Bölüm 3: Yüzen Gelin (İkinci Kısım) “Bir dert bitmeden öteki başlıyor, değil mi?” dedi Ah-Duo kasvetle. Aslında, o ve Maomao bugün alışverişe çıkmayı planlamışlardı. Ancak dün gece yaşananların ardından, bugün de gezip dolaşma şansı kalmamıştı. Maomao, batı başkentinde ne gibi ilginç şeyler olduğunu keşfetmek için sabırsızlanıyordu ama bu mümkün olmayacaktı; onun yerine yas kıyafetleri giymişti. Bu yolculukta başlarına her şeyin gelebileceğini düşünmüştü, ama bir cenazeye katılacaklarını asla hayal etmemişti. “Böylelikle bu akşam ziyafet olmayacağına üzülmüyorum açıkçası, ama keşke neden bu olmasaydı,” dedi Ah-Duo, çayından bir yudum alırken. Demek ki sadece Maomao değil, Ah-Duo da gecelik eğlencelerden yorgun düşmüştü. O sırada odada yalnızca Maomao, Ah-Duo ve Suirei bulunuyordu; bu yüzden Ah-Duo’nun böyle biraz uygunsuz bir yorum yapmasında sakınca görülmemişti. Suirei, Ah-Duo’nun yanında bulunduğu sürece refakatçisiz gezebiliyordu, fakat Maomao, onun bu durumdan pek de keyif aldığını sanmıyordu. Ne de olsa Ah-Duo, eğlenceyi, oyalanmayı ve ilginç şeyleri seven biriydi; ciddi ve ağırbaşlı Suirei’yi muhtemelen durmaksızın iğneleyip duruyordu.
“Öylesine köşeye sıkışmış ki, tek çıkışın ölmek olduğunu düşünmüş… Bu gerçekten trajik,” dedi Ah-Duo.
Resmî açıklama: intihar. Genç kadının özel odasında bir mektup bulunmuştu; uzak bir yabancı diyara gidecek olmanın kendisinde yarattığı derin üzüntü sebebiyle hayatına son verdiğini söylüyordu. Ziyafetteki neşeli hava bir anda donuvermişti. Damatsa mektubu okur okumaz kendini kaybetmişti; gelinin babasına öfkeyle bağırıp çağırmaya başlamıştı. Söylediklerinin çoğu Maomao’nun anlamadığı bir yabancı dildendi ama anlayabildiği kadarıyla, keşke hiç anlamamış olsaydı dedirtecek cinstendi. Batı başkentinin sakinleri ise damadın söylediklerini anlıyor gibiydi ama hepsi başını eğmiş, sessizce yere bakıyordu.
Jinshi, Maomao’ya mektubu göstermişti. Maomao da onun gerçekten gelin tarafından yazıldığına inanmıştı.
Ama mektupta köşeye sıkışmış olmaktan hiç söz edilmiyordu…
Ah-Duo, İmparatoriçe Gyokuyou’yu andıran bir havaya sahipti; Maomao bu eski cariyenin hafife alınacak biri olmadığını fark etmişti—parfümün izini süren de onun adamlarından biriydi. Ancak Ah-Duo’nun ne kadar bilgiye sahip olduğunu tam olarak bilmediğinden, Maomao dikkatli konuşmak zorundaydı.
Olay dışarıdan şöyle görünüyordu: evliliği kaldıramayan gelin, kendini öldürmüştü. Herkesin onu pagodadan sarkarken görmesini sağlamış, ardından ip kopunca yere düşmüştü. Üstelik düştüğünde bir feneri de devirerek kıyafetlerinin alev almasına neden olmuştu. Ama olayın aslı bu muydu gerçekten? Jinshi, genç kadının intiharının kendi yaptığı bir şeyden kaynaklandığını düşünüyor gibiydi ama Maomao bunun doğru olup olmadığını bilemezdi. Bu kadının, Cariye Lishu’nun üvey kardeşine parfümü veren kişi olması kuvvetle muhtemeldi—ama bu da netleşmemiş başka bir konuydu. Bu nedenle Maomao cenazeye hâlâ belirsizlikler içinde katılacaktı. Elbette, yeterince diretse gitmeyi reddedebilirdi, ama içini kemiren bir şey vardı.
Jinshi de gidiyordu. Normalde, yerel bir yetkilinin kızının cenazesine katılması için hiçbir sebep yoktu, ancak gelinin babası ondan özellikle rica etmişti. Damadın öfkesini yatıştıranlar Jinshi ve Gyokuen olmuştu. Daha sonra damadın ne diye bağırdığını öğrendiler: “Bu ikinci oldu! Üçüncü bir gelin de bulabilecek misiniz bana?!”
İkinci mi? diye düşündü Maomao. Bu sıradan görünen evliliğin arkasında bir şeylerin döndüğünü anlamak zor değildi.
“Evet, hanımefendi?” Maomao merakla başını kaldırdı. Ah-Duo’nun böyle çekingen konuşması alışılmadık bir şeydi.
“Gece Prensi gidiyorsa, o yaveri de yanında olur, değil mi?”
“Sanırım öyle olur.”
Bahsi geçen kişi Jinshi-sama’nın yardımcısı ve koruması Basen’di. Aslanı yumrukladığında sağ elinin parmaklarını kırmıştı ama o kadar gözü dönmüştü ki, parmaklarının ters açılarda durduğunu bile fark etmeyecek kadar kendinden geçmişti.
“Ondan emin miyiz? Onun Gaoshun’un oğlu olduğunu duydum. Sen ne düşünüyorsun?”
