Yukarı Çık




5.5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   6.1 


           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 6: Ama Saika Totsuka Bir Tane

Kız kardeşim Komachi, bir elinde reçelle kaplı bir tost tutarken öbür eliyle hevesle bir moda dergisine gömülmüştü.
Ben de sabah kahvemi yudumlarken yanından sarkıp gizlice bakıyordum.
Dergideki makaleler öyle can sıkıcı ifadelerle doluydu ki — “güvenli seks”miş, “aşırı havalı”ymış...
Okudukça aptallaşıyormuşum gibi hissediyordum. Kahvem ağzımın kenarından sızarken istemsizce, “Blegh...“ diye homurdandım.
Cidden mi yani? Japonya’nın hâli harap mı olacak bu gidişle?

Bu yazılara zeka eğrisi çekilse, en fazla yüzde yirmi beşlik dilimde kalırlardı.
Dahası, Komachi satırları okurken başını sallar halde onaylıyordu.
Hangi kısmı seni bu kadar etkiliyor acaba?

Sözde bu moda dergisi, Heaventeen, ortaokul kızları arasında bir numaraymış.
Hatta okumayanlar dışlanıyormuş.
Komachi sayfaya kırıntılar dökerek “Ooh!” diye hayranlıkla iç çekti.
Ne yapıyorsun sen? Yalnız başına Hansel ve Gretel mi oynuyorsun?

Saat yedi kırk beşti.

“Hey, saate baksana,” dedim.
Kendini dergiye kaptırmıştı, ben de dirseğimle omzunu dürttüm.

Komachi birden irkilip saate baktı. “Hii! Eyvah eyvah!”
Dergiyi bir çırpıda kapatıp ayağa fırladı.

“Hey hey hey, ağzına baksana, hey! Üstü batmış.”

“Ha? Yok artık. Jam olmuşum mu?!”

“Ağzın otomatik tüfek mi? O kelimenin anlamı o değil!”

Komachi pijamasının koluyla ağzını silerken, “Ayy, batırdım yine yaa...” diye söylendi.
Yani... kardeşim yakışıklı bir adamdı. Gerçekten.

“Biliyor musun abi, bazen senin ne dediğini hiç anlamıyorum.”

“O sensin! Senin!”
Komachi, beni tamamen görmezden gelerek okul forması için telaşla oraya buraya koşturdu.
Pijamalarını çıkardığında, pürüzsüz beyaz teniyle birlikte beyaz bir spor sütyeni ve beyaz külotu da ortaya çıktı.

Burada soyunma. Burada değil.

Kız kardeşler tuhaf varlıklar.
Ne kadar tatlı olurlarsa olsunlar, onlara karşı gerçekten bir şey hissedemezsin.
İç çamaşırları gözümde sadece kumaş parçasıydı.
Güzel bir kızdı, evet — ama sanırım benzerliğimiz yüzünden böyle, diye düşünüyordum.
Gerçekten kardeş olunca işin doğası bu oluyor işte.

Komachi’nin dağınık bir şekilde giydiği formaya göz ucuyla bir bakış attım.
Dizlerine kadar inen eteğinin altından, çoraplarını giyerken iç çamaşırı açıkça görünüyordu.
Ben ise sütü ve şekeri kendime doğru çektim.

Muhtemelen bu ay göğüsleri büyüsün diye uğraşıyordu, çünkü son zamanlarda epey süt içiyordu.
Umurumda bile değildi.
Ama kalkıp “kız kardeşimin içtiği süt“ ifadesini anlamlı bir vurgu gibi italikleştirirsen, bir anda iş garipleşiyor.
Ama... kim umurunda?
Sütü kendime çektim çünkü o benim kahveme konacaktı.
Yani sırf Komachi içmiş diye değil.

Ben doğuştan Chiba’lıyım.
Burada derler ki, Chiba çocukları ilk banyosunu Max Coffee içinde alırmış, anne sütü yerine de onunla beslenirmiş.
O yüzden benim kahvem tatlı olmak zorunda.
Yoğunlaştırılmış süt varsa tadından yenmez.
Ama istersem sade de içerim, tamam mı?

“Hayat yeterince acı, kahve en azından tatlı olmalı...”
diye kendi kendime mırıldandım ve şekeri bol kahveyi tek yudumda diktim.
Bu laf, resmen Max Coffee için slogan olur ha.

Ne lezzet...
Demek istediğim, az önce bulduğum reklam cümlesi çok iyiydi.
Gerçekten kullanmalılar.

“Abi! Hazırım ben!”

“Abi hâlâ kahvesini içiyor.”
Dedim, From the Northern Country dizisinden izlediğim bir taklidi yaparak — ama hiç benzememişti.

Tabii ki Komachi hiçbir şey anlamadı.
Sadece neşeyle şarkı söyler gibi,
“Geç kaldım, geç kaldım!”
diye söylendi.
Geç kalmak istiyormuş gibi gelmeye başlamıştı bana.

Birkaç ay önce olan bir şeydi bu. Aptal kız kardeşim o gün okula geç kalmıştı çünkü uyuya kalmıştı. Ben de onu bisikletimin arkasına alıp okula götürmek zorunda kalmıştım. O günden beri yavaş yavaş onu okula götürmem rutin hâline geldi.

Bir kadının gözyaşından daha güvenilmez bir şey yoktur. Özellikle Komachi bu konuda küçük kız kardeşlerin doğuştan sahip olduğu o ağlama yeteneğine sahipti ve abisini parmağında oynatma işinde ustalaşmıştı. Gerçekten de acımasızdı. Onun sayesinde, kafama kazınmış durumda: Kadınlar = Komachi gibi erkekleri kullanan insanlar. “Eğer kadınlara artık güvenemezsem, bu senin suçun olacak. Ya ilerde evlenemezsem, yaşlanınca ne halt edeceğim?”

“O zaman ben sana bakarım, tamam mı?” diyerek gülümsedi. Onu hep çocuk gibi düşünürdüm ama o sırada yüzünde öyle olgun bir ifade vardı ki, kalbim bir an duracak gibi oldu. “Çalışırım, para biriktiririm… Seni bir huzurevine falan yerleştiririm.”

…Sanırım o kadar da olgun değil, sadece tipik bir yetişkin gibi.

“Gerçekten de benim kız kardeşimsin.” diyerek iç geçirdim. Kahvemin son yudumunu da içip ayağa kalktım. Komachi ise sırtıma dürttü.

“Senin yüzünden bu kadar geç kaldık! Hadi ama, okula geç kalacağım!”

“Ulan velet…” Kardeşim olmasaydı kesin bir tekmeyi basardım. Genelde roller ters olurdu ama Hikigaya hanesinde işler farklı işlerdi. Babam abartılı şekilde kız kardeşime düşkündü, ve şu meşhur lafı —“Kızımın yanına gelen her erkeği öldürürüm, abisi bile olsa”— beni bile yıldırmıştı. Eğer onu tekmelemeye kalksaydım, kesin dayak yer evden kovulurdum.

Yani demem o ki, kendi evimde bile kast sisteminin en alt basamağındaydım. Okulu falan boşver.

Kapıdan çıktım, bisikletin üzerine attım kendimi. Komachi de arka tarafa bindi. Belime sıkıca sarıldı. “Hadi gidelim!”

“Teşekkür bile etmeyecek misin?” İki kişi bisiklete binmek trafik yasalarına aykırıydı ama Komachi içten içe hâlâ bir bebek olduğu için, bu konuda affedilmemizi rica ediyorum.

Hafifçe pedal çevirmeye başladım. Komachi hemen homurdandı: “Bu sefer kaza yapma ha. Çünkü yanında ben varım.”

“Ben yalnızken kaza yapmam sorun değil yani?”

“Hayır, hayır, hayır. Bro, bazen şu gözlerinde o bayat balık bakışı beliriyor ve böyle boş boş bakmaya başlıyorsun ya, işte o zaman korkuyorum. Bu, kardeş sevgisi tamam mı?” Yüzünü sırtıma gömüp yapıştı. O cümlenin öncesinde söylediği şey olmasa sevimli bile sayılabilirdi ama bu hâliyle tek kelimeyle manipülatifti.

Yine de, ailemi endişelendirmek gibi bir niyetim yoktu. “Tamam, dikkatli süreceğim.”

“Özellikle de ben arkadayken. Bu ciddi bir mesele.”

“Yoldaki her tümseğe bilerek gireceğim, velet.” Her ne kadar öyle desem de, onun “Ayy!”, “Popoma çarptı!”, “Şimdi ben artık hasarlıyım!” şeklindeki yakınmalarını duymamak için düzgün zeminden gittim. Komşuların bana attığı o “şüpheli abi” bakışlarından bıkmıştım. Her şekilde, güvenli bir yolculuktu.

Okula başladığım gün, yani açılış töreni sabahı, trafik kazası geçirmiştim. O gün yeni hayatıma başlayacağım için deli gibi heyecanlıydım, bu yüzden evden bir saat erken çıkmıştım ama talihsizlik işte...

Saat yedi civarıydı sanırım. Mahallede bir kız köpeğini gezdiriyordu. Ama köpek bir anda tasmasından kurtuldu. Aynı anda, şatafatlı bir limuzin köşeden dönüp geldi. Ben de ne yaptığımı bile anlamadan koşa koşa atıldım. Sonunda ambulansla hastaneye kaldırıldım. Ve o olay, yeni okul hayatımda “tek başına takılan çocuk” kaderimi mühürledi.

Kaza yüzünden yepyeni bisikletim paramparça oldu, ve sol bacağımda bir kırık meydana geldi. Eğer bir futbolcu olsaydım, bu olay Japon futbolunun geleceğine kara bir leke olurdu. Neyse ki, futbolla alakam yoktu.

Yaralanmam çok ağır olmadığı için biraz şanslı sayılırdım. Ama şu konuda kurtuluşum yoktu: Ailem dışında kimse hastaneye ziyarete gelmemişti. Ailem bile üç günde bir uğruyordu. Yahu her gün gelseniz ölür müsünüz?

Ben hastanedeyken ailem için yeni bir gelenek başlamış: Her ziyaret sonrası kız kardeşimi yemeğe götürüyorlarmış. Her seferinde de gelip bana ballandıra ballandıra anlatıyorlardı: “Geçen gün suşi yedik”, “Bu sefer de barbekü yaptık” falan… O an Komachi’nin serçe parmağını kırmayı düşündüm.

