Yukarı Çık




124   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz


Bölüm 15: Skandal (Üçüncü Kısım)

“Hiçbir şey anlamıyorum!”

Maomao’nun, onca para dökerek aldığı kitap hakkında verebildiği tek hüküm buydu. Belki ilk okumada asıl ilginç kısmı kaçırmıştır diye iki kez baştan sona okumuştu. Yine de kafası allak bullak olmuştu; sonunda bütün kitabı baştan sona kopyaladı. Ve işte kendini bu halde buldu.

“Gerçekten anlamıyorum.”

Bu mesele, kitabın ilginç olup olmamasından daha derin bir şeydi. Asıl sorun duygularla alakalıydı. Bir deney olsun diye kitabı Zümrüt Köşkü’ndeki fahişelere gösterdi ve kadınların gözleri ışıldayarak okumak için birbirleriyle kapıştıklarına tanık oldu. Metin yanlış karakterlerle dolu olsa, bazı kısımları açıkça hatalı çevrilmiş bulunsa bile bu onları hiç ilgilendirmiyordu. Kitap yine de büyüleyiciydi.
Rakip evlerden birer oğlan ve kız, bir ziyafette tanışıp ilk görüşte birbirlerine âşık olurlar. Her şey yolunda gibidir, ta ki oğlan kızın ailesinden biriyle kavga edip onu öldürene dek. Bu olay iki aile arasındaki ilişkileri daha da kötüleştirir—ama yanıp tutuşan genç âşıkları evlenmekten alıkoymaz.

Çevirinin acemiliğini bir kenara bıraksak bile, Maomao’yu asıl şaşırtan şey, başkarakterlerin davranışlarıydı: ikisi de gençliğin ateşli tutkularıyla sürükleniyordu. Hikâyenin sonunda, küçük bir yanlış anlaşılma yüzünden her ikisi de ölüp gidiyordu. Oysa Maomao’ya göre, biraz daha düzenli davranıp birbirleriyle iletişim kurmaya özen gösterseler, başlarına böyle bir şey gelmezdi.
Ama büyülenmiş haldeki kadınlara bu fikrini söylediğinde yumruk sallamalarıyla ve şu haykırışla karşılandı:
“Bu onların aşklarının ne kadar ateşli ve tutkulu olduğunu gösteriyor işte!”

Bir başkası ise Maomao’nun omuzlarını tutarak açıkladı:
“Anlamıyor musun? İşte kaderin o tökezlemeleri, trajediyi bu kadar parlak kılan şey!”

Maomao’nun bundan zerre kadar bir şey anladığı yoktu.

Demek bu, Cariye Lishu’nun kopyaladığı kitaptı ha? Onda özellikle çekici bulduğu bir şey mi vardı acaba?

Maomao, Jinshi’ye kitapla ilgili haber göndermişti; şimdi elinde tuttuğu metin, bir gecede yaptığı bir kopyaydı. Resimleri yoktu ama basit bir ip ile bağlandığında, gerçek bir kitaba belirli bir benzerlik taşıyordu. Yalnız, Chou-u’nun yardımıyla hazırladığı için kâğıt tam anlamıyla düzgün değildi ve ortaya çıkan şey—eh, diyelim ki “kendine özgü bir havası” vardı.

“Resimleri ben yapacağım demiştim sana!” diye itiraz etmişti Chou-u.

“Belki bir dahaki sefere. Ama lütfen en azından kâğıdı doğru düzgün kesmeye çalış olur mu?”

Tüm vaktini bu tür tartışmalarla tüketmişti. Öte yandan, ne kadar beklerse beklesin Cariye Lishu’yla ilgili meselelerde hiçbir ilerleme olmuyordu. Aslında, pek bir şey de olmuyordu.

Buna karşılık, Lahan’dan bir haber aldı. Yakında “batıyla görüşeceğini” söylüyor ve onun da katılmak isteyip istemediğini soruyordu.

“Batı”dan kastı, muhtemelen o altın saçlı elçiydi—kendilerine, ya maddi yardım ya da siyasi sığınma arasında seçimsiz bir meydan okumada bulunan kişi. Lahan ve elçi daha önce bir kez görüşmüşlerdi ama henüz kesin bir karara varılmadığını söylüyordu. Maomao da orada bulunmuştu ama iş siyaset ve ticaret konuşmaya geldiğinde, bir sandalye daha ısıtmaktan öteye katkısı olamamıştı.

Bu yüzden yeni daveti geri çevirdi. Ya o tuhaf stratejist duyup kafasını sokmaya kalkarsa? Gerçi söylentiye göre bu sıralar Go hakkında bir kitap hazırlamakla meşguldü. Nefes almak istediğinde ise soluğu tıbbi ofiste alıp orada huzuru kaçırıyordu.