Maomao kısa bir duraksamadan sonra, “O konuda karar vermek Jinshi-sama’ya düşer. Benim yorum yapmam doğru olmaz,” dedi. Basen’in fiziksel yetenekleri kusursuzdu, ama kişisel gelişimi açısından hâlâ yol alması gerekiyordu. Gerçi, Maomao’nun bu konudaki fikri, Gaoshun’u iş başında izlemiş olmasından etkilenmiş olabilir. Her neyse, olumlu düşünmeye çalıştı: Sonuçta Basen, Jinshi-sama’nın tek koruması ya da yardımcısı değildi. O yüzden... sorun olmazdı, değil mi?
“Gerçekten hiçbir yorum yapamayacak durumda mı hissediyorsun kendini?” diye sordu Ah-Duo, yüzü asılmış halde. Suirei, Ah-Duo’nun bardağına taze sıcak su doldurdu.
“Hayır hanımefendi. Bu benim söz hakkım olan bir mesele değil.”
“Anlaşıldı.”
Maomao, çıkarken Ah-Duo’ya son bir kez şaşkınlıkla baktı. Bu, genellikle bir ailenin sessizce halletmek isteyeceği türden bir mesele olurdu. Ancak genç hanımefendinin ölümü böylesine aleni bir hâl almışken, cenazenin gizli saklı yapılması da mümkün değildi.
Ailenin malikanesi görünür hâle geldiğinde, beyazlara bürünmüş kadınlardan oluşan bir nehrin oraya aktığını gördüler. Ağlayan kadınlardı bunlar, yüzlerini örten duvaklarından anlaşılıyordu. Sayıları da bir hayli fazlaydı, diye geçirdi içinden Maomao. Her yerde çiçekten çelenkler vardı; hizmetkârlar ise başlarını eğmiş hâlde, gelen konukları karşılamaya çıkıyordu.
Batı topraklarında bu şekilde ağlayan kadınlar tutmak gibi bir gelenek olup olmadığından emin değildi Maomao. Ancak aile, genç kadının ayaklarını bağlamıştı; demek ki cenaze âdetlerinde de başkent usulünü izliyorlardı.
Kabul masasındaki görevli, ağlayıcıların sayısını not edip onlara kimlik yerine geçen ahşap etiketler verdi.
“Buyurun, böyle gelin. Takip edin beni,” dedi bir hizmetkâr, kadınlar da onu izledi.
Bu defa Lahan da Maomao ve diğerlerine katılmıştı. Yanlarında getirdikleri eşyalar arasında para ve ev eşyalarını temsilen hazırlanmış kâğıt ürünler vardı.
“Gerçeği koymazlar mıydı normalde?” diye sordu Maomao.
“Yeni zengin değilsen, hayır,” diye burnunu kıvırdı Lahan. Demek ki hazırladığı kâğıt nesneler sırf pintilikten değilmiş. Cenazeye katılanların, ölen kişinin öte dünyada da rahat bir hayat sürebilmesi için yanlarında para ve günlük eşyaların kâğıttan yapılmış hâllerini getirmeleri adettendi. Hatta bazen cehennemde geçirilen sürenin bile, bolca para akıtılarak kısaltılabileceği söylenirdi.
Lahan, ziyafete çağrılmayıp sadece cenazeye sürüklendiği için homurdanıp durmuştu ama sonuç değişmemişti. Onun burada olması sayesinde Maomao da Jinshi’nin yakın çevresinden uzak durabiliyordu. Rikuson gelmemişti; o yerinde kalmıştı. Muhtemelen kendi işi başından aşkındı.
“Her şey bir yana, çok kaliteli kâğıt,” dedi Lahan. “Öyle ucuz paçavra değil yani.”
Gerçekten de, kâğıt paralar oldukça kaliteli görünüyordu. Şarlatan doktorun köyünden gelen mallarla yarışırdı neredeyse—gerçi Maomao oradan gelip gelmediklerini bilmiyordu. Yine de, genç kadının intihar mektubunu gördüğünde batı başkentindeki kâğıtların olağanüstü kaliteli olduğu dikkatini çekmişti.
“Çünkü burası ticaret yollarının kavşağı,” diye açıkladı Lahan. “Kimse en kalitesiz malını dışarı göndermez.”
Vaktiyle Li de batıya kâğıt ihraç etmişti; o zamanlar malları iyi fiyat ederdi. Ancak düşük kaliteli ürünler çoğalınca bu ihracat işi neredeyse bitmişti. Buna rağmen hâlâ güzel örnekler bulmak mümkündü.
Dün, alacakaranlıkta malikanede bulunmuşlardı; şimdi ise gün ışığında Maomao, mülkün bazı bölümlerinin harap hâlde olduğunu açıkça görebiliyordu. Bir zamanlar oldukça gösterişli olan bu malikane, yeni sahiplerinin elinde bakımsızlığa terk edilmiş gibiydi.
Shaoh’tan biriyle yapılan evlilik de garip gelmişti Maomao’ya. Belki diplomatik açıdan önemliydi ama güç dengesi pek eşit görünmüyordu. Örneğin, ziyafet burada yapılmıştı; ancak evliliğe dair her şey damadın topraklarında gerçekleştirilecekti. Ve adamın, eşinin ölümünden sonra sergilediği tavır sadece küçümseme olarak nitelenebilirdi.
Lahan, görünüşe bakılırsa işin aslını çoktan öğrenmişti; yolda Maomao’ya anlattı.
“Bu aile buraya Yi klanının yerini almak için getirilmiş ama bir yandan da göz önünden uzaklaştırılmak istenmiş.”
Eski imparatorun annesi—yani hüküm süren İmparatoriçe—oldukça pragmatik bir kadındı. Merkezi bölgeden gelmiş asil soyları olsa da işini beceremeyen yetkilileri baş belası olarak görüyordu. Bu nedenle, batı topraklarını denetlemeleri şartıyla birkaç aileye soy adı verileceği vaadiyle onları buraya çekmişti. Gelinin ailesi de bunlardan biriydi.