“Ama bak, çabucak iyileşmen iyi oldu. Kesin alçın çok iyiydi. Alçılar, linimentlerle iyi çalışıyor, di mi?”

“Salak, o ligament! Hem ben bağ sakatlaması yaşamadım, kemik kırıldı!”

“Yine ne dediğin anlaşılmıyor, Bro.”
“Hayır! Anlaşılmaz konuşan sensin! Senin konuşman garip!”

Ama ben ne dersem diyeyim, Komachi hiç umursamadı ve konuyu değiştirdi; hem de bunu gayet doğal bir şeymiş gibi yaptı. “Yaanii...”

“Ha? Issei Fuubi Sepia göndermesi mi şimdi bu? Çok eski kaldı be.”

“‘Yani’ dedim Bro. Hiç dinlemiyorsun ki.”

“Sen de düzgün konuşamıyorsun.”

“Yani, senin o kazadan sonra, o köpeğin sahibi eve gelip teşekkür etti.”

“Bunu hiç duymadım...”

“Sen baygındın. Bize tatlı getirmiş. Çok lezzetliydi.”

“Bi’ saniye, ben hiç yemedim o zaman! Neden bana söylemeden hepsini yedin?” diyerek dönüp Komachi’ye baktım ama o sadece sinsi sinsi gülümsedi, “hihihiii” gibi sesler çıkardı. Sinir bozucuydu.

“Ama aynı okula gidiyorsunuz, değil mi? Teşekkür etmeye okulda geleceklerini söylediler.”

O anda istemsizce frene bastım. Komachi “Aah!” diye bağırıp sırtıma çarptı. “N’oluyo ya?! Neden birden durdun?!”

“Neden bunu daha önce söylemedin? Adını almadın mı?”

“Hımm... Sanırım ‘tatlıcı kişi’ gibi bir şeydi?”

“Of ya, bu ne, ofise tatlı getiren eleman mı? Bir de ‘jamboncu adam’ der gibi söylüyorsun. Gerçek ismi neydi?”

“Hıımm, unuttum. Aa! Okula geldik! Ben kaçtım!” der demez bisikletten atladı ve okul kapılarına doğru koşmaya başladı.

“Ne cadı ya.” diye söylendim, arkasından sinirle baktım.

Tam binaya girmeden önce aniden dönüp bana selam çaktı. “Görüşürüz! Teşekkürler, Bro!” dedi ve el sallayıp gülümsedi. Her ne kadar berbat bir kardeş olsa da o an biraz sevimli görünüyordu. Ben de ona el salladım. Bunu görünce araya bir şey daha sıkıştırdı: “Dikkat et, arabalara falan!”

İç geçirdim, bisikletin yönünü değiştirdim ve okulun yolunu tuttum… Yani o köpek sahibinin olması muhtemel kişinin olduğu okula.

Onunla tanışmak gibi bir isteğim yoktu. Sadece biraz merak ediyordum. Ama eğer bir yıldan fazla aynı okula gidip hâlâ karşılaşmamışsak, o da görüşmek istemiyor olabilir. Olur öyle. Sonuçta birinin köpeğini kurtarıp kolumu kırmıştım. Eve gelip teşekkür etmesi bile yeterince fazlaydı zaten.

Bisikletimin ön sepetine göz atınca, bana ait olmayan siyah bir okul çantası gördüm. “Salak…” diye homurdandım. Hemen geri dönüp pedallamaya başladım; o sırada Komachi gözleri yaşlarla dolmuş halde arkamdan koşuyordu.

Yeni ayla birlikte, beden eğitimi dersinde yeni etkinlikler de başlamıştı. Bizim okulda üç sınıf birleştirilerek tek bir beden eğitimi dersi yapılırdı, yani toplamda altmış erkek öğrenci, sonrasında iki gruba ayrılırdık. Geçen aya kadar voleybol ve atletizmle uğraşıyorduk. Bu ay ise sıra tenis ve futboldaydı.

Zaimokuza’yla ben pek takım oyuncusu sayılmazdık. Daha çok bireysel yeteneklerini ön plana çıkaran tek kişilik yıldızlar gibiydik. Bu yüzden futbolda sadece bir engel olacağımıza kanaat getirip tenis seçeneğini tercih ettik.

Sonuçta ben, eskiden geçirdiğim o meşhur bacak sakatlığı yüzünden futbol kariyerini geride bırakmış bir adamdım. Gerçi hayatım boyunca hiç futbol oynamamıştım ama olsun. Görünüşe göre bu sene tenise epey talep vardı, o yüzden amansız bir taş-kağıt-makas turnuvası yapıldı. Ben şans eseri tenis tarafında kalmayı başardım, ama Zaimokuza kaybederek futbol cephesine sürgün edildi.

“Heh, Hachiman… Ne hazin! Büyülü vuruşumun sırrını açığa çıkarma fırsatını yitirdim. Madem sen yoksun, pas çalışmasını kiminle yapacağım ben?!” Cümleye kendinden emin ve kararlı başlamıştı ama sonuna doğru sesi titredi, ifadesi acınası bir hale büründü. Neredeyse duygulanacaktım. Gerçi ben de aynı sorunla karşı karşıyaydım.

Sonra tenis dersi başladı. Sözüm ona birkaç ısınma hareketinin ardından, beden eğitimi öğretmeni Atsugi temel tekniklerle ilgili bir konuşma yaptı. “Tamam, şimdi biraz ralli yapın. İkişerli gruplara ayrılın, biriniz filenin bir, diğeriniz öteki tarafında olsun,” dedi.

Herkes anında eşleşip kortun iki yanına dağıldı.

Nasıl bu kadar hızlı hareket edebiliyorsunuz, gözünüzü bile kırpmadan partner buluyorsunuz? Yoksa göz temasına gerek duymadan pas atma ustaları mısınız siz?

Yalnızlık radarım alarm vermeye başlamıştı; toplum önünde rezil olma tehlikesi kapıdaydı. Ama korkmuyordum. Çünkü böyle durumlar için gizli bir planım vardı.

“Şey, aslında bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum. O yüzden duvara karşı top sektirsem olur mu? Başkalarına yük olmak istemem,” dedim. Atsugi cevap vermeye fırsat bulamadan hemen topumu alıp duvarın yolunu tuttum. Bir kere başlayınca, araya girmek için fırsat da kalmamıştı ve öğretmen bir şey demedi.

Mükemmel. Baştan sona kusursuz plan.

“Kendimi pek iyi hissetmiyorum” + “size yük olmak istemem” itirazlarının sinerjik kombinasyonu, insanın aslında etkinliğe katılmak istediği izlenimini verdiğinden dolayı aşırı etkiliydi. Yalnız geçen uzun yılların ardından, beden eğitimi dersindeki eşleşme zorunluluğuyla baş etmenin nihai tekniğini sonunda öğrenmiştim. Bir ara Zaimokuza’ya da öğretirim, sevinçten gözyaşı döker.

Vaktimi topa servis atarak, peşinden koşarak ve neredeyse mekanik bir biçimde onu karşılayarak geçiriyordum. Bu sırada diğer çocukların coşkulu bağırışları arasında top sektirme şovları yaparkenki neşeleri kulağıma çalındı.

“Vay! Oha! Gördün mü, süper değil mi?”

“Çok iyiydi! Alamaz ki onu! Bu el senin artık!” diye haykırıyorlardı; görünüşe göre epey eğleniyorlardı.

Ben de içimden “Kesin sesinizi de geberin,” diyerek o tarafa döndüm… ve Hayama’yı gördüm.

Hayama’nın grubu, çift olmaktan çok bir dörtlüyü andırıyordu. Sınıfta sık takıldığı sarışın bir çocuk vardı ama diğer ikisini tanımıyordum; muhtemelen C ya da I sınıfındandılar. Ne de olsa tam bir “cool çocuklar” havası yayıyorlardı. Sahanın en curcunalı noktası onlarınkiydi.

Hayama’nın smacını karşılayamayan sarışın aniden “Vay canına!” diye bağırdı, herkes dönüp ona baktı. “Az önceki vuruşun, Hayama! Çok sertti! Fırladı değil mi? Döndü, değil mi?”

“Yok ya, yanlışlıkla slice vurdum. Pardon, kaçırdım,” dedi Hayama, elini kaldırarak özür diledi.

Ama sarışın arkadaşı bu özrü tamamen görmezden geldi. “Yok artık! Slice mı?! Bu resmen mucize top! Gerçekten çılgıncaydı. Sen harikasın, Hayama!”

“Öyle mi diyorsun?” Hayama onun enerjisine ayak uydurdu ve neşeyle gülümsedi.

Yanlarında pratik yapan diğer ikisi de hemen dahil oldu. “Tennis işinde iyisin ha, Hayama. Az önceki slice’ı bana da öğret.” Bu yaranmacı, kahverengi saçlı ve sessiz görünümlüydü. Muhtemelen aynı sınıftandılar ama adını bilmediğim için pek de önemli biri değildir herhalde dedim kendi kendime.

Bir anda Hayama’nın grubu altılıya dönüştü. Bu sınıfta görülmüş en kalabalık parti olmuştu. “Altılı” kelimesi bir anda kulağımda “seksroid” gibi tınladı. Evet, evet... çok müstehcen.

Her neyse, tenis dersi böylece Hayama Krallığı’na dönüştü. Artık sahada Hayama’nın grubunda olmayanlar beden eğitimi dersine katılamaz hale gelmiş gibiydi. Doğal olarak, grubun dışında kalan herkes sessizleşti. Bu sansürdür. Basın özgürlüğü geri gelsin.

Tahmin edeceğin üzere Hayama’nın grubu gürültülüydü ama bu gürültüyü çıkaran bizzat Hayama değildi. Çevresindekilerdi. Aslında onların sözcüsü, yani sarışın olan, başlıca gürültü kaynağıydı.

“Slaaaayss!”

İşte bak, gürültülü.

Ama o sarışının biraz önce vurduğu top slice falan değildi. Hayama’nın yanından dışarı fırlayıp sahanın loş, nemli, güneş görmeyen köşesine, yani... tam bana doğru geldi.

