık sık karşı karşıya gelmişti. Son zamanlardaki barbar kabile saldırılarını kışkırtan da Hokuaren’in perde arkasındaki dürtüsüydü.
İki ülke arasında diplomatik ilişki yoktu. Doğrudan iletişim kurmazlardı; birbirleriyle temas hâlinde olduklarında bile, araya mutlaka üçüncü bir ülke girerdi.
Peki neden şimdi bunlardan bahsediyoruz? Çünkü Maomao’nun tam da şu anda yol aldığı batı başkentine varıldığında, başka ülkelerden gelen önemli kişilerle görüşmeler yapılacaktı—ve bu kişilerin bazıları, Hokuaren ile dolaylı bağlar kurma imkânı sunabilirdi.
“Batı başkentine gideceğimiz hiç aklıma gelmezdi,” diye düşündü Maomao. Şarlatan köyünden ayrıldıktan sonra varış noktalarının burası olduğunu öğrendiğinde, ağzı neredeyse yere düşecek gibi olmuştu. Batı başkentine varmak için arabayla ve tekneyle en az iki haftalık bir yolculuk gerekiyordu. Arkasında bıraktığı Chou-u ve Sazen’i düşünmeye başlamıştı—ama sonra kendi kendine, “Eh, bir şekilde idare ederler,” dedi. Ne kadar üzülse de bu durumu değiştiremeyecekti, bu yüzden endişelerini aklından uzaklaştırdı. Onun yerine, Jinshi’nin bu yolculuk sırasında olabildiğince fazla para harcamasını sağlamakla meşgul olabilirdi.
İşte bu yüzden, şu an Basen’in siyasi konular üzerine verdiği ısrarlı dersleri dinlemek zorunda kalmıştı. Düşününce, bu onun Basen’den ilk defa böyle bir şey dinleyişi değildi. Maomao, Basen’in aslında tahmin ettiğinden daha iyi bir eğitim almış olduğunu fark etti—elbette bunu fazla da saygılı bir şekilde düşünmemişti ama neyse. Esnemesini bastırmaya çalışarak onu dinlemeye devam etti.
Şarlatan doktorla Maomao adını verdiği kediyi kâğıt köyünde bırakmışlardı ve önlerinde uzun bir yol vardı. Jinshi hâlâ yanaklarındaki sahte yanıkla dolaşıyordu. Belki de bu işe iyiden iyiye alışmıştı. Sonuçta, kaldıkları her yol hanında tekrar tekrar maske takmak zorunda kalmaktan daha kolaydı. Başkentten bu kadar uzaklaştıkları için, artık kimsenin İmparator’un küçük kardeşinin yüzünü tanıyacağını sanmıyordu. Yine de, yolda yürürken her köşe başındaki genç kızın Jinshi’ye laf atmaya başlaması ihtimalini düşününce, bu haliyle kalmasında fayda vardı.
“Bu gece bu köyde kalacağız,” dedi Basen.
Maomao arabadan inerken, bütün gün oturmaktan ağrıyan kalçasını ovuşturdu. Burası köy demeye pek bin şahit isteyen bir yerdi; daha çok küçük bir han kasabasını andırıyordu. Fakat Basen gibi birine göre, böyle taşra yerlerinin hepsi birbirine benziyordu zaten.
“Sakın etrafta başıboş dolaşma,” diye ekledi. Maomao elini uzatarak karşılık verdi. “Erzak almaya çıkacağım.” Ve bunu senin paranın karşılığıyla yapacağım, demek istiyordu açıkça.
“Beni dinliyor musun sen?” diye çıkıştı Basen, çatık kaşlarla. Ancak o sırada başka biri Maomao’nun avcuna bir kese bıraktı: Jinshi. “Usta—” diye başlayacak oldu Basen, ama “Jinshi-sama” demeden kendini tuttu. Onlarla birlikte gelen korumalar hâlâ Basen’in efendi olduğunu sanıyordu.
“Ben de onunla gideceğim,” dedi Jinshi, kalınlaştırılmış sesiyle.
Hay anasını… diye düşündü Maomao, yandaki yanık suratlı delikanlıya diş bileğini belli etmemeye çalışarak. Şöyle biraz kafa dinleyeceğini umuyordu oysa...