Ancak yeteneksiz insanlar, sadece mekân değiştirerek birdenbire yetenek kazanmazlar. Bazı aileler bu yabancı iklimde hastalık yüzünden yok oldu; diğerleri de sefalet içinde silinip gitti. Peki neden böyle gözü kara bir şey yapmıştı hüküm süren İmparatoriçe? O zamanlar gücünün zirvesindeydi belki; birkaç aile yıkılsa da nasılsa yerlerine yenileri gelecekti. Tıpkı İmparatoriçe Gyokuyou’nun ailesinde olduğu gibi. Dünkü evlilik şöleninde görülen genç kadın, ailesinin gücünü artırmak amacıyla başka bir ülkeye gelin olarak gönderilecekti. Bu aile, ticaret işlerini kan bağı olan kişilerle yapmayı tercih ediyordu; kızlarını evlendirerek bu bağı oluşturmaksa, ailenin yıllar boyunca benimsediği hayatta kalma yöntemiydi.
“Damat aslında, ölen kızın kuzeniyle evlendirilecekti. Hane reisinin küçük kardeşinin kızıydı sanırım,” dedi Lahan. Sözünü ettiği küçük kardeş, acaba sazan havuzundaki suya boğulmuş adam mıydı? Belki de kendi kızının düğünüymüş gibi kutlama yapıyordu. “Törene on gün kala intihar etmiş.”
“Böyle bir trajedi yaşamış birine benzemiyordu...”
“İnsan bazen istemese de en iyi yüzünü göstermek zorunda kalır bu hayatta,” dedi Lahan.
Demek damadın “ikincisi de” sözünün ardında bu yatıyordu. Düşünmesi bile acı vericiydi—adam iki nişanlısını da aynı şekilde kaybetmişti. O yabancı ülkeyi gerçekten korkunç bulmuş olmalıydılar.
Lahan ile Maomao’nun adımları taş döşeli yolda yankılanıyor, sazanların sıçrattığı suyla ayakları hafifçe ıslanıyordu. (Kötü beslenen) balıklar, birinin geldiğini duyunca hemen toplanmıştı; suyun ferahlatıcı şıpırtısı artmıştı.
Köşkün önünde şimdiden bir kalabalık toplanmıştı. Ağıtçı kadınlardan oluşan grup yüksek sesle feryat ediyordu. Maomao, gelenlerin birçoğunu dünkü törenden hatırlıyordu.
Şuna bak hele, diye geçirdi içinden. Hem gelenler için söylüyordu bunu, hem de özellikle beyaz giysili kadınlar için. Ağıt yakmakla görevli elliden fazla kadın vardı ortalıkta; gürültülü yas sesleriyle ortalığı inletiyorlardı. Belki bazı konuklar nezaketen kendi ağıtçılarını getirmişti ama bu sayı fazlaydı. Bu kadınların görevi ölü için yas tutmaktı ama Maomao, bu sefer biraz geri durduklarını hissetti; muhtemelen hepsi birden ciğerini yırta yırta ağlasa, kimse düşüncesini toparlayamazdı. Sonuçta bu, onların geçim kaynağıydı.
Bu kadar çok kadın bir aradayken, elbette kimisi diğerlerinden daha iyiydi bu işte. Bazılarının sesi çekingen çıkıyordu—herhâlde yeni başlamışlardı. Biri uzun eteğine takılıp tökezledi.
Başından sonuna kadar sürecek uzun cenaze töreninde ağlamayı sürdürmek kolay iş değildi elbet. O yüzden ön ve arka sıralardaki kadınlar zaman zaman yer değiştiriyordu. Yas nöbetini sırayla devrediyor, enerjilerini idareli kullanıyorlardı. Böylesine verim odaklı bir ağıtın gerçekten ölüye huzur getirip getirmeyeceği tartışılırdı ama Maomao, ölümden sonrasına zaten inanmıyordu. Ve nihayetinde bu kadınların da karnını doyurması gerekiyordu.
Maomao başını kaldırdı. Bahçenin ötesinde, dört katlı pagodayı görebiliyordu. Geceden farklı olarak gündüz vakti nasıl bir manzara sunduğunu merak etti. İlerlemeye başladı ama fark etmediği bir kanala az daha düşüyordu. Yanında duran Lahan’a tutundu.
“Ne yapıyorsun sen?” diye çıkıştı Lahan.
“Affedersin.” Düşseydi bile kanal derin değildi ama çıkan sesle sazanlar çoktan gelmişti. Bir gece önce, suya bırakılan fenerler kimsenin düşmesini engellemişti; ama şimdi, burası tehlikeli bir detaydı diye düşündü. Pagodaya kadar epey mesafe vardı; üstelik dün yalnızca oraya kadar koşmakla kalmamış, bir de tüm merdivenleri çıkmışlardı. Epey yorucuydu.
Merdivenler? Pagodaya olan mesafe mi? Maomao, dün gece bir şeylerin tuhaf geldiğini hatırladı. Neydi o? Az kaldı, neredeyse buluyordu…
“Hey sen! O bir yiyecek değil!” diye şaka yaptı Lahan. Balık, onu umursamadan Maomao’ya doğru fokurdayarak su sıçratmaya devam etti, kırıntı umuduyla. Tam o sırada rüzgar sert bir esintiyle esti ve ölüler için bırakılan paralardan bazıları kanala savruldu. Balıklar bir anda harekete geçti; para suya düşer düşmez kayboldu, ardında hiçbir iz bırakmadan.