“Aaa! Pardon! Gerçekten özür! Şey... uh... selam? Hikitani? Hikitani, topu alabilir misin?”

Hikitani de kim? Düzeltmeye üşendim. Topun yuvarlandığı köşeye gidip aldım ve ona doğru fırlattım.

“Sağ ol!” Yüzünde parlayan bir gülümsemeyle Hayama bana el salladı.

Ben de hafifçe eğilerek selamını aldım. Neden eğildim ki şimdi? İçgüdüsel olarak Hayama’yı sosyal olarak üstümde biri olarak değerlendirmiştim belli ki. Bu bayağı beta bir hareketti. O kadar ezik hissediyordum ki, kendi içimde “Acaba benden daha kaliteli betalar da var mıdır?” diye bile düşündüm. Gittikçe kararan hislerimi duvara yansıttım.

Gençlikle birlikte duvarlar da gelir.

Madem konuyu açtık, küçük göğüslü kızlara neden nurikabe (sıva duvar) deniyor acaba? Bir teoriye göre nurikabe, aslında tanukilerin—hani şu rakun köpeği gibi olan yaratıklar—şekil değiştirip ruh haline bürünmüş haliymiş. Ve bu engel ruh, aslında tanukinin aşırı esneyen torbalarıymış. Ne biçim duvar bu? Epey... yumuşak bir duvar olmalı! Hatta bu durumda, nurikabe diye aşağılanan küçük göğüslü kızlar paradoksal olarak aşırı yumuşak olmuyorlar mı? Q.E.D. – İspat tamam. Aptalca.

Neyse, Hayama bu tür şeyleri anlayamaz zaten. Bu mucizevi hipotez, sadece benim olağanüstü sezgilerimle mümkündü.

Evet, bugünlük beraber kaldık diyelim. Öyle yapalım.

Öğle yemeği vakti.

Her zamanki yerimde öğle yemeğimi yiyordum—birinci kattaki özel kullanım binasının dışında, revirin hemen yanı, okulun arka tarafına çapraz düşen noktada. Oturduğum yerden tenis kortunu görebiliyordum. Bir sosisli sandviç, bir ton balıklı onigiri ve bir Napolitan çöreği kemiriyordum. Huzur içindeydim.

Bendir gibi ritmik bir ses uykumu getiriyordu. Görünüşe göre, öğle arasında kız tenis kulübünden bir kız antrenman yapıyordu. Hep duvara dönük durur, servis atar, ardından da topun peşinden zarifçe koşup onu geri çevirirdi. Yemeğimi mideye indirirken onun sahada koşuşturmasını izliyordum.

Öğle arası muhtemelen bitmek üzereydi. Limonlu soğuk çayımı meyve suyu kutusundan höpürdetirken rüzgâr uğuldamaya başladı. Yönü değişmişti.

Havanın durumuna göre değişse de, okul deniz kenarında olduğu için genelde öğleye doğru rüzgâr yön değiştirirdi. Sabahları denizden karaya doğru eserdi ama sonra geldiği yöne geri dönercesine tersine dönerdi. Bu esintiyi tenimde hissetmek, yalnız başıma otururken hiç de fena bir his değildi.

“Ha? Aaa, sen misin Hikki?”
Rüzgârın taşıdığı tanıdık bir ses kulağıma ulaştı. Başımı çevirdiğimde, Yuigahama eteğini rüzgâra karşı bastırarak orada dikiliyordu. “Niye buradasın böyle bir yerde?”

“Her zaman burada yiyorum.”

“Öyle mi? Neden ki? Sınıfta yesen daha iyi olmaz mı?” diye sordu. Suratındaki ifade gerçekten şaşırdığını belli ediyordu.

Cevap vermedim. Eğer yapabilseydim, zaten burada yemezdim ki. Aklını biraz çalıştır, cidden. Konuyu değiştiriyorum. “Peki ya sen niye buradasın?”

“Ha, evet ya! Aslında… şey… Yukinon’la taş-kağıt-makas oynadık, o beni yendi, bu da benim cezam oluyor yani?”

“Benimle konuşmak mı ceza?”
Vay canına, bayağı sert bir laf bu. Bari gidip öleyim de kurtulayım.

“H-hayır hayır! Kaybeden kişi içecek almaya gidiyor sadece!”
Yuigahama panikle ellerini sağa sola sallayarak kendini savundu.

Ha, bu içimi rahatlattı. Az kalsın gerçekten kendimi falan asacaktım. Derin bir iç çektim, Yuigahama da usulca gelip yanıma oturdu.

“Gerçi başta Yukinon gelmek istemedi. ‘Kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılayabilirim. Egemenlik arzusunun ufak bir tezahürü bana keyif vermez,’ falan dedi.”
Bunu söylerken bir de Yukinoshita’nın ses tonunu taklit etti. Üstelik neredeyse birebir yapmıştı. Şaşılacak derecede benzerdi.

“Tam onun tarzı işte.”

“Değil mi ama? Ama ben de ‘Yenemeyeceğini mi düşünüyorsun yoksa?’ deyince kabul etti.”

“O da onun tarzı.”
Yukinoshita hep kendini çok havalı gösterirdi ama iş yarışmaya geldi mi, kaybetmeyi hiç hazmedemezdi. Geçen gün Hiratsuka-sensei’nin meydan okumasını da hemen kabul etmişti sonuçta.

“Yarışmayı kazandığında sessizce minik bir zafer yumruğu yaptı, biliyor musun. Aşırı tatlıydı.”
Yuigahama hayran hayran iç geçirdi. “Kaybettiğim için ceza almak bu kadar keyifli ilk defa oluyor sanırım.”

“Daha önce de mi yaptın böyle şeyler?” diye sordum. Yuigahama başını salladı.

“Birazcık.”

Onu dediği anda bir şey hatırladım. Ah evet, her öğle arası sonunda sınıfın köşesinde taş-kağıt-makas oynayan, salakça gülüp eğlenen bir grup vardı hep…

“Hmph. O in-crowd muhabbetleri ne hoş ama.”

“Niye öyle konuşuyorsun ya? Çok kırıcı oluyorsun. Sen hiç mi sevmiyorsun böyle şeyleri?”

“Elbette sevmem. İç grup, özel espriler falan nefret ettiğim şeyler. Ama gruplaşma kavgalarını severim. Çünkü hiçbiri benim içinde geçtiği bir grup olmuyor zaten.”

“Bu bayağı üzücü bir neden… Ve sen tam bir pisliksin.”

Bırak da öyle kalayım.
Yuigahama rüzgârda saçlarını tutarak gülümsedi. Yüzündeki ifade, sınıfta Miura ve arkadaşlarıyla birlikteykenki hâlinden farklıydı.

İşte o an nedenini anladım.

Tam olarak emin olamam, ama makyajı daha hafifti sanki. Daha doğal bir görünüm tercih etmişti. Belki bunu daha önce bir ara yapmıştır, kim bilir. Zaten kızların yüzüne öyle dikkatle bakan biri değilim, o yüzden emin konuşamam. Ama galiba bu, değiştiğinin bir işaretiydi. Küçük bir değişiklikti gerçi. Neredeyse makyajsız hâliyle, gülümsediğinde gözleri daha bir yumuşuyordu, bu da onu daha genç ve daha samimi gösteriyordu.

“Senin de kendi tayfan var zaten, Hikki. Kulüpte Yukinon’la konuşurken bayağı keyifli görünüyorsun. Bazen sizin muhabbetinize katılamıyorum diye üzülüyorum açıkçası.” Yuigahama dizlerini kendine çekip kucakladı, çenesini dizlerine dayayıp bana bakarken gözleri soru sorar gibiydi. “Ben de seninle daha çok konuşmak istiyorum... Şey, yanlış anlama ama! Y-Yani, Yukinon’la da! Anlıyorsun, değil mi?!”

“Sakin ol. Yanlış bir şey düşünmem.”

“Ne demek şimdi o?!” Yuigahama başını kaldırıp öfkeyle bağırdı.

Yumruk atacakmış gibi bir pozisyon alınca, elimi havaya kaldırarak onu durdurmaya çalıştım ve sonra konuşmaya başladım. “Yukinoshita farklı. O tam bir force majeure.”

“O da ne?”

“Hmm? Ah, ‘force majeure’, yani ‘insan gücüyle karşı konulamayan kuvvet ya da durum’ demek. Zor kelimeler kullandım, kusura bakma.”

“Benim takıldığım o değil! Kelimeyi anladım! Beni aptal yerine koyma! Bu okula giriş sınavlarını geçmiş biriyim sonuçta!” Yuigahama avucunun içiyle gırtlağıma sertçe vurdu. Tam Adem Elması’na denk geldi, nefessiz kaldım.

Bakışları aniden uzaklara daldı. “Hey, giriş sınavları demişken... Açılış töreni gününü hatırlıyor musun?” diye sordu, sesi ciddileşmişti.

“Ha? Köh köh… Ne? Ha evet, o gün bir trafik kazası geçirmiştim.”

“Kaza mı...”

“Evet. Okulun ilk günüydü. Bisikletle gidiyordum, ama bir dangalak köpeğinin tasmasını bırakmış. Köpek yola fırlıyordu, araba çarpacakken ben atlayıp onu kurtardım. Çok yiğit, kahramanca ve aşırı havalı bir sahneydi yani.”

Biraz dramatize ediyordum tabii ama zaten başka kimse o olayı bilmiyordu, kimsenin umurunda da olmazdı. Madem kimse hatırlamayacaktı, ben de fırsatı değerlendirip kendimi parlatabilirdim.

Fakat bunu duyunca, Yuigahama’nın yüzü bir an gerildi ve donakaldı. “B-bir dangalak mı dedin...? Şey... H-Hikki... Sen... kim olduğunu hatırlamıyor musun?”

“O an pek düşünecek hâlim yoktu. Canım fena yanıyordu. Zaten çok da iz bırakmamış demek ki. Muhtemelen sıradan biriydi.”

“Sıradan mı...? Şey, o gün makyaj yapmamıştım tabii... Saçım da boyalı değildi... Üstümde de pijama gibi bir şey vardı, öylesine fırlatıp giymiştim... Ama... şey, ayıcık desenliydi sanırım, biraz aptalca görünüyordu tabii...”