“İlginç bir şeyler satılıyor mu?” diye sordu Jinshi, sesini yalnız onun duyacağı şekilde kulağına fısıldayarak. Sesi o kadar güzel, o kadar yumuşaktı ki Maomao’nun tüylerini diken diken edebilirdi; ama içinde neredeyse çocukça bir merak barındırıyordu. Tıpkı en son bir şehir pazarına beraber çıktıklarındaki gibiydi. Lüks içinde büyümüş insanlar en garip şeylere heyecan duyuyordu.
“Belli ki burada keten üretimi epey gelişmiş,” diye yanıtladı Maomao. Halkın giydiği kıyafetlerin ana maddesi bu gibi görünüyordu. Belki de yeterince sıcak tutmadığı için çoğu insan üstüne hayvan postu da giyiyordu. Fırınlarda satılan ekmeklerde de keten tohumu kullanılıyordu. Ayrıca bölgede yağ üretimi de vardı anlaşılan—bir köşede ağzına kadar yoğun bir sıvıyla dolu çömlekler vardı. Yanlarında, piposunu tüttüren biri oturuyordu; muhtemelen o yağları yapan kişiydi. Maomao, adamın kurutulmuş kenevir yaprakları içtiğini fark edip kaşlarını çattı.
“Ne oldu?” diye sordu Jinshi.
“Hiç. Sadece… galiba biraz fazla içiyor.”
Kenevir bitkisinden elde edilen ürünler, az miktarda kullanıldığında tıbbi etki gösterebilirdi. Ama her gün tüttürülürse bağımlılık yapardı—ve Maomao buna asla sıcak bakmazdı. Tıpkı afyon gibi, ölçülü kullanıldığında ilaç olabilirdi; ama aşırıya kaçıldığında tam anlamıyla bir zehirdi.
“Demek senin bile dokunmayacağın zehirler varmış,” dedi Jinshi, hafif alaycı bir ses tonuyla.
Maomao suratını buruşturdu. “Bağımlılık yapan maddelerle oyun olmaz. Vücuda bir kere girdi mi kolay kolay atılmazlar. Üstelik bırakmak istersen de... o kararı uygulamak, kış sabahı sıcacık battaniyenin altından çıkmaktan daha zor.”
“Öyle mi? O kadar zor değil ki. Oda sıcaksa rahat kalkılır.”
Lanet olsun. Maomao dişlerini sıktı. Bu adam, halk tabakası mecazlarından hiçbir şey anlamıyor!
Şüphesiz Jinshi’nin eski hizmetkârı sabahları onun uyanmasından önce odayı ısıtmak için mangal yakıyordu. Suiren’i bu denli hırpalayan korkunç bir efendiydi Jinshi—üstelik ortadaki emeğin farkında bile değildi. Maomao, farkında olmadan adama ters ters bakarken yakaladı kendini.
“Ah, işte bu yüz ifadesini uzun zamandır görmemiştim,” dedi Jinshi, hiç rahatsız olmuş gibi görünmeden. Hatta öyle memnun bir hali vardı ki Maomao, bu adamın aklından şüphe etmeye başladı. Eğer Gaoshun burada olsaydı, muhtemelen alnına elini dayayıp Maomao’ya anlamlı bir bakış fırlatırdı. Ama Jinshi’nin şimdiki yoldaşı Basen’in böyle bir fırsatı yoktu—çünkü o şu anda bambaşka şeylerle meşguldü. Yolculuk, çok daha kurak bir bölgeye doğru ilerliyordu ve bu yüzden ortama alışkın atlar bulmaları gerekiyordu. Her gün yeni bir atla ilerliyorlardı, ama bu sefer hem arabayı hem de tüm korumaları taşıyacak kadar hayvana ihtiyaç vardı—hem de bambaşka bir türden.
Burası ufacık bir kasabaydı—birkaç düzine evin çevrelediği büyükçe bir han. Ama ana bir yol buradan geçiyordu ve dediklerine göre bu bölgeden uygun atlar bulmak mümkündü. Yine de, bu kadar hayvanı bir araya getirmek biraz zaman alacaktı.