Maomao hiçbir şey söylemedi, sadece balıklara bakakaldı.
“Ne yapıyorsun? Onlar da yenmez. Burada balık avlamak yasak.”
Lahan yine şaka yapıyor gibiydi, ama Maomao elini ona doğru uzattı. “Kâğıt.”
“Kâğıt mı?”
“Üzerinde karalama yaptığın kâğıtlar vardır mutlaka. Bir yaprak ver.”
“Bu da nereden çıktı şimdi?” diye söylendi Lahan, ama yine de cübbesinin kıvrımları arasından bir kağıt parçası çıkardı. Maomao onu parçaladı ve kanala bıraktı. Balıklar yine anında saldırdı, kâğıdı iştahla yuttular.
Maomao’nun ağzı bir an için açık kaldı. Sonra, “İşte bu!” dedi. Ve hızlı adımlarla pagodaya doğru yürümeye başladı.
“H-Hey!” diye seslendi Lahan.
Gelinliğin pagodadan sarktığı yer, düğün ziyafetinin verildiği pavyondan görünüyordu. Ama oraya yaklaştıkça manzara görüşten çıkıyordu.
Maomao adımlarını hızlandırdı, kuleyle aynı hizada göleti doğrudan görebileceği noktaya dek koştu.
“N-Neye bakıyorsun? Ne oluyor?” Lahan nefes nefese sorarken Maomao eteklerini kaldırıp gölete girdi. Pagoda ile su arasında kısa bir mesafe vardı; gelinin cesedi tam da orada bulunmuştu.
“Bir insan pencereden düştüğünde nereye iner, Lahan?” diye sordu.
“Genellikle... aşağı,” dedi Lahan.
Evet, kömürleşmiş ceset de tam olarak orada bulunmuştu. Ancak…
“Peki ya düşen şey bir insandan daha hafif olsaydı? Rüzgârın yönü ve hızı da şu anki gibiyse?”
“Ağırlığına bağlı tabii.”
“İki kin’den az, ama insan boyutunda.”
“Öyleyse…” Lahan gözlüğünü düzeltti, mesafeyi ölçer gibi baktı. Parmağını yalayıp rüzgara tuttu. “Binanın biraz dışına doğru düşerdi, sanırım. Eğer çatının konumunu da hesaba katarsak…”
Evet, çatı. Onu da denkleme katınca, ortada mantıklı gelmeyen bir şey vardı. Gün ışığında görünce Maomao artık emindi.
Lahan önce cesedin bulunduğu yanmış toprağa, ardından çatıya baktı. Başını eğdi. Elbette—Maomao’nun anlayabildiği bir şeyi, bu insan hesap makinesi de fark etmemiş olamazdı. Eğer dün gece orada olsaydı, Maomao’dan çok daha önce çelişkiyi çözmüş olurdu.
Maomao, Lahan’ın gösterdiği yere ilerledi, kollarını sıvadı ve ellerini suya daldırıp göletin dibini eşelemeye başladı. Lahan ise oturmuş, gelişmeleri izlemeye koyulmuştu. Elinde küçük bir dal parçası vardı, onunla yere bir şeyler karalıyordu. Muhtemelen bir hesaplama yapıyordu.
“Ne yapıyorsunuz hanımefendi?!” diye seslendi, göletin içinde misafirlerin oynadığını gören bir hizmetli. Bir yas evinde böylesi bir davranış elbette uygunsuzdu. “Lütfen, derhal oradan çıkın!”
“Benimle ilgilenmeyin,” dedi Maomao, adamı umursamadan ellerini tekrar gölete daldırarak kazmaya devam etti. Dip çamurdu; verimli bir gübreydi. Balık pislikleriyle dolu, besin bakımından zengindi.
“Hanımefendi ne dediyse o,” dedi Lahan kayıtsız bir tavırla, fakat hizmetli yine de Maomao’yu durdurmaya çalışıyordu. Maomao onu görmezden geldi ve kazmaya devam etti. Eğer beklediği şeyi bulursa, her şey açığa çıkacaktı. Lahan ayağına dolanmıyordu ama pek yardımcı da sayılmazdı; sadece arada bir etrafa bakınıyordu. Maomao, arkasında hizmetkârın havuza atlayışını duydu. Adam elinden tutarak çekti onu. Maomao kaçmaya çalıştı ama çamura takılan ayakları yüzünden kafasının üstüne suya kapaklandı. Tepeden tırnağa pisliğe bulanmıştı ve hizmetkâr onu sudan çıkarmaya çalışıyordu.
Tam o anda, büyüleyici ve gür bir ses duyuldu: “Bir şey bulabildiniz mi?”
Sanki tam da sahneye çıkma zamanını kolluyordu, diye geçirdi içinden Maomao. Jinshi gelmişti. Ardında, yüzü dehşetle gerilmiş Basen vardı.
Maomao yüzündeki çamuru silip kopmuş bir urgan parçasını havaya kaldırdı. Bu, gelinin...
Maomao kafasında bildiklerini bir kez daha gözden geçirdi. Bu köşkte hâlâ gizemli bir şeyler vardı—ve eğer o sırrı açığa çıkarabilirse, bütün düğümler çözülecekti.
“Gelin hâlâ yaşıyor,” dedi ve sırıttı.
Maomao, kendini temizleyip üstünü değiştirebileceği bir oda istedi. Şöyle doğru düzgün bir banyo yapmayı elbette isterdi ama vakitleri yoktu. Saç diplerine yapışan çamurun verdiği hissi nefretle karşılasa da, dişini sıkmak zorundaydı.