Yuigahama öyle kısık konuşuyordu ki ne dediğini zar zor anlayabiliyordum. Ağzını bile zor açıyordu, kelimeleri çiğniyormuş gibi. Başını öne eğmişti. Karnı mı ağrıyordu acaba?

“Ne oldu?”

“H-hayır bir şey yok... Neyse! O kızı hatırlamıyorsun değil mi?!”

“Sana dedim ya, hatırlamıyorum... Ha? Kız mı demiştim?”

“Ha?! Ş-şey, evet! Kesinlikle öyle dedin! Hatta hep kızlardan bahsettin!”

“Ne kadar sapık biri olduğumu düşünüyorsun sen?” dedim ve Yuigahama başını tenis kortuna çevirirken utangaç bir gülümsemeyle kıkırdadı. Onun bu hareketi beni de o tarafa çevirdi.

Az önce tek başına antrenman yapan tenis kulübündeki kız, terini silerek geri dönüyordu.

“Hey! Sai-chaaaan!” diye seslendi Yuigahama ve el salladı. Anlaşılan tanıdığı biriydi. Kız onu fark edince sevinçle yanımıza doğru koştu.

“Selam. Antrenman mı yapıyordun?”

“Evet. Takımımız berbat durumda, o yüzden öğle aralarında da antrenman yapıyorum... Kortu kullanmak için zar zor izin kopardım. Peki senle Hikigaya ne yapıyorsunuz burada, Yuigahama?”

“Ah, pek bir şey değil,” dedi Yuigahama ve bana döndü, Değil mi? dercesine.

Hayır, ben öğle yemeğimi yiyordum ve sen de bir iş için dışarı çıkmıştın. Ne kuş beyinlisin sen? Nasıl bu kadar çabuk unutabiliyorsun?

Kız—adı anlaşılan Sai-chan’dı—hafifçe güldü. Gerçekten mi? der gibi bir ifade vardı yüzünde.

“Derslerde tenis işleniyor olmasına rağmen öğle arasında da antrenman yapıyorsun ha, Sai-chan? Zor oluyordur!”

“Ah, yok. Sevdiğim için yapıyorum. Bu arada Hikigaya, sen teniste iyisin değil mi?”

Konuşma aniden bana döndü ve ben doğal olarak sessizliğe büründüm. Ne? Bu da nereden çıktı? Hem sen de kimsin? Benim adımı nereden biliyorsun? Kafamda bin türlü soru vardı ama ben daha bir şey diyemeden Yuigahama ağzını kocaman açıp “Ooooooh” çekti, çok etkilenmiş gibiydi.

“Cidden mi?”

“Evet, vuruş stili bayağı düzgün.”

“Of, mahcup ettin şimdi! Ahahah! Bu arada bu kız da kim?” Bu kısmı nazikçe ve sadece Yuigahama duyacak şekilde fısıldayarak söyledim. Ama Yuigahama, gösterdiğim tüm bu dikkati yerle bir etmek üzereydi…

“Neeee?! Ama aynı sınıftasınız! Hatta beden dersiniz bile birlikte! Nasıl bilmezsin?! İnanamıyorum sana!”

“Sa-saçmalama! Tabii ki hatırlıyorum! Sadece bir an kafamdan uçtu! Hem, kızlarla beden dersimiz ayrı zaten!”
Zarifçe geçiş yapayım derken, sağ olsun lafımı çöpe attı. Artık bu kızın adını hatırlamadığım apaçık ortadaydı. Gözleriyle yüzüme öyle bir bakıyordu ki... Eğer bir köpek olsaydı, Chihuahua olurdu. Kedi olsa Munchkin. Öyle sevimli, öyle göz alıcı bir havası vardı.

“Ah, a-ha-ha... Yani... adımı hatırlamıyorsun, ha...? Aynı sınıftayız biz. Ben Saika Totsuka.”

“A-aa, pardon ya... Yeni sınıf değişiminden beri çok geçmedi de... Hani, şey, öyle işte... Anlıyorsun ya?”

“İlk senede de aynı sınıftaydık ama... Demek ki kolay unutuluyorum…”

“Yok, hayır öyle değil! Sadece... hani ben sınıftaki kızlarla pek konuşmadığım için... isimlerini pek öğrenemiyorum...”

“Artık öğren şu ismi!”
Yuigahama kafama bir şaplak indirdi. Bizi izleyen Totsuka ise hafif kırgın bir ifadeyle homurdandı:
“Gerçekten yakınsınız siz, ha...?”

“Ne-ne alakası var?! Hiç de yakın değiliz biz! Aramızda sadece cinayet dürtüsü var! Hikki’yi öldürüp sonra kendimi de öldüreceğim falan öyle bir şey!”

“Kesinlikle! Bekle—NE?! Hayır, istemiyorum öyle sevgili intiharı falan! Çok karanlık işler bunlar!”

“He?! Saçma sapan konuşma! Öyle bir anlamda demedim!”

“Cidden çok yakınsınız...”
Totsuka bu sefer sessizce konuştu, tekrar bana döndü.
“Ama ben erkeğim, biliyorsun... Bu kadar narin mi görünüyorum?”

“Huh?”
Vücudum ve zihnim aynı anda durdu. Kafamı Yuigahama’ya çevirdim, gözlerimle ona “Şaka yapıyor, değil mi?” diye sordum. O ise sadece başını salladı, yanakları hâlâ öfke kırmızısıydı.

Ha? Ciddi mi bu?! Dalga mı geçiyorsunuz?!

Totsuka, şüpheli ifademi fark edip gözlerini kaçırdı. Yüzü kıpkırmızıydı. Gözlerini hafifçe kaldırarak bana baktı. Ellerini yavaşça şortunun ceplerine soktu. O kadar baştan çıkarıcı bir hareketti ki…
“İstersen... kanıtlayabilirim?”

Kalbimin içinde bir şey kıpırdadı.

Şeytan Hachiman, sağ kulağıma fısıldadı.
Ne olmuş yani? Göstersin bakalım! Belki süper bir şansa denk gelirsin, ha?
Aslında, evet… Böyle bir fırsat her zaman ayağına gelmezdi.

Dur bakalım! — İşte melek de geldi.
Hazır kendisi teklif etmişken, neden sadece gömleğini çıkarmasını istemiyorsun?

— Benimle öyle konuşma. Sen melek falan değilsin.

Sonunda, kendi sağduyuma güvenmeye karar verdim.

Gerçekten de, böyle androjen karakterlerin çekiciliği, tam da bu belirsizlikten geliyordu.
Rasyonel düşünceye yöneldim ve bu bana daha mantıklı bir bakış açısı sundu.

“Her neyse, şey... Üzgünüm. Seni tanımıyormuşum gibi davrandım ama… istemeden de olsa kalbini kırdım.”
Ne dediğimi bilemeden gevelerken, Totsuka başını salladı. Gözlerinde biriken yaşları silkelerken gülümsedi.

“Yok, sorun değil.”

“Yine de... Totsuka, benim adımı biliyor olman beni şaşırttı.”

“Huh? Ah, evet. Yani... sonuçta fark ediliyorsun, Hikigaya.”

Yuigahama şaşkınlıkla baktı.
“Huh? Bayağı sıradan biri gibi. Öyle özel bir sebep olmadıkça adını tanımazdım sanırım.”

“Senin derdin ne ya? Ben gayet fark ediliyorum! Gece göğündeki parlayan yıldızlar gibiyim ben!”

“Hayır, hiç de değilsin,” dedi Yuigahama son derece ciddi bir ifadeyle.

“Yalnız başına, sınıfın köşesinde tek başına oturuyorsan... o haliyle gerçekten dikkat çekiyorsun ama.”

“Ah, evet, doğru... şey, özür dilerim.”
Bunu söyledikten sonra Yuigahama başını başka yöne çevirdi. Ama böyle davranması daha da acı vericiydi.

Tam ortam yine kasvetlenmeye başlıyordu ki, Totsuka durumu kurtardı.

“Yani, şey... Teniste gayet iyisin, Hikigaya. Sık mı oynarsın?”

“Yok, en son ilkokuldayken Mario Tennis oynamıştım. Gerçekte hiç oynamadım.”

“O mu? Herkesin partilerde beraber oynadığı oyun değil mi o?” dedi Yuigahama.
“Ben de oynamıştım. Özellikle çiftli maçlar falan bayağı eğlenceliydi.”

“Ben hep tek başıma oynadım ama.”

“Huh? Aa… şey, üzgünüm.”

“Sen... kalbimin en derinlerine gömülü travmaları tek tek eşeleyip çıkaran bir mayın imha ekibinin parçası mısın acaba? Ne iş?”

“Senin kalbinin her yerinde bomba var resmen!”

Totsuka, bizim atışmalarımızı izlerken keyifli bir gülümseme takındı. Ardından teneffüs bitiş zilinin sesi duyuldu.

“Hadi dönelim,” dedi Totsuka. Yuigahama da onu takip etti. Ben ise arkalarından onları izledim, içimde tarif edemediğim tuhaf bir hisle.

Anlıyorum... Aynı sınıftalar tabii, birlikte dönmeleri normal. Ama yine de... Böyle şeyler hep bir iz bırakıyor insanda.

“Hikki? Ne yapıyorsun orada öyle?” Yuigahama dönüp bana anlamayan gözlerle baktı. Totsuka da durmuş, bana yönelmişti.

Gelebilir miyim? diyecektim… ama sustum.

Onun yerine şunu söyledim:
“O suyu almıyor musun yani?”

“Huh? …Ahh!”

Birkaç gün geçti, beden eğitimi dersi tekrar geldi çattı. Sürekli duvarla yaptığım antreman sayesinde, tam bir ‘duvar vuruşu ustası’ haline geliyordum. Artık tek bir adım atmadan, duvarla ciddi ciddi ralli yapabiliyordum.

Ve ertesi günden itibaren birkaç ders boyunca çiftli maçlara geçilecekti. Yani bugünkü ders, ralli antremanlarımın sonuydu. “Son dersse, elimden gelenin en iyisini yapayım bari,” diye düşünmüştüm ki, birden omzuma bir parmak dokundu.

