20 Şubat (Cumartesi) – Okul Gezisi 4.Gün (Son Gün) – Ayase Saki
Geriye sadece dönüş yolculuğumuz kalmıştı. Havalimanında son hediyelik eşyalarımı aldıktan sonra, kontrollerin tamamlanmasını beklerken YouTube uygulamamı açtım. ‘Melissa Woo’ yazdığım anda bir kanal buldum ve küçük resimde onu görebiliyordum. 837 abonesi vardı—ya da artık 838 çünkü ben de abone oldum ama bunun fazla mı yoksa az mı olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Genelde kanallara abone olmaya pek meraklı değilimdir. Bildiğim tek şey, dünyada onun şarkılarını dinleyen 800’den fazla insan olduğu.
Bu sayı, Suisei Lisesi’ndeki üçüncü sınıf öğrencilerinin toplamından bile fazla. Ben birkaç kişinin önünde karaoke yaparken bile geriliyorken, o koca sahnede şarkı söylerken hiç zorlanmamıştı. Videolarından birini izlemeye karar verdim. Yükleme tarihlerine bakınca genellikle üç ayda bir yeni bir şarkı yayınladığını fark ettim. Birkaç tanesini dinledim ve her biri inanılmaz bir tutkuyla söylenmişti. Kişiliği ve tavırlarıyla çelişen bir şekilde, müzik konusunda son derece disiplinli görünüyordu. En yeni şarkısı sadece iki gün önce yüklenmişti—muhtemelen benimle vedalaştıktan hemen sonra. Oysa geç saatlere kadar anime izleyeceğini söylemişti.
Onunla tanışmam, bana mutlak bir huzur ve rahatlama sağlayan bir yer bulmanın ne kadar önemli olduğunu öğretti. Kendimi tamamen açabileceğim bir yerin değerini anladım. Bu yüzden videosuna bir yorum bıraktım: “Bunu sonsuza kadar dinleyebilirim. Bana cesaret verdiğin için teşekkür ederim.“ İngilizce yazdım. Geride bıraktığım şeyler ve yanımda götürdüklerim hakkında fazla detay vermeden, her şeyi biraz muğlak bıraktım. Acaba bunun ben olduğumu anlayacak mı? Kullanıcı adım ‘saki,’ ama fark etmezse de sorun değil.
“Sakiii! Harekete geçiyoruz!“
Maaya’nın sesi başımı kaldırmama sebep oldu. Sınıf arkadaşlarımla aynı sırada oturuyordu ve bana el sallarken yerinde zıplıyordu. Mahcup bir gülümseme gösterdim ama tuhaf bir şekilde pek de utanmış hissetmedim—Tamam, belki biraz. O kadar abartmasına gerek yoktu. Yine de çevreme dikkat ediyordum.
Narita Havalimanı’nda herkes kendi yoluna gitti. Asamura-kun’a mesaj attım ve buluşacağımız yeri kararlaştırdık. Trene bindik ve yan yana oturduk. Yolculuğumuz boyunca yaşadıklarımızı anlattık birbirimize. Nelerin eğlenceli, nelerin stresli olduğunu… ve o asma köprüde birlikte izlediğimiz gün batımının ne kadar güzel olduğunu.
Güneş batarken ufku parlak bir beyaz ışıkla aydınlatmış, mavi denizi derin bir menekşe rengine boyamıştı. Biz de denizin değişen renklerini izlerken, birbirimizin kollarında sıcak bir hisle duruyorduk. Ama yolculuğun yorgunluğu ağır basınca konuşmalarımız azalmaya başladı ve bir noktadan sonra Asamura-kun’un ne söylediğini bile zar zor anlıyordum. Trenin içindeki klima rahatlatıcı bir sıcaklık sağlıyordu ve ben giderek dalgınlaşıyor, uykulu hale geliyordum.
Sol omzumu onun sağ omzuna yasladım, teninin sıcaklığını hissedebiliyordum ve bu his o kadar huzur vericiydi ki, uykuma karşı koyamadım—ta ki hafifçe sarsılıp uyandırılana kadar.
“Geldik.“
“Ah, pardon.“
Bir an panikleyerek bavulumu kaptım, ama neredeyse yere kapaklanıyordum. Eğer Asamura-kun beni tutmasaydı, muhtemelen kapının önünde yüzüstü yere yapışmış olurdum. Yüzüm kıpkırmızı bir halde bavulumu peşimden sürükledim. Ne büyük bir hata! Üstelik tüm yol boyunca omzuna yaslanarak uyumuştum.
Shibuya İstasyonu’ndaki bilet gişesinden çıktığımızda, gökyüzü tamamen kararmıştı. Sıradan bir cumartesi akşamıydı ve tren istasyonu ile çevresi insanlarla doluydu. Pek çok kişi şu an eğlenmeye gidiyor olmalıydı. Kalabalıktan kaçınmaya çalışarak Asamura-kun ile birlikte evimize giden tanıdık yolda yürüdük.
O sırada, tekrar hatırladım—ona yaslanarak ne kadar rahat bir şekilde uyuduğumu. Bunu düşününce beynime kan sıçradı, aniden sıcak bastı. Tren değiştirirken beni uyandırdığında, kesinlikle uyuyan yüzümü görmüştü. Hatta sanırım o sırada ağzımın kenarında biraz salya bile vardı… Onun bana uzun uzun bakacağını sanmıyorum ama bu kadar dikkatsiz olacağımı da düşünmemiştim. Artık yüzüne bile bakamıyorum. Ama sonuçta aynı eve dönüyoruz, bu yüzden bundan kaçınmam da imkânsız.
“Eve döndük, huh?“
“Gerçekten de. Yorucuydu ama eğlenceliydi.“
“Kesinlikle.“
Birbirimize bakıp gülümsedik. Gerçekten de eve dönmüştük… birlikte yaşadığımız yere. Evin kapısından beraber içeri adım attık. Üvey babamın bugün işi olmamalıydı ve annemin vardiyası henüz başlamamıştı, yani ikisi de bizi karşılayacaklardı. Bizi selamlayıp eve dönüşümüzü kutlayacaklardı. Geçirdiğimiz birkaç gün boyunca Asamura-kun ve ben birbirimize çok daha yakınlaşmıştık. Zaten yan yana duracak kadar yakındık ama aramızdaki o küçük mesafe de artık kaybolmuştu. Çünkü biz, istediğimiz gibi olmaya karar vermiştik.
“Eve geldik, anne, baba.“
İkimiz aynı anda konuştuk ve o sırada bavullarımızın üzerindeki Merlion anahtarlıkları hafifçe sallandı, tıpkı bizim gibi uyum içinde.
*YEDİNCİ CİLDİN SONU*
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.