Üstünü değiştirdikten sonra köşkün ana salonuna alındı. Malikânenin efendisi ve ailesi, cenazede böylesine densizce davranan bir misafire öfkeyle değilse de belli ki hoşnutsuzlukla bakıyorlardı. Jinshi ve Basen oradaydı; Lahan ve muhafızlar da öyle. Ama dünkü damat ortalarda yoktu. Hatta Maomao, cenaze törenine katıldığını hiç görmemişti.
Masada, Maomao’nun bulduğu urgan parçası duruyordu. Kadın, pencereye göz attığında, hâlâ ağlamaya devam eden beyazlar içindeki kadınları gördü. Cenaze töreni yarına kadar sürecekti; demek ki bu kadınlar bu geceyi burada geçirecekti. Diğer misafirler çoktan ayrılmıştı—sadece bu kadınlar, ev halkı ve Maomao’nun beraberindekiler kalmıştı.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?” diye sordu evin efendisi. Sesi öfkeyle değil, daha çok tükenmiş bir üzüntüyle doluydu.
“Bu genç kadın her şeyi açıklayacak,” dedi Jinshi ve Maomao’yu salonun ortasına yönlendirdi. Masadaki urgan parçası kirliydi ama hâlâ yeni olduğu belliydi. “Hanımefendi La ailesinden biri olabilir, ama biz henüz çocuğumuzun yasını tutuyoruz,” dedi evin beyi. “Bizi rahat bırakmanız mümkün mü? Gecenin Prensi bile böylesine…” Sözlerini özenle seçiyor, ama Jinshi’yi açıkça eleştiriyordu. Bunu yaparken titrediğine göre, ne denli cesaretini toplaması gerektiği de ortadaydı.
“Evet, yasınıza gölge düşürdüğüm için özür dilerim. Ancak sadece bir dakikanızı rica etsek,” dedi Jinshi; nazikti ama kararlıydı.
“Misafirler evlerine döndü, temizlik yapmamız gerek. En azından ağıt yakan kadınları göndermeme izin verir misiniz?”
Jinshi Maomao’ya baktı ama Maomao başını iki yana salladı. Jinshi bir adım geri çekilerek durumu ona bıraktığını belli etti.
Maomao, “Eğer gelin gerçekten ölmüş olsaydı, ben de sizin gibi hissederdim,” dedi. Ardından ipi kaptığı gibi dışarı çıktı. “Benimle gelin.”
“Bu da ne demek oluyor şimdi?” diye homurdandı ev sahibi, ancak Maomao onu duymazdan geldi ve beyazlar içindeki kadınların karşısına geçti. Diğerleri onu merakla izlerken o yere çömeldi.
“Hiyaah!” diyerek iki kadının kıyafetini kavrayıp eteklerini bir anda kaldırdı.
Oradaki herkesin ağzı açık kaldı.
Bu bölgede güneş yakıcıydı ve insanlar genellikle bacaklarını güneşten saklardı, bu yüzden Maomao’nun ortaya çıkardığı bacaklar alabildiğine solgundu. İçten içe turp yeme isteği artarken kadınların eteklerini birer birer kaldırmaya devam etti, kadınlar da çığlıklar ve bağırışlarla tepki verdi.
Ne anılar ama, diye düşündü Maomao. Bir zamanlar şüpheli zevklere sahip bir tüccar, on kadar hayat kadını toplamış ve bir gece boyunca onların eteklerini tek tek kaldırmıştı. Genelevin madamı bunu son derece bayağı bulmuştu ama adam normalin üç katı ödeme yaptığı için sesini çıkaramamıştı.
Kısacası, Maomao’nun yaptığı şeyin bir seks düşkünü ihtiyarın davranışından farkı yoktu. Etekleri kaldırılmış kadınlar hızla çömeldi, kendilerini gizlemeye çalıştılar. Maomao’nun henüz ulaşmadığı diğerleri ise panik içinde kaçışmaya başladı.
Vay canına. Beklediğimden daha eğlenceliymiş bu.
Kendi başına yapana dek, bu işin nesi cazip olabilirdi pek anlayamamıştı. Ağlayarak kaçışan kadınları kovalamak ve elbiselerinin eteklerini çekiştirmek… Şimdi, o arsız yaşlı adamın ne hissettiğini yavaş yavaş kavramaya başlıyordu. Gerçi, bu pek de iyiye işaret değildi.
Kadınlardan biri, ötekilere göre epey hantal görünüyordu. Kaçmaya çalıştı ama koşamadan tökezleyip sendeledi. Maomao hiç acımadı—kadının önünde dikilip parmaklarını esnetmeye başladı. Kadının çığlıkları avluyu çınlattı ama Maomao eteğine yapıştı.
“Sen! Biraz terbiye öğren artık!” diye bağırdı Jinshi ve bu uyarısını Maomao’nun kafasına attığı bir şaplakla pekiştirdi. Maomao arkasını döndü ve onun usanmış bir yüz ifadesiyle kendisine baktığını gördü.
Kızın eteğinin ucundan bir çift ayakkabı görünüyordu. Kaçmaya çalışırken neredeyse ayakkabılarından fırlayacaktı; çünkü ayaklarına hiç uymuyorlardı. Ayakları bandajla sarılmıştı ve doğrusu pek ayak gibi bile durmuyordu.
Bu ağlayan kadının, bağlı ayakları vardı.
Sonra Maomao yas peçesini tutup yavaşça kaldırdı. Altından yaşlarla ıslanmış yüzüyle güzel bir genç kadın çıktı.
“Ö-zür dilerim!” diye ağladı genç kadın. Kime özür diliyorsa, o kişi Maomao değildi kesinlikle.
“B—” diye başladı Maomao, ama “İşte kayıp gelininiz” demeye kalmadan, bağlı ayaklı başka bir kadın araya atıldı. Belki de gelinin nedimelerinden biriydi?