“Ben şahsen erzak kısmıyla daha çok ilgileniyorum,” dedi Maomao, bir dükkânın önündeki ekmeklere göz gezdirerek. Çoğu kızartılmıştı—muhtemelen yerel yağ üretiminin etkisiydi bu. Özellikle dikkatini çeken şey, kıvrık ve kızarmış bir hamur tatlısıydı: mahua—yani “kenevir çiçeği.” Adına son derece yakışır bir görüntüsü vardı. “İçinde keten tohumu var!” yazıyordu ekmeklerin yanında duran bir tabelada. Bu kızartılmış hamurlar uzun süre dayanırdı—ve daha da önemlisi, Jinshi belli ki oldukça ilgilenmişti.
Acaba soyluların damak zevkine uyar mı… diye geçirdi içinden Maomao, şüpheyle. Yine de yaşlı fırıncıya döndü ve, “Bir tane alayım,” dedi.
“Hay hay, ama yanına bir tane daha istemez misiniz?” diye sordu adam.
“Lezzetliyse alırım.” Maomao, bambu yaprağına sarılı mahuayı aldı ve dikkatlice ısırdı. Yeni yapılmıştı—hâlâ sıcacıktı ve yumuşacıktı. Ağzını yakmamak için ağır ağır çiğnedi.
Jinshi ona döndü. “Ne o, paylaşmayacak mısın?”
“Zehir testi yapıyorum,” dedi Maomao, hiç istifini bozmadan. Ekmeklerin taze olması güzeldi. Yanındakilere yetecek kadar çok vardı. Hatta bambu yaprakları yetmeyince, dükkâncı kalanları kenevir lifinden yapılmış kaba bir çuvala koydu, içine de ucuz kağıt serdi ki yağ çuvalı delip geçmesin.
Jinshi, çuvaldan bir mahua çekip ısırdı. “Fena değil,” dedi. Açıkçası, eğer yediği şey saray aşçısının yaptıklarından daha iyi olsaydı, bu yeni bir saray aşçısı aramanın zamanı geldiği anlamına gelirdi.
“Gerçekten de böyle sokakta dolanmaya vaktiniz var mı, Jinshi-sama?” diye sordu Maomao.
“Basen, kâğıtçılar köyünde olanlardan sonra hayli yorgun görünüyordu. Benim biraz ortalıktan kaybolmam ona dinlenme fırsatı verir.” Gerçekten de Basen çok kötü bir yalancıydı; Jinshi’nin üstüymüş gibi davranmak onu epey yormuş olmalıydı. Bu yönüyle babasından hiç farkı yoktu.
Yürürlerken Maomao etrafta başka ilginç şeyler de gördü. Batıya gittikçe hayvancılık artıyor, dolayısıyla süt ürünleri de daha yaygın hâle geliyordu. Bu tür ürünlerle dolu bir dükkândaki rafları incelerken yaşlıca bir kadın, sobada yanan ateşi harlıyordu. Mutfağın ana direğinde garip bir desen vardı. Her bölgenin kendine has bir inancı olurdu; buradakiler de belli ki yılana tapıyordu—ya da desenin ima ettiği buydu. Jinshi, motifi görünce hafifçe kaşını kaldırdı.
“Affedersiniz,” dedi Maomao, kadına dönerek.
“Evet?”
“Bunlardan birkaç tane alabilir miyiz? Ücretiyle, elbette.”
Yanlarında taşıdıkları kuru erzakları yemekten zamanla bıkacaklardı. En azından birkaç gün dayanacak taze süt ürünleriyle kendilerini biraz şımartmak istiyordu Maomao.
“Hmm. Hangilerinden istiyorsunuz?” Kadın, Maomao ve Jinshi’yi baştan aşağı dikkatle süzdü.
“Şundan ve şundan... Hımm, bir de şu. Her birinden on tane. Elinizde ilginç bir şey daha varsa, onu da alırız.”
“Bekleyin bir saniye,” dedi kadın ve raflardan ürünleri toplayıp kenevirden bir torbaya koydu. “Buna ne dersiniz?” Başta pazarlıkçı biri gibi görünmüştü ama beklenmedik şekilde uygun bir fiyata hem taze hem de kaliteli ürünler verdi.
“Rahatsızlık verdik. Çok teşekkür ederiz,” dedi Maomao içtenlikle.
Kadın gülümsedi. “İnsan bilemez, belki tanrılar bir yerlerden sizi izliyordur. Şurada bile biri var,” diyerek direği işaret etti.