Ne yani, koruyucu bir ruh mu vardı başımda? Sonuçta kimse benimle konuşmadığına göre, bu bir doğaüstü olay olmalıydı, değil mi? Öyle düşünerek döndüm ve sağ yanağıma dürtülen parmağı gördüm.

“Ehe! Yakaladım seni!”
Bu sevimli kahkahanın sahibi Saika Totsuka’ydı.

Hah? Bu da ne şimdi? Kalbim deli gibi atıyordu. Bu çocuk erkek olmasaydı, kesin duygularımı itiraf eder, saniyesinde reddedilirdim.

Bekle… Red mi yerdim yani?!

Totsuka’nın okul üniformasını giydiği hâliyle erkek olduğunu anlamak kolaydı ama beden eğitimi kıyafetlerini giyince—ki hem kızlar hem erkekler aynı formayı giyiyordu—bir anlığına bile olsa kararsız kalıyordun. Şayet bileklerine kadar gelen siyah çoraplar giymiş olsaydı, kesinlikle ayırt edemezdim.

Kolları, beli ve bacakları oldukça zarifti. Cildi ise neredeyse şeffaf denecek kadar bembeyazdı.
Tabii ki göğüsleri yoktu ama...
Yukinoshita’nın da bu konuda pek farkı yoktu hani.

Vay canına... Onu düşünmek bile tüylerimi ürpertmeye yetti.
Neyse ki o düşünce beni kendime getirdi ve hâlâ yüzü gülmekte olan Totsuka’ya cevap verdim.

“Ne var?”

“Şey... Partner olduğum kişi bugün gelmedi de... Acaba... sen... olur musun benimle?”

Yukarı doğru öyle tatlı bakma bana. Lütfen.
Kızararak bakma, o kadar da sevimli olma. Rica ediyorum.

“Olur. Ben de yalnızım zaten,” dedim.
Üzgünüm duvar, seni top manyağı yapamayacağım bugün...

Duvara içimden bir özür diledikten sonra, Totsuka derin bir nefes verdi ve kısık sesle,
“Çok heyecanlıydım ya...” diye mırıldandı.

Böyle şeyler dersen, asıl ben heyecanlanacağım ama!
Cidden çok tatlısın...
Yuigahama’dan duymuştum; kızlar arasında “prens” diye bir lakap takılmış kendisine.
Bu “prens” kelimesi, koruma içgüdüsü yaratmak anlamına mı geliyordu acaba?

Ve böylece Totsuka’yla birlikte ralli antrenmanına başladık.
O zaten tenis kulübündeydi, yani gayet iyiydi.
Benim duvar çalışması sayesinde servislerim kusursuz bir hâle gelmişti ama Totsuka onları ustalıkla karşılayıp tam önüme bırakıyordu.

Vuruş, dönüş, vuruş, dönüş...
Aynı hareketleri defalarca tekrar ettik.
Belki de monotonlaşmaya başladığını düşündüğünden, Totsuka konuşmaya başladı.

“Gerçekten iyisin, Hikigaya.”
Mesafe uzundu, o yüzden sesi yavaş ve uzun geldi kulağıma.

“Çünkü ben duvarla çalıştım. Tenisi çözdüm artık.”

“O squash! Tenis değil ki o!”

Rallimiz sürerken bağırarak konuşmaya devam ettik.
Diğer öğrenciler topu vuruyor, kaçırıyor, karşılıyor, tekrar kaçırıyordu.
Sadece biz uzun süre kesintisiz devam ediyorduk.

Sonunda ralli sona erdi.
Top Totsuka’nın yönüne doğru sekti, o da yakalayıverdi.

“Biraz ara verelim mi?”

“Olur.”

Yan yana oturduk.
Ama neden yanıma oturuyorsun?
Herhalde garip değil, değil mi?
Genelde erkekler otururken ya çapraz ya da karşılıklı oturur... değil mi?
Ama bu fazla yakın değil mi?
Bu fazla yakın, değil mi?!
“Hey, Hikigaya… Sana bir şey danışmak istiyorum,” dedi Totsuka ciddi bir ifadeyle.

Anlaşılan, gizli bir şey konuşmak istiyorsa bu kadar yakına oturması gerekiyordu, öyle değil mi? Yani, sırf o yüzden bu kadar yakın oturdu, değil mi? “Danışmak mı?”

“Evet. Tenis kulübüyle ilgili... Bayağı kötüyüz aslında. Üstelik yeterince üyemiz de yok. Bir sonraki turnuvadan sonra üçüncü sınıflar mezun olunca iyice kötüleşeceğiz diye korkuyorum. Birçok birinci sınıf öğrencisi lisede başladı tenise ve pek iyi değiller... Ayrıca, çok zayıf olduğumuz için bir türlü motive de olamıyoruz. Üye sayısı az olunca da, kulüpteki herkes otomatikman takıma giriyor.”

“Anlıyorum.”

Aslında kulağa mantıklı geliyordu. Böyle küçük kulüplerde sıkça rastlanan bir durumdu. Güçsüz bir kulüp yeterince üye toplayamazdı; üye sayısı az olunca da, düzenli oyuncu olmak için kimseyle rekabet etmen gerekmezdi. Yani üyeler antrenmana gelmese bile turnuvalara katılabilirlerdi. Bir yarışmaya katıldığın sürece takımın bir parçasıymış gibi hissederdin zaten.

Muhtemelen bu şekilde, sırf “katılmakla” yetinen pek çok kişi vardı. Böyle kulüpler asla gelişemezdi. Çünkü iyi olmadıkları için kimse katılmazdı, üye gelmeyince de kulüp daha da kötüleşirdi. Tam anlamıyla bir kısır döngü.

“Yani... şey... belki sen de tenis kulübüne katılır mısın?”

“Ha?” Bunu neden bana soruyorsun? Sadece gözlerimle sordum bu soruyu.

Totsuka, dizlerini karnına çekmiş bir şekilde yanımda oturuyordu, daha da küçük görünüyordu böylece. Arada bir bana doğru bakıyor, gözleriyle adeta yalvarıyordu.

“Teniste iyisin, Hikigaya. Daha da iyi olabileceğini düşünüyorum. Ayrıca sen kulübe katılırsan diğerleri için de moral kaynağı olursun. Ve… sen yanımda olursan, ben de daha çok çabalayabilirim. Şey… yanlış anlama ama! Yani… sadece daha güçlü olmak istiyorum.”

“Zayıf kal sen. Ben seni korurum.”

“Ha?”

“Şey... pardon. Dilim sürçtü.”

Totsuka o kadar sevimliydi ki, ağzımdan böyle bir şey kaçtı işte. Yani… gerçekten çok tatlıydı! Az kalsın o anda kulübe katılmayı kabul edecektim. Elimi öyle bir hızla kaldıracaktım ki, sanki okul yemeğinde puding dağıtıyorlar.

Ama ne kadar sevimli olursa olsun, bazı şeyleri kabul edemezdim.

“Üzgünüm. Katılamam.”

Kendimi gayet iyi tanıyordum. Her gün düzenli olarak kulübe gitmenin bana göre bir şey olmadığını biliyordum. Sabahın köründe koşturmak da bana göre değildi. O saatte sadece parklarda tai chi yapan yaşlı amcalar ayakta olur zaten. Benim hayat felsefem ‘Ben bunu sürdüremem,’ tarzıydı—tam bir Korosuke repliği gibi. Zaten ilk part-time işimi üç günde bırakmıştım.

Eğer tenis kulübüne katılsaydım, Totsuka’yı hayal kırıklığına uğratmaktan başka bir işe yaramazdım.

“Ah...” dedi, gerçekten üzülmüş gibiydi.

Doğru kelimeleri aradım. “Şey... şöyle yapalım. Sana yardımcı olacak bir yol düşünmeye çalışırım.” Gerçi elimden bir şey gelirse tabii.

“Sağ ol. Sadece konuşmuş olmak bile iyi geldi,” dedi ve bana gülümsedi. Ama bunun kendini avutmak için olduğu çok belliydi.

Ama kendini avuttuğu kadarı bile yeterliydi bence.
“Hayır.”

Yukinoshita’nın ağzından çıkan ilk kelime bu oldu.

“Hayır mı? Ama bak—”

“Hayır dedim.” İkinci reddi, ilkinden bile daha soğuktu.

Her şey, Totsuka’nın sorunundan Yukinoshita’ya bahsetmemle başlamıştı. Amacım lafı ustaca yönlendirip Hizmet Kulübü’nden sıyrılmak, tenis kulübüne katılıyormuş gibi davranıp sonra yavaşça ortadan kaybolmaktı. Ama o, bu seçeneği kökünden kesip atmıştı.

“Bence Totsuka’nın, benim tenis kulübüne katılmam konusundaki düşüncesi oldukça mantıklı. Yani, kulüp üyelerine ufak bir şok yaşatmamız yeterli. Yeni bir üye geldiğini öğrenince ortalık biraz karışır, değil mi?”

“Senin bir grup içinde uyumlu hareket edebileceğini mi düşünüyorsun? Senin gibi bir mahlûku asla kabul etmezler, yanlış mıyım?”
“Ugh...”

Haklıydı; gerçekten de yapamazdım. Muhtemelen hemen bırakırdım. Ama asıl mesele, o gülen, kaynaşan kulüp tayfasını görmek olurdu... Büyük ihtimalle bir noktada elimdeki raketle birini pataklardım.

Yukinoshita, iç çekişe benzeyen bir gülüşle devam etti. “Topluluk psikolojisinden zerre kadar anlamıyorsun, değil mi? Sen tam bir yalnızlık ustasısın.”

“Bu lafı senden duymak istemem.”

Sözümü tamamen görmezden gelerek konuşmaya devam etti. “Sana düşman gözüyle bakıp birleşebilirler, ama bu sadece seni defetmek için harcayacakları bir çaba olur. Kendilerini geliştirmek gibi bir niyetleri olmaz, dolayısıyla bu hiçbir şeyi çözmez. Kaynağım: Ben.”

“Anlıyorum... Ha? Kaynak?”

“Evet. Ortaokuldayken yurtdışından Japonya’ya döndüm. Doğal olarak yeni bir öğrenci olarak transfer oldum. Ve sınıftaki, hayır, tüm okuldaki kızlar beni yok etmeye çalıştı. Beni alt edebilmek için kendilerini geliştirmeye çalışan tek bir kişi bile çıkmadı. O salaklar...”