“Bu da neyin nesi?! En basit edepten bile bihaber misiniz?!” diye bağırdı kadın Maomao’ya. Gözleri fal taşı gibi açılmış, gözyaşlarını bastırmaya çalışıyordu. Dudaklarını ısırıyor, omuzları titriyordu. Ardından diğer kadının eteğini düzeltti, peçesini yeniden başına örttü. “Hadi, çabuk git. Yarın yine işimiz var.”
Ama artık bağlı ayaklar ortaya çıktığına göre, bu kadın kolayca sıvışamazdı—ne Maomao ne de Jinshi buna izin verecekti. Onların elinden kaçamazdı. Ve işte tam da bu düşünce, Maomao’nun sıradaki acımasız sözlerini doğurdu. “Yaktığınız ceset... Ablanıza mı aitti? Kendini öldürdükten sonra mı?”
Ağlayan kadın ürperdi.
“Cesedin boynunda zaten izler vardı. Bu yüzden kendinizi ‘asıyormuş’ gibi gösterdiniz. Sonra da cesedi yaktınız, böylece kimse ne olduğunu tam olarak anlayamasın diye.”
Genç kadından bir hıçkırık duyuldu—yas taklidi yapan biri gibi değil, sahiden de ustaca bir ağlayıştı. İşindeki performansı düşünülünce, kolaylıkla kimseyi şüphelendirmeyecek düzeydeydi.
O ana kadar sessizce izleyen gelinin babası sonunda patladı: “Yine başladınız! Ne dediğinizi kesinlikle anlamıyorum! Yalvarırım, artık çocuğumun cenazesine daha fazla saygısızlık etmeyin! Bu yas tutan kadın kızım olamaz!” Kadın nedimenin yanına geçti, Maomao’nun karşısında dikildi. “Evet, küçük kızımı size anlatmıştım. Ama açık konuşayım, bu her şeye burnunuzu sokmanızı istemek anlamına gelmiyordu!” Adamın öfkesi açıkça görülüyordu.
Gelinin amcası ise ellerini kollarını savurarak araya girdi: “Eğer kız yaşıyorsa, dün gece olanları nasıl açıklayacaksınız? Gelinin kendini astığını hepimiz gördük. Cesedi yerde bulduk. Bunlar gerçek!”
Maomao başını salladı. “Doğru, gelin gerçekten de pagodanın en üst katından kendini astı ve düştü. Ama o kuleyle ilgili ilginç bir şey var. Dört katlı, değil mi? İlk bakışta hepsi aynı büyüklükte gibi görünüyor ama en alt kat, diğerlerinden daha dışa doğru genişliyor. Peki ya bir şey oraya düşseydi ne olurdu?”
Bu tür şeyleri açıklamakta Maomao’dan çok daha iyi olan Lahan’a yerdeki bir dal parçasını uzattı. Lahan toprağa kuleyi çizen bir diyagram çizmeye başladı. Maomao çamurun içinde oynarken o da zaten bu resmi çizmekle meşguldü.
“Çatının eğimi var. Yani bir cisim oraya düşerse, yuvarlanarak dışarı kayar. Hızı kesilmeden düşerse, pagodadan bir hayli uzağa savrulabilir,” dedi Lahan ve açıklamasına bir ok çizerek devam etti. “Yani, cisim tüm momentumu ile düşerse, doğrudan pagodanın altına değil, uzağa iner.”
Oysa ki yanmış ceset, doğrudan çatının altındaki gölgelikte bulunmuştu. Pagodanın girişinden bakıldığında gözden gizlenmiş bir konumdaydı. Eğer gölete düşseydi, artık yakılması mümkün olmayacaktı ve bu da şüpheleri artırırdı.
“Hareketin temel ilkelerine ve cesedin hızına göre, cesedin bulunduğu yere düşmesi mümkün değil,” dedi Lahan. En azından bu tür durumlarda güvenilebilecek biriydi. Ve çizdiği diyagram, açıklamayı daha anlaşılır kılmıştı.
“Yani,” dedi Maomao, “Yanmış ceset en başından beri oradaydı. Bizse ‘yüzen’ gelinle o kadar meşgul olduk ki bunu gözden kaçırdık.”
Pagodaya giden yol boyunca küçük fenerler vardı. Konağa yabancı olan konuklar, karanlıkta doğal olarak o yolu takip ederdi. Havai fişeklerden gelen duman ve fener yağının kokusu da, önceden oraya yerleştirilmiş cesedi gizlemek için mükemmel bir perde olmuştu.
Ve sonra Maomao son noktayı koydu: “Sanırım sarkan gelinin asıl kimliği buydu.” Elindeki eski kâğıtlardan birkaçını alıp gölete doğru yürüdü, yürürken yere bastıkça adımlarını vurguluyordu. Kâğıtları parçalayıp suya attı; gölet hemen karıştı, çünkü sazan balıkları yem olduğunu sanıp yüzeye fırlamıştı. “Buralarda bolca kaliteli kâğıt var. Uzaktan bakıldığında bir gelinlik gibi görünebilecek türden.”
Peki sinyal ne olmuştu? Havai fişekler. Mükemmeldi. Belki de belirli bir duman rengi ya da özel bir ses. Biri “gelini” gördüğü anda, sinyal verilmiş olmalıydı. Pagodanın mesafesi ve üst kata çıkma süresi hesaplanarak ip kesilmiş gibi gösterilmişti. Herkes koşuşturma içinde olduğu için düşüş anı dikkatlerinden kaçmıştı.