Hmm, diye geçirdi içinden Maomao—böyle inançlara karşı bir alıp veremediği yoktu. Yine de, kadının bu kadar cömert olması yüzünden birilerinin onu kolayca kandırabileceğinden endişeleniyordu. “Demek burada yılanlara tapılıyor,” dedi göz ucuyla direğe bakarak.
“Doğru,” dedi kadın. “Beyaz bir yılanın görüldüğü yıllarda mutlaka iyi bir hasat olur.”
Bu bir batıl inanç olabilirdi, ama Jinshi’nin yüzü kadının bu sözleriyle karardı. Muhtemelen Beyaz Hanımefendi hakkında anlatılanları duymuştu. Belki de onunla ilgilenme görevi bile verilmişti. Maomao, kadına sorular sorarken Jinshi’nin biraz daha geride durmasını dilese de nafileydi; hem yanığı hem de bu karanlık ifadesiyle, kadın durmadan Jinshi’ye tuhaf tuhaf bakıyordu.
Maomao’nun yılanlara özel bir alerjisi yoktu ama “beyaz yılanlar”dan söz edilince yüzüne hafif bir asıklık yerleşti. Acaba o esrarengiz ‘ölümsüz’ şu anda nerededir ki?
“Batıya gidiyorsunuz galiba. Dikkatli olun,” dedi kadın, süt ürünlerini özenle paketlerken. Pakette Maomao’nun sipariş ettiğinden biraz fazlası vardı—belki de bir nezaket nişanesi olarak küçük bir hediye.
“Nedenmiş o?” diye sordu Maomao.
“Duyduğuma göre o tarafta, anayol boyunca son zamanlarda haydutlar çoğalmış. Tüccarlar bile zorunlu olmadıkça oradan geçmek istemiyormuş.”
Demek ki normalde bu tür yiyecekleri tüccarlara satıyordu. Ama müşteri sayısı azalmış olmalıydı; bu durumda Maomao ve Jinshi’ye indirim yapmak, hiç satış yapmamaktan iyiydi. Hediye ettiği fazladan ürünler de rafında yer açacaktı elbette.
“Anlıyorum. Teşekkür ederim,” dedi Maomao. “Dikkatli oluruz.” Ardından Jinshi’ye göz ucuyla bakarak hadi dönelim artık dercesine başını çevirdi.
Haneye döndüklerinde, ortalığı hoş bir çay kokusu sarmıştı. Basen, atların ayarlanmasından sonra bir anlığına dinleniyordu. Jinshi’yi görünce doğruldu. “Hayvanlar sabaha hazır olur,” dedi. “Ama yerel bir kılavuz kullanmak zorundayız.” Bahsettiği, yük taşımacılığı yapan yerel atlı şirketlerden biriydi.
“Pekâlâ,” dedi Jinshi, bir sandalyeye çökerken. Basen, Maomao’ya Haydi çay yap! anlamına gelen bir bakış attı. Maomao da omuz silkip taze sıcak su almak üzereydi ki Jinshi, “Sorun değil. Ilık da olur,” dedi.
“Emin misiniz, efendim?”
Eğer öyle diyorsa sorun yoktu. Demlikte hâlâ yeterince su vardı. Maomao sadece biraz taze yaprak ekledi.
“Haydutlardan söz ettiler,” dedi Jinshi, ılık çayından bir yudum alırken. “Evet efendim, bana da aynı şey söylendi,” dedi Basen. “Zaten atları kiralayabilmemizin şartı da bu rehberi yanımıza almamızdı.”
Haydutluk pek çok biçimde ortaya çıkabilirdi; bu durumda söz konusu olan, “geçiş ücreti” talep eden türden haydutlardı. Eğer yolculuk sırasında karşılarına çıkmazlarsa ne âlâ; ama karşılaşırlarsa, yanlarında yerel durumu bilen biri olması sayesinde, muhtemelen yüklerinin bir kısmını vererek paçayı sıyırabilirlerdi.
Maomao göz ucuyla Jinshi ve Basen’e baktı. Her ikisi de esasen iyi eğitimli askerlerdi ve hükümet görevlisi sıfatıyla haydutluk gibi bir suça göz yumamazlardı—ama ellerindeki kuvvet bu suçluları tamamen ortadan kaldırmaya da yetmezdi. İkisinin de yüzü pek memnun görünmüyordu. Maomao ise içinden sadece umarım hiçbirine denk gelmeyiz diye geçirdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.