Konuştukça, arkasında siyah bir alev gibi bir aura kabarıyordu sanki.
Eyvah, galiba yanlış bir yere bastım.

“Ş-şey, yani... Senin gibi tatlı bir kız çıkageldiğinde, böyle şeylerin olması kaçınılmaz tabii.”

Bir an duraksadı.
“E-evet, sanırım. Gerçekten de onlardan çok daha çekiciyim. Ve bu konuda kendimi küçümseyecek kadar zayıf karakterli değilim. Yani, belli bir noktada bu kaçınılmazdı. Ama yine de... Yamashita ve Shimamura oldukça tatlı kızlardı. Görünüşe göre erkekler arasında da epey popülermişler. Ama bu sadece dış görünüş. Söz konusu akademik başarı, spor, sanat, görgü kuralları ve hatta ruhsal seviye olduğunda bile, hiçbiri benim seviyeme yaklaşamamıştı. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, beni geçemeyeceklerini fark ettiklerinde, beni aşağıya çekmeye çalışmaları elbette şaşırtıcı değil.”

Bir an sessiz kalıp kelimeleri toparlamaya çalışmış gibi göründü ama sonra kendini övmeye aynı hızda devam etti.
Yaptığı övgüler sadece akıcı değildi; Niagara Şelalesi misali coşkulu bir çağlayan gibi akıyordu.

Bu kadar uzun methiyeyi tek bir kez bile duraksamadan söyleyebilmesine gerçekten hayran kaldım. Belki de bu, utangaçlığını saklama yöntemiydi? İçinde minicik bir sevimlilik zerresi taşıyor olabilirdi. Belki de bu kadar konuşması yüzünü kıpkırmızı yapmıştı.
“Garip şeyler söylememeye çalışır mısın? İçimi ürperten bir rahatsızlık veriyorsun.”

“Bunu duyduğuma sevindim. Demek ki gerçekten de sevimli değilsin.”

Aslında Totsuka, tanıdığım tüm kızlardan daha sevimliydi. Bu nasıl oluyordu ya? Ha evet... Konumuz Totsuka’ydı, değil mi?

“Tenis kulübünün gelişmesi için yapabileceğimiz bir şey yok mu?” diye sordum.

Yukinoshita, gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde bana baktı. “Bu nadir bir durum. Başkaları için endişelenmeye ne zaman başladın sen?”

“Yani, şey... İlk defa biri benden yardım istedi de, ondan sanırım.” Birinin sana güvenmesi, insanın hoşuna giden bir şeydi. Hem, Totsuka da öyle sevimliydi ki... Gülümsemem farkında olmadan gevşedi.

“Benimse, aşk meselelerinde danışan çok olur,” dedi Yukinoshita, adeta bana karşı koyarcasına. Göğsünü hafifçe kabartmış, sanki övünüyormuş gibi konuşuyordu ama yüz ifadesi yavaş yavaş karardı. “Ama işin aslı şu ki, kızlar hoşlandıkları kişiden söz ederken genelde başka amaçlar güder.”

“Ha? Ne demek istiyorsun?”

“Birinden hoşlandığını söylersen, diğer herkes ona karşı dikkatli davranmak zorunda kalır. Yani bir nevi o kişiyi ‘sahiplenmiş’ oluyorsun. Kız onun hoşlandığı çocuk olduğunu öğrendiğinde, ona yaklaşırsa ‘yuvayı yıkan’ damgası yer, kız grubundan dışlanır. Sonra çocuk onunla ilgilense bile o ilişki uzun sürmez. Peki ben neden tüm o iğrenç bakışlara katlanmak zorundayım?”

Yine vücudunun etrafında kara alevler yükselmeye başlamıştı. Kızların gelip seninle hoşlandıkları çocukları konuşması, insana tatlı-acı bir şey gibi gelirdi ama bu bildiğin acıydı. Masum erkek hayallerini ezmek... Bunu yapmaktan zevk mi alıyor bu kız?

Yukinoshita, sanki o nahoş anılarını silip atmak ister gibi, kendinden emin ama hafif bir kendini küçümseyişle gülümsedi. “Demek istediğim şu, her önüne gelenin dertlerini dinlemek her zaman iyi bir şey olmayabilir. Hani bir söz vardır: ‘Aslan yavrusunu uçurumdan atar, öldürür.’”

“Öldürmez ki!” Doğru versiyonu şuydu: ‘Aslan yavrusunu avlarmış gibi kovalar.’

“Sen ne yapardın peki?”

“Ben mi?” Yukinoshita, kocaman gözlerini kırpıştırıp düşündü. “Sanırım… Hepsini ölene kadar koştururdum, ölene kadar antrenman vuruşu yaptırırdım, ölene kadar tenis oynatırdım.” Bunları söylerken hafifçe gülümsüyordu. Gerçekten korkutucuydu.

Ben iyice gerilmeye başlamışken, kulüp odasının kapısı gıcırdayarak açıldı.

“Yahallo~!” O aptalca selam kulağıma çalındı. Karşısındaki kıza kıyasla tamamen tasasız, kuş beyinli bir mutlulukla dolup taşan Yuigahama, her zamanki gibi hiçbir şey olmamış gibi gülümsüyordu. Ama arkasında biri daha vardı — ürkek ve ciddi görünüyordu.

Gözlerini yere indirmişti, sanki hiç özgüveni yokmuş gibi. Parmakları zayıfça Yuigahama’nın ceketin ucunu tutuyordu, teni neredeyse şeffaf beyazlıktaydı. Işık vursa sanki buharlaşıp gidecek bir rüya gibiydi.

“Ah… Hikigaya!” Aniden, yüzüne renk geldi ve çiçek gibi açan bir gülümsemeyle parladı. Gülümsediğinde onun kim olduğunu nihayet hatırladım. Az önce neden o kadar üzgün görünüyordu ki?

“Totsuka, demek.”

Yavaşça bana doğru ilerledi ve şimdi ceketimin kolunu tuttu. Hey hey, bunu yapmana izin veremem! Ama o bir erkek…

“Hikigaya, burada ne yapıyorsun?”

“Burası benim kulübüm… Asıl sen ne yapıyorsun burada?”

“Bugün, yardım isteği olan birini getirdim~” dedi Yuigahama, saçma bir gururla göğsünü gere gere. Sana sormuyorum ki, cevabı Totsuka’nın o tatlı dudaklarından duymak istiyorum…

“Yani şey! Sonuçta ben de Hizmet Kulübü’nün bir üyesiyim ya! Arada bir görevimi yerine getirmeliyim dedim. Ve Sai-chan’ın bir derdi varmış gibi görünüyordu, ben de onu getirdim işte.”

“Yuigahama.”

“Yukinon, teşekkür etmene hiç gerek yok. Sadece kulüp üyesi olarak görevimi yaptım.”

“Yuigahama, sen aslında kulüp üyesi değilsin.”

“Değil miyim?!”

Nasıl yani?! Gerçekten şaşırmıştım. Ben bu kızın zamanla kendiliğinden kulübe katıldığını sanıyordum.

“Hayır. Bana herhangi bir üyelik formu vermedin. Danışmanımızdan da onay almadık. Dolayısıyla kulüp üyesi değilsin.”

Yukinoshita, kurallar konusunda gereksiz yere katıydı.

“Ben doldururum! İstediğiniz kadar başvuru formu doldururum! Lütfen beni de alın!”
Gözleri yaşlarla dolu olan Yuigahama, bir defter yaprağının üzerine çocukça, yuvarlak hatlı ve sadece seslerden oluşan hiragana karakterleriyle başvuru formunu yazmaya koyuldu. Bari biraz kanji kullansaydı...

“Ee, Totsuka’ydı değil mi? Ne için gelmiştin?”
Yukinoshita, başvuru formunu karalayan Yuigahama’yı görmezden gelerek Totsuka’ya döndü.

Soğuk bakışlarıyla delik deşik edilen Totsuka, bir anlık bir irkilmeyle geriye çekildi.
“Şey... şey yani... bana... teniste daha iyi olmam için yardım edebilir misiniz...?”
Cümlesine başlarken gözlerini Yukinoshita’ya dikmişti ama sonlarına doğru bakışları bana kaydı. Benden kısa olduğu için bana yukarıdan bakmak zorundaydı, tepkimi ölçmek ister gibi bir hali vardı.

Hayır... Bana öyle bakma... İçim titriyor. O bakışı kes artık.

Tam da o anda, muhtemelen beni kurtarmak gibi bir niyeti olmamasına rağmen, Yukinoshita araya girerek benim yerime yanıt verdi.
“Yuigahama sana ne anlattı bilmiyorum ama Hizmet Kulübü senin kişisel dilek cinin değil. Biz sadece bir nebze yardım eder ve kişisel gelişimini teşvik ederiz. İlerleyip ilerlememek tamamen sana bağlı.”

“Ah... Anladım...”
Totsuka’nın omuzları düşerken sesi de kısıldı, morali bozulmuştu.

Muhtemelen Yuigahama, ona olmadık sözler vermişti. Sert bir bakış fırlattım ona.
Çantasında mühürünü ararken kendi kendine “Mührüm, mührüm...” diye mırıldanıyordu. Bakışlarımı fark edip başını kaldırdı.

“Ha? Ne var?”

“Ne varmış... Senin şu sorumsuz lafların, bu çocuğun zaten zayıf olan umudunu paramparça etti,”
dedi Yukinoshita acımasızca. Yuigahama ise sadece başını yana eğdi.

“Hmm? Hmm? Ama yani, senle Hikki bir şekilde halledersiniz, değil mi?”
Hiçbir şey anlamamış gibi bakan bomboş yüz ifadesiyle bu cümleyi patlattı.
Bu sözleri farklı şekillerde yorumlayabilirdin ama “Yani siz beceremez misiniz?” gibi imalı bir tonla da algılanabilirdi.

