Boğazım, kavrulmuş havada acıyla yanıyordu. Çevremdeki tanıdık manzaralar kana bulanmıştı; eski yoldaşlarımın bedenleri alevler içinde, küçük kuşların cıvıltısını andıran iniltiler çıkarıyordu.
Neden…? Nasıl…? Cevap belliydi aslında, ama zihnim uyuşmuştu; olup bitenin hakikatini kabullenemiyordu. Yıkıntılar arasında çaresizce dolanıyordum, sanki bir şey arıyormuşum gibi—ve o cesedi bulduğumda, korktuğumun ne olduğunu, aslında neyi aradığımı anladım.
Titreyen ellerimle o bedeni kucakladığım anda, avuçlarımda ufalanıp dağıldı. Alaycı bir kahkahayı andıran rüzgârın uğultusuyla birlikte, çocuğumu benden çalıp götürdü.
Her şeyimi kaybetmiştim. Koruyacağıma yemin ettiğim ailem, yüreğime kazınmış dostlarım, inandığım gelecek—hepsi alevler tarafından yutulmuştu. Bedenim öfkeyle titrerse titresin, boğazım öfkeyle çığlık atarsa atsın, gerçek değişmiyordu. Hiçbir şeyim kalmamıştı…
Gökyüzüne sessiz bir haykırış bırakırken, sayısız çalınmış canın ağıtları üzerimde kasırga gibi dönüyordu.
“Aaaaaa…”
Artık anlıyordum. Yapmam gerekeni biliyordum. Bu da apaçık ortadaydı.
Uzaklarda, benden her şeyi çalanların seslerini duyabiliyordum. Yitirdiklerim asla geri gelmeyecekti. Çaldıkları canlar bir daha dönmeyecekti.
O hâlde, ben…. Biz de…
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.