“Dün bir sazan balığını yakalamıştınız,” dedi Maomao amcaya. “Balıkları korkutup belli bir yere yönlendirmek için miydi bu?” Muhtemelen balıklar zaten havai fişeklerden korkmuştu ama işlerini garantiye almak istemişlerdi.
Kâğıttan gelin gölete düşecek, sazanlar onu yiyecek ve geriye sadece Maomao’nun bulduğu ip kalacaktı. İpi kesen kişi içinse iş basitti—herkes pagodaya koştuğunda saklanması yeterliydi. Kalabalık oluşunca aralarına karışacak, diğerleri kadar şaşkın bir yüz ifadesiyle ortalıkta dolaşacaktı.
Artık o rolü kimin oynadığını sormaya bile gerek kalmamıştı. “Yaşananları yorumlama şeklime itirazı olan varsa,” dedi Maomao, “kulede kalan ip parçasıyla bulduğum ipi karşılaştıralım. Var mı öyle biri?”
“Var mı öyle biri?” sözleriyle birlikte, gelinin babası dizlerinin üzerine çöktü. Diğerleri ise boyunları bükük bir şekilde birbirlerine baktılar. Maomao ile çılgınca ağlayan kadın arasında duran nedime, acı içindeki yüz ifadesiyle yerinde kalakaldı. Elbette… Bu işi gelinin tek başına yapamayacağı ortadaydı. Mutlaka yardım edenler olmuştu—belki de tüm ev halkı işin içindeydi.
Karşılarındaki aile üyelerinin yüzlerinde ihanetten ziyade derin bir keder okunuyordu.
“Gelin ağlayan kadınların arasına karışacak, bu sayede gizlice kaçırılacaktı,” dedi Maomao. Meğer bugüne kadar bir yanılgıya kapılmıştı. Aslan olayı aslında Cariye Lishu’ya yönelik bir girişim değildi.
Bazen, insanların ne düşündüğü sizin sandığınızla örtüşmeyebilirdi.
“Bütün bunları o yabancı damattan kaçması için yaptınız.”
Aslanı getirenin damat olduğunu duymuştu—ve kafesin kilidi açılır da hayvan dışarı fırlarsa, tüm suç damadın üzerine kalacaktı. Ailenin yapması gereken tek şey, kafesin çubuklarıyla oynamak ve konuklar arasına aslanı çılgına çeviren parfümden serpmekti. Ne yazık ki seçtikleri kişilerden biri Lishu’nun üvey kız kardeşi çıkmıştı.
Normalde bu tür bir olayda suç hızla birine yıkılırdı ve en çok da damat ceza alırdı. Fakat Jinshi ve Gyokuen, ailenin umduğundan daha dikkatli davranmıştı; olayı hemen büyütmek yerine delil toplamayı tercih etmişlerdi.
Damat, olanlar karşısında paniğe kapılmıştı. Ülkeyi terk etmeye karar vermişti ve ertesi günkü ziyafetten sonra yola çıkacaktı. O yüzden şu an burada değildi; çoktan memleketine doğru yola koyulmuştu. Eğer her şey onların planladığı gibi gitseydi, genç kadın şu anda o adamla birlikte yabancı bir ülkeye gitmiş olacaktı. Ailesi bu durumu engellemek için kızlarının ölümünü sahnelemeye karar vermişti. Hatta öylesine kararlıydılar ki, çoktan ölmüş olan büyük kızlarının cesedini bile bu işe alet etmişlerdi.
“Neden böyle bir şeyi yapacak kadar ileriye gittiniz?” diye sordu Jinshi.
“Haah! Kızımın nasıl bir rezilliğe maruz kaldığını siz ne bilirsiniz,” diye kükredi gelinin amcası—yani ölen kadının babası. “O adamlar ailemizdeki kadınları köle gibi görüyor! İlk gece ne yaptıklarını biliyor musunuz? Gelini dağlıyorlar. Evet, bildiğiniz hayvan gibi damgalıyorlar!”
Evlilikler her zaman eşit şartlarda gerçekleşmezdi. Aslına bakılırsa, çoğu zaman güç dengesizliği kaçınılmaz olurdu. Güce sahip değilseniz, yapabileceğiniz tek şey eğilip boyun eğmekti. Bu aile, çoktan bir kızlarını böyle bir kurban olarak sunmuştu bile.
“Benim ayaklarım da aynı şekildeydi,” diyerek, feryat eden bir kadın gibi giyinmiş gelin kendi küçücük ayaklarına elini sürdü. “Adamın istediği buydu. Doğudan bir kız gibi görünmemi istiyordu. Beni bir eşya gibi görmekten fazlasını düşündüğünü sanmıyorum.” Nedimesi onu acı dolu bir ifadeyle izliyordu. Belki de gelin ve nedimesi, abla işe yaramazsa diye yedek olarak ayakları bağlanmış adaylardandı.
Jinshi’nin yüzündeki ifade silinmişti, ama içten içe sarsıldığı belliydi.
“Ben beceriksizim. Önümde sadece bu yol vardı. Sence, daha fazla yeteneğim ya da hünerim olsaydı, kızımın sarayın gül bahçesindeki çiçeklerden biri olduğunu görebilir miydim?” diye sordu kızın babası. Belki de aklına batı başkentinden bir başka aile gelmişti; onların kızları İmparatoriçe olmayı başarmıştı.
“Eğer hüküm süren imparatoriçe bizden hoşnut kalsaydı,” diye devam etti adam, “sence bu ücra köşeye sürülmekten kurtulabilir miydik?”
Jinshi, trajik aileden yüzünü çevirdi. Büyük bir suç işlemişlerdi. Kendi kızlarını korumaya çalışırken, birçok hayatı riske atmışlardı.
“Sence, hane halkımızı kurtarabilir miydik?”