Ne yazık ki, odada tam da bu şekilde anlayacak biri vardı.
“Hımm... Artık duygularını daha açık ifade ediyorsun ha, Yuigahama. O çocuğu geçtim... Demek beni sınamaya kalkıyorsun.”
Yukinoshita hafifçe gülümsedi.
Ah, Yuigahama o tuhaf düğmeyi yine açtı işte.
Yukinoshita bir mücadele gördüğü anda onu iliklerine kadar hissedip elinden gelen her şeyle yere sererdi.
Hatta bir mücadele olmasa bile seni yere sererdi. Bana bile bulaşırdı, ki ben hiçbir zaman karşı koymam. Gandhi gibiyim.

“Pekâlâ. Totsuka, isteğini kabul ediyorum. Tenis yeteneklerini geliştirmemi istiyorsun, öyle mi?”

“E-evet, doğru. Ş-şey, eğer ben daha iyi olursam, diğerleri de daha çok çabalar diye düşünüyorum...”
Totsuka bu sözleri benim arkamdan söyledi.
Muhtemelen Yukinoshita’nın gözlerini irice açıp ona dik dik bakmasından etkilenmişti. Omzumun arkasından dikkatlice başını uzattı.
Yüzündeki ifade korku doluydu, huzursuzdu.
Kıpır kıpır bir yaban tavşanı gibiydi; içimden onu tavşan kız kostümüne sokmak geldi.

Ama yani, böyle bir buzlar kraliçesinin kalkıp “Sana yardım edeceğim” demesi çoğu insanı korkutur.
Bu gidişle, “Seni daha güçlü yapacağım, ama hayatını istiyorum,” falan diyecek diye beklemeye başlamıştım.

Cadı falan mısın sen?

Totsuka’nın tedirginliğini hafifletmek için bir adım öne çıktım.
Yaklaştığımda, şampuan ve deodorant kokusu karışımı geldi burnuma.
Yani... liseli bir kız gibi kokuyordu.
Ne tür şampuan kullanıyor acaba?

“Yani, ben yardım etmeye razıyım ama ne yapacağız?”

“Az önce söyledim ya. Unuttun mu? Hafızana güvenmiyorsan not almanı tavsiye ederim.”

“Şaka yapıyorsun olamaz...,”
dedim, o “ölene kadar bir şey bir şey yapacağız” tarzı sözlerini hatırlayınca.
Yukinoshita ise “Ne kadar da çabuk kavradın” der gibi gülümsedi.
O gülümseme ürkütücüydü...

Totsuka’nın bembeyaz teni daha da soldu, titremeye başladı.
“B-ben ölecek miyim...?”

“B-merak etme. Seni korurum,”
dedim, omzuna hafifçe dokunarak.

Totsuka’nın yanakları kızardı, bana neredeyse ateşli bir bakış attı.
“Hikigaya... bunu gerçekten mi diyorsun?”

“Ah, pardon. Sadece öylesine bir laf etmek istemiştim.”
Bu, bir erkeğin hayatında bir kez olsun söylemek istediği üç replikten biriydi.
Bu arada bir numara: “Sen devam et. Burası bana emanet.”

Yukinoshita’yı ya da başka birini koruyacak değilim elbette.
Ama şimdi bu lafı etmiş bulundum bir kere...
Arkasından bir şeyler söyleyip konuyu yumuşatmazsam Totsuka tamamen huzursuz ayrılacaktı.

Totsuka hafifçe iç çekti, dudaklarını büzdü.

“Bazen seni gerçekten anlayamıyorum, Hikigaya… ama…”

“Hmm, Totsuka, senin okuldan sonra tenis kulübü antrenmanın var, değil mi?”
Yukinoshita, onun sözünü hiç çekinmeden kesti.
“O zaman öğle arasında özel antrenman yapalım. Kortta buluşmamız sorun olur mu?”
Ertesi gün için tüm düzenlemeleri bir çırpıda kararlaştırıverdi.

“Roger!” diye karşılık verdi Yuigahama, sonunda kulüp başvuru formunu bitirirken. Totsuka da başını sallayarak onayladı. Bu da demek oluyordu ki…

“Yani… ben de mi?”

“Elbette. Öğle arasında başka planın yok, değil mi zaten?”

Gerçekten de yoktu.
Cehennem antrenmanı, ertesi gün öğle arasında başlayacaktı.

Neden onlarla birlikte gittiğimi merak ediyordum.
Sonuçta bu “Hizmet Kulübü” denilen topluluk sadece bir grup zayıfı bir araya getiriyordu. Ve bu zayıfların yaptığı tek şey de o küçük, çevresi duvarlarla çevrili bahçede pineklemekti. Öğretmen sadece bir avuç kaybedeni toplamış ve onlara geçici bir sığınak sağlamıştı.
Ve bu, benim tüm kalbimle tiksindiğim o klasik lise deneyiminden ne farkı vardı ki?

Belki de Hiratsuka-sensei’nin bu kulübü kurmasının sebebi buydu: Hepimizin kendi çapında taşıdığı hastalıkların kökenini söküp atabilmek.
Ama eğer derdimiz böyle yarım yamalak çabalarla silinip süpürülebilecek türdense, zaten baştan hiç hasta olmazdık.

Yukinoshita için de böyleydi bu.

Onun ne yaşadığını bilmiyordum ama, bu kulüpte iyileşebileceğini sanmıyordum.
Ve eğer benim yaralarım bir şekilde sarılabilecekse… bu, yalnızca Totsuka bir kız olsaydı mümkün olabilirdi.
Eğer bu tenis olayından, romantik komedi denilebilecek bir şey doğsaydı, belki işler farklı olabilirdi.

Şu anda oradaki en sevimli kişi, açık ara Saika Totsuka’ydı.
Açık sözlü bir karakteri vardı ve en önemlisi… bana karşı nazikti.
Eğer bu aşka zaman ayırır, onu beslersem… belki içimde bir nebze insanlık filizlenebilirdi.

Ama... yani... o bir erkekti. Tanrı gerçekten tam bir alçaktı.

Hafif bir umutsuzluğun pençesindeydim ama yine de eşofmanlarımı giyip tenis kortuna gitme zahmetine katlandım. Belki de Totsuka aslında bir kızdır diye minicik bir umuda bel bağlayarak!

Okulun beden eğitimi forması maalesef soluk neon mavisi gibi talihsiz bir renkti ve bu da insanın gözünü tırmalıyordu. Öylesine zevksiz bir tondaydı ki artık o renk bir tür yüceliğe ulaşmış gibiydi. Herkes o rengi nefretle karşıladığı için, hiçbir öğrenci beden eğitimi dersi ya da kulüp saatleri dışında isteyerek o formayı giymezdi. Öğle arasında herkes normal okul üniformasındaydı ve sadece ben, eşofmanımla ortada tek başıma bir hedef tahtası gibi dolanıyordum. Bu da beni, son derece rahatsız edici bir şahsiyetin radarına soktu.

“Ha! Ha-ha-ha-Hachiman!”

“Böyle kahkahayla başlayıp adımı anma geçişi yapma!”

Soubu Lisesi gibi büyük bir okulda bile, bu kadar tuhaf bir şekilde gülebilecek tek bir kişi vardı: Zaimokuza. Kollarını kavuşturmuş, önümde dikiliyordu.

“Böyle bir yerde seninle karşılaşmak, hiç de beklediğim bir şey değildi! Tam da sana yeni yazdığım kurgu taslağımı teslim etmeye gidiyordum. Haydi, gözlerini şenlendir bununla!”

“Ah, şey, üzgünüm. Şu an biraz meşgulüm.” Yanından sıyrıldım ve bana uzattığı kâğıt tomarını gayet doğal bir şekilde görmezden geldim.

Ama Zaimokuza, omzuma elini koyarak iyi niyetle durdurdu beni. “Söyleme böyle acıklı yalanlar. Senin planın olamaz zaten.”

“Yalan söylemiyorum. Ayrıca bunu senden duymak istemem!” Neden herkes aynı şeyi söylüyordu ki? Görünüşüm gerçekten o kadar boş zamanım varmış gibi mi duruyordu? Gerçi... boş zamanım baya vardı aslında.

“Heh. Anlıyorum, Hachiman. Havalı görünmek istedin ve küçük bir beyaz yalan söyledin, değil mi? Sonra o yalan ortaya çıkmasın diye bir başka yalan söyledin. Sonra bir tane daha, bir tane daha... Bu, çaresizce uzayıp giden trajik bir yalan sarmalıdır. Ve o sarmalın sonunda ne vardır biliyor musun? Hiçlik. Daha spesifik olursak, insan ilişkileri: tamamen bir hiçliktir.

Ama geri dönmek için hâlâ zaman var! Ne? Beni sen kurtardın! Şimdi, seni kurtarma sırası bende!”
Zaimokuza bu repliği —ki bu da “erkek adam olunca bir gün mutlaka söylemek istediğim şeyler“ listemde ikinci sıradaydı—, büyük bir ciddiyetle, baş parmağını havaya kaldırarak ve suratına yapmacık, gıcık bir ifade yerleştirerek söyledi.

“Gerçekten planım var...”
Zaimokuza’yı ikna etmeye çalışırken yüz kaslarımın sinirden seğirdiğini hissettim. Ama o anda...
“Hikigaya!”
O tanıdık neşeli soprano sesi duydum ve Totsuka kucağıma atladı.
“Tam zamanında geldin. Birlikte gidelim mi?”
“Ş-şey... evet...”
Sol omzuna bir raket çantası asmıştı. Sağ eli ise—nedenini bilmesem de—sol elimi tutuyordu. Neden?
“H-Hachiman... Bu kişi de kim böyle...?”
Zaimokuza şaşkınlıkla Totsuka’yla bana bakıyor, bakışlarını ikimiz arasında gidip getiriyordu. Derken yüz ifadesi değişti.
Nereden tanıdık geliyordu bu mimik?
Ah, evet. Kabuki’den!
Sanki bir kabuki oyuncusu narayla bağırıp da eline davulunu almış gibi gözlerini fal taşı gibi açtı ve dramatik bir poz verdi:
“S-sen hain herif! Beni arkadan mı vuruyorsun?!”
“Hainlik mi? Ne alaka?”
“SUS! Sen, yarım yamalak yakışıklı, başarısız havalı adam! Sana yalnızsın diye acımıştım ama şimdi burnun kalkmış!”
“Yarım? Başarısız? Onlar gereksizdi.”
Yalnız olduğum kısmı doğruydu, ona lafım yoktu zaten.
Yüzü öfkeyle buruştu. Zaimokuza hırlayarak bana bakıyordu.
“Affedilemez...”
“Hey, sakin ol Zaimokuza. Totsuka kız değil. Erkek... galiba,” dedim, pek de inandırıcı olmayan bir tonla.
“S-s-s-s-salak saçması! Bu kadar sevimli bir kız asla erkek olamaz!”
“Sevimli olduğu doğru da, erkek.”
“Şey... beni sevimli falan diye çağırman... biraz... garip hissettiriyor.”
Yanımda duran Totsuka yanağını kızartıp başını çevirdi.
“Bu kişi... arkadaşın mı, Hikigaya?”
“Hmm, bilemiyorum...”
“Hıh. Senin gibi biri asla benim ebedî rakibim olamaz.”
Zaimokuza tamamen surat asmıştı. Gerçekten baş belasıydı.
Ama onu biraz olsun anlayabiliyordum.
Birine hafif bir sempati beslemişken, o kişinin aslında senin düşündüğün gibi biri olmadığını öğrenince, insan kendini ihanete uğramış gibi hissediyor. Bu doğal.
Böyle zamanlarda ilişkiyi normale döndürmek için ne denir, bilmiyordum.
Tecrübe puanım yoktu.
Ama biraz üzüldüğüm de doğruydu.
Sanki aramızda bir tür anlayış oluşmuştu, bir gün birlikte güler, birbirimizi kabul ederdik gibi gelmişti.
Ama sanırım öyle şeyler aslında hiç yaşanmıyordu.
Birinin ne düşüneceğini sürekli düşünmek zorunda olduğun, her mesajına cevap yazdığın, onayını almaya çalıştığın, hep karşılık bekleyerek yürüttüğün ilişkilere dostluk denemez.
Eğer bu zahmetli süreç “gençlik” diye adlandırılıyorsa, ben böyle bir gençliği istemem.
Ilık bir çevrede kendini eğlendirmen, yalnızca kendi egonu okşamaktır.
Sahtekârlık. En berbat türden bir kötülük.
Ayrıca Zaimokuza kıskandığında gerçekten çekilmez oluyor.
Kendi doğruluğumu, kendi adaletimi ispatlamaya yemin ettim.
Ve yalnızlık yolunu seçtim.
“Hadi gidelim, Totsuka.”
Totsuka’nın kolunu çekerek yürümeye davet ettim.
Ama o, “Şey... evet...” demesine rağmen, yerinden kıpırdamadı.
“Zaimokuza’ydı değil mi?”

Zaimokuza, adının anılmasıyla hafifçe irkildi ama başını salladı.
“Eğer sen Hikigaya’nın arkadaşıysan... belki sen de benim arkadaşım olabilirsin?
Sevinirim açıkçası. Çünkü... çok fazla erkek arkadaşım yok.”
Totsuka utangaç bir gülümsemeyle konuşuyordu.

“Heh... Ngh... Heh... heh-heh-heh. Elbette. Hachiman’la ben koyu dostlarız. Hayır, kardeşiz. Hayır, hayır, ben ustayım, o hizmetkâr. Ama madem öyle diyorsun, başka çare yok sanırım. Ben senin... ş-şey... arkadaşın olurum? Ya da sevgilin, istersen.”

“Evet, o... pek mümkün değil gibi. O yüzden arkadaş olalım.”
“Hmm, anlıyorum. Hey, Hachiman, bu kişi benden hoşlanıyor olabilir mi? Ne diyorsun, artık kızlar bana mı düşecek? Ben de mi çekici oldum?”
Zaimokuza anında yanıma sokulup kulağıma fısıldadı.
Yok. Zaimokuza benim arkadaşım değildi.
Güzel bir kızı arkadaş edinme şansı çıktı diye bir anda tavır değiştirip bana yanaşan biri benim arkadaşım olamazdı.

“Hadi gidelim, Totsuka. Geç kalırsak Yukinoshita çıldırır.”
“Hmm, bu kabul edilemez. O hâlde acele edelim. O hanımefendi... gerçekten çok korkunç biri,” dedi Zaimokuza, hem beni hem de Totsuka’yı takip ederek. Görünüşe göre artık o da bizimleydi. Neden bilmiyorum ama üçümüz yanyana yürüyor, dışarıdan bakan biri için adeta Dragon Quest karakterleri gibi görünüyorduk... Hayır, hayır. Bu çocuk Dragon Quest’ten ziyade Momotetsu’deki King Bonbii’ye benziyor, bence.

Yukinoshita ve Yuigahama çoktan tenis kortuna varmışlardı. Yukinoshita hâlâ okul üniformasını giyiyordu, sadece Yuigahama spor kıyafetlerine geçmişti. Demek öğle yemeklerini burada yemişlerdi. Bizi görünce ufak bento kutularını çabucak toplamaya başladılar.

“Öyleyse, başlayalım.”

“Ş-şimdiden çok teşekkür ederim,” dedi Totsuka, Yukinoshita’ya dönerek hafifçe eğildi.

“Öncelikle, sende ölümcül derecede eksik olan kas kütlesini oluşturmamız gerekiyor. Pazılar, deltoidler, göğüs kasları, karın, oblik, sırt ve uyluk kaslarını bütüncül olarak geliştirmek için… önce şınav çek. Şimdilik, neredeyse ölecek hale gelene kadar devam et.”

“Vay canına, çok bilmiş konuşuyorsun, Yukinon… ha? Neredeyse ölecek hale mi?”

“Evet. Kaslar, yırtıldıkları ölçüde kendilerini onarırlar ama her onarımda lifler daha güçlü bağlanır. Buna ‘aşırı telafi’ denir. Yani, ölümüne çalışırsan, hepsini birden güçlendirebilirsin.”

“Abartma, Super Saiyan falan değil bu çocuk...”

“Elbette hemen kas yapamaz, ama bu antrenmanın başka bir amacı daha var: bazal metabolizmasını yükseltmek.”

“Bazal… metabolizma?” diye sordu Yuigahama, başını yana eğip kafasında bir soru işaretiyle.

Gerçekten bunu bile bilmiyor musun?

Yukinoshita bir an için şaşkınlık ifadesi takındı ama belli ki Yuigahama’yı eleştirmek yerine açıklamanın daha kısa süreceğine karar verdi.

“Kısaca özetleyecek olursam, vücudu fiziksel aktiviteye daha uygun hâle getirmek demektir. Bazal metabolizma arttıkça, kalori yakmak kolaylaşır. Enerjiyi dönüştürme verimi artar.”

Yuigahama başını salladı. Ardından gözleri aniden parladı.

“Yani daha kolay kalori yakılır… başka bir deyişle, kilo verilir mi?”

“Evet. Nefes alırken ya da sindirim yaparken bile daha fazla kalori harcamanı sağlar. Yani... sadece yaşarken bile zayıflarsın,” dedi Yukinoshita.

Bu sözlerin ardından Yuigahama’nın gözleri daha da parladı. Nedense Totsuka’dan bile daha istekli görünüyordu.

Yuigahama’daki bu heves sanki bulaşıcıydı; Totsuka da yumruğunu sıkarak kendini gaza getirdi. “O-öyleyse... ben de elimden geleni yapacağım!”

“B-ben de seninle yapacağım!” diyerek Yuigahama da katıldı. İkisi de plank pozisyonuna geçti ve yavaş yavaş şınav çekmeye başladılar.

“Ne-ha... chhh... ahhh, püüf!”

“Ugh... ngh! Nggah! Püüf, püüf, nnnngh!”
İkisi de zorlukla bastırılmış nefesler çıkarıyor, yüzleri acıyla buruşuyor, hafifçe terleyip yanakları kızarıyordu.

Totsuka’nın kolları belli ki epey ağrıyordu, çünkü ara sıra bana imdat ister gibi bakışlar atıyordu. Onu yukarıdan öylece izlemek... bir şekilde garip hissettirdi.

Yuigahama kollarını büktüğünde, spor kıyafetinin yakasından parlayan teni görünüyordu. Aman Tanrım. Gözlerimi doğrudan oraya dikemiyordum. Kalp atışlarım zaten bir süredir hızlıydı; muhtemelen artık ritim de tutmuyordu.

“Hachiman... Neden bilmiyorum ama... şu an garip bir huzur içindeyim...”

“Tesadüfe bak. Ben de aynı şekilde hissediyorum.”
Yukarıdan ara sıra görünen o ten parçacıklarına bakarken dudaklarımda hafif bir sırıtış vardı.
Ta ki bir ses sırtımdan aşağı buz gibi bir kova su dökmüşçesine irkiltinceye kadar.

“Neden siz de o bedensel şehvet dürtülerinizden kurtulmak için biraz egzersiz yapmıyorsunuz?”
Arkamı döndüğümde Yukinoshita, bana tiksintiyle karışık o meşhur bakışını atıyordu. “Bedensel şehvet” mi dedi?! Fark etti mi?!

“H-hıh. Gerçek bir savaşçı asla idmanını aksatmaz. Öyleyse... ben de katılıyorum!”
“E-evet! Egzersiz yapmamak çok tehlikeli! Yani, mesela... diyabet var, gut var, bi’ de... şey... karaciğer sirozu falan!”
İkimiz de bir anda yere kapanıp hızlıca şınav çekmeye başladık.

Yukinoshita yavaş adımlarla yanımızdan geçip tam önümüze dikildi.
“Şu halinize bakınca, sanki yeni bir tür secde şekli keşfetmişsiniz gibi duruyorsunuz,” dedi ve alaycı bir şekilde güldü.
Ne dedin sen, kadın?! En barışçıl kalbimde bile öfkeyi uyandırırsın sen!
Ama neyse... Bende uyanan tek şey, şınava karşı bir fetiş olacak gibi.

Biz ne yapıyoruz böyle?

Hani bir laf vardır, “Damlaya damlaya göl olur,” ya da “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”
Yani, insanların bir araya geldiğinde daha güçlü olacağı fikri.
Ama biz sadece bir grup başarısızı toplayıp, üzerine daha fazla başarısızlık inşa ediyorduk.

Sonuç olarak tüm öğle arası boyunca şınav çekmek zorunda kaldık.
Ve gece yatağımda, kas ağrısından kıvranarak dönüp durdum.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


5.5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   6.1