Bu, yalnızca bir azar cezasıyla geçiştirilebilecek bir şey değildi.
Maomao’nun bilmediği şey, Jinshi’nin artık bunu kabullenecek kadar büyüyüp büyümediğiydi.
Öte yandan, Maomao onların olaylara bakışını pek paylaşmıyordu. “Bir haneyi kurtarmak zorunda mıyız gerçekten?” diye mırıldandı, birbirine sıkı sıkıya sarılmış, ayakları bağlı iki kadına yaklaşırken. Her türlü “beceriksizlik“ iddiasına rağmen içinde bir huzursuzluk vardı. “Size bir şey sorabilir miyim?” dedi kadınlara.
Kadınlar yanıt vermedi; Maomao bu sessizliği bir onay olarak kabul etti.
“Parfüm verdiğiniz kişiler arasında, kibirli tavırlı, dişleri çürük bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Onunla nasıl tanıştınız?”
Nedime başını öne eğdi. Lishu’nun üvey kız kardeşiyle temasa geçenin o olduğu kesindi. Garipti—ilk defa tanıştığı biriyle bu kadar kolay yakınlık kuracak bir tipe benzemiyordu.
“Tam hatırlamıyorum ama, on sekiz ya da on dokuz yaşlarında, kalçası biraz tombuldu.” “Kalçası üç shaku bir sun çevresinde,” diye araya girdi Lahan. (Neden?!) Maomao bunun göz kararı yapılmış bir tahmin olduğunu varsaydı—ama yine de sessizce onun ayak parmaklarını ezdi.
“Lütfen bize anlatın,” dedi Maomao. “Herkes için en iyisi bu olur.”
Birkaç saniye sessizlikten sonra, nedime konuştu: “Falcı söyledi bana.”
“Falcı mı?”
Diğer kadın başını öne eğmiş halde hâlâ yere bakıyordu ama başını salladı. “Batı başkentinde herkes ondan bahsediyor. Herkes ona danışmaya gidiyor.”
Başta nedime bunun yalnızca dedikodudan ibaret olduğunu düşünmüş. Ama falcının söyledikleri onun ve arkadaşları hakkında öyle isabetliydi ki, giderek daha çok etkilenmiş, daha da derinlere çekilmiş.
“Merhum genç hanım da ona danışmaya giderdi,” dedi.
“Bu bile başlı başına etkileyici,” dedi Maomao. Saldırganlık içeren bir yorum değildi bu—yalnızca, aklında beliriveren bir şüpheydi. Bahsi geçen ‘danışma’ konusu, öyle herkesle konuşulabilecek türden değildi.
Nedime kasabaya doğru işaret etti. “Şapelde konuşurlardı.”
Bu yer, Gyokuen’in mülkündeki yabancı dine ait binaya benzeyen bir mekândı. İçinde özel konuşmalar yapılabilecek küçük odalar vardı ve falcı bu odaları kullanıyordu. Buralar aslında, o yabancı dine ait keşişlerin insanları dinlemesi için ayrılmıştı ama yeterli bağış yapılırsa, özel görüşmeler için de tahsis ediliyordu.
Nedime, kimliğini açık etmemeye çalışmıştı ama meraklı biri, kiminle görüştüğünü ortaya çıkarabilirdi. Görünüşe göre falcı da bu durumdan faydalanmıştı.
“Parfümü kabul eden bendim! Kafesi kurcalama tavsiyesini de kabul eden bendim! Hepsi benim suçum!” Nedime başını öne eğdi. Falcının sözünü dinlemedikleri için daha fazla genç kadının ölmesine razı olamamıştı. Maomao’ya suçlulukla baktı ama nihai hükmü verecek kişi Maomao değildi.
Falcı, hedef alacakları kişileri de söylemişti. Bazılarının ismi ya da fiziksel özellikleri belirsizdi ama Lishu’nun üvey kız kardeşi gibi bazılarını detaylıca tarif etmişti. Nihayetinde, nedime üç kişiye parfüm satmıştı.
“Bütün suç bu genç kadına ait değil. Kafesi ben kurcaladım,” dedi gelinin amcası, öne çıkıp. Nedimenin üzgün halini fark edip onu sorgulamıştı. Gerçekten de bu iş tek başına bir kadının yapabileceğinden fazlasıydı.
“Sadece onlar değil. Sahte intihar fikri bana aitti. Yeğenimin mezarını rahatsız etmek pahasına da olsa,” dedi gelinin babası.
“Hayır! Abi, sana o şeyi yapman için ben yalvardım!” diye haykırdı bir kadın.
Bu söz alışverişini izleyen ailedeki kadınlar, acı dolu çığlıklarla dövünmeye başladılar.
“Yani bütün bu plan falcıdan değil, sizin kafanızdan mı çıktı?” diye sordu Jinshi.
“Evet. Dünkü olaydan sonra falcıyla görüşecek vaktimiz kalmamıştı.”
“Ve o falcı, sizinle görüşmeye zaman bulabilir miydi sizce?” Jinshi acınası hâle gelmiş aileyi dikkatle izliyordu. Gözlerinde onları cezalandırmak gibi bir niyet yoktu—daha çok olayın devamındaki zinciri kurmaya çalışıyor gibiydi.
Maomao da sessizce onu izliyordu.
Falcı—ya da her kimseydi—hiçbir zaman bulunamadı. Ancak şapeldeki bir keşiş, falcının nerede kaldığına dair bilgi verdi. “Para cehennemde bile konuşur,“ derler ya—cömert bir bağış, keşişin oldukça konuşkan olmasını sağlamıştı.
Keşişin tarif ettiği ev tamamen boştu. Orada elde edilen tek sonuç, falcının bir batılı gibi yaşamadığıydı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.