İşini yapsa keşke, diye düşündü Maomao. Yine de, barış zamanında, adamın yokluğunda işlerin daha iyi yürüyebileceği aklına geldi. Ama o ofisinde olduğunda Maomao kendini güvende hissediyordu, bu yüzden keşke orada kalsa diyordu. Ayrıca tıp görevlilerine de, onun düzenli baskınlarına katlanmak zorunda kaldıkları için acıyordu.

“Uzun zamandır dişe dokunur bir iş çıkmadı,” dedi Maomao derin bir iç çekişle. Ara sıra, düzenli olarak ihtiyaç duyduğu ilaçlardan stok yaparak oyalanıyordu ama sıra dışı ilaçları denemek ya da yeni karışımlar hazırlamak için pek fırsat bulamıyordu. Çoğu zaman, dükkânı başkalarına bırakıp aslında iş tanımının dışında kalan görevlere çağrılıyordu, bu da asıl mesleğinin biraz durgunlaşmasına yol açmıştı. Üstelik, yaptığı çoğu ilacı Sazen’e öğretmek zorunda kalıyordu.

Oysa arada sırada alışılmadık bir iksirin tadına bakmak istiyordu. Yepyeni bir ilaç karıştırıp ne işe yaradığını öğrenmek. Batı başkentinde satın aldığı ilaçları birer birer denemekteydi ama bunlar da onda “acaba daha farklı, daha ilginç bir şeyler yok mu” diye bir merak uyandırıyordu.

İlaç dolabının üstünde üç küçük saksı vardı; bunlardan birinde, parmak ucu büyüklüğünde yeşil bir filiz boy vermişti. Bunlar, kaktüs tohumlarını ektiği saksılardı. Kuru iklimden geldikleri için fazla sulamıyordu. Büyüdüklerinde türlü türlü işe yarayabileceklerini hissediyordu ama bunun için yıllar geçmesi gerekebileceği düşüncesi bile başını döndürmeye yetiyordu.

“Belki şansım yaver gider de yerde bir balon balığı karaciğeri bulurum,” diye aklından geçirdi, saksılara dalgın dalgın bakarken.

O sırada kapı gürültüyle açıldı. Gelenin kim olduğunu merak ederek başını kaldırdığında, ziyaretçinin ayağının dibine bir şey düşürdüğünü gördü. Beze sarılıydı—bir dal gibi görünüyordu. Maomao’nun gözleri parladı, uzanıp aldı. Bu bir geyik boynuzuydu! Hem de yumuşak olanından. Henüz yeni çıkmaya başlamış, sertleşip dökülmemiş bir boynuzdu bu. Yaklaşık bir shaku uzunluğundaydı ve Maomao tam olarak ne olduğunu biliyordu.

“Kadife boynuz!” diye haykırdı.

Bu, yeni çıkmış geyik boynuzuydu. Asıl önemli olan da tazelikti—ilkbaharda kesilir, özellikle uç kısımları çok kıymetli ve pahalı olurdu. Evet, bu boynuzun ucu da üzerindeydi. Oldukça uzundu ama yumuşaklığından ve üzerini kaplayan ince tüylerden hâlâ güçlü tıbbi etkisini koruduğu anlaşılıyordu.

Maomao’nun gözlerindeki parıltıya, dudak kenarından sarkan bir damla salya eşlik ediyordu. Çığırtkanlar zaman zaman kadife boynuz satmaya kalkışırdı ama daima toz halindeydi, üstelik “en kaliteli ürün” diye bağırmalarına rağmen uç kısmın dışında her şey karıştırılmış olurdu. Yine de, biraz da erkek müşterilerle buluşmadan önce kuvvet verici etkisine bel bağlayanlar sayesinde alıcıları eksik olmazdı.

Bu kadar büyük bir boynuzla yapılabilecek ilaçları hayal etsene!

“Önce kaynar su lazım… hem böcekleri öldürmek hem de kanı pıhtılaştırmak için,” diye sevgiyle düşünürken, birden yan taraftan uzanan iri bir el boynuzu yeniden beze sardı ve ödülünü elinden çekip aldı.

“Hey! Çek elini!” diye bakışlarını dikti Maomao, yüzünde açık bir memnuniyetsizlikle. Ve sonra… uzun zamandır görmediği biriyle göz göze geldi.

Yüzünde, insanın kolaylıkla zarif bir göksel perinin tebessümü sanabileceği bir gülümseme vardı. Ama sağ yanağından aşağı inen yara izi, bunun sadece idealize edilmiş bir güzellik olmadığını gösteriyordu.

“Epey zaman oldu, Jinshi-sama,” dedi Maomao.
Batı başkentinden dönüşlerinin üzerinden neredeyse iki ay geçmişti; bu süre boyunca hiç görüşmemişlerdi. Aralarında birkaç mektup gitmişti ama hepsi iş meselesiyle ilgiliydi ve mesajları ya Basen ya da isimsiz bir ulak getiriyordu.

Jinshi’ye baktığında biraz daha keskin hatlara bürünmüş gibi geldi. Belki de sıcaklardan dolayı biraz kilo kaybetmişti.
“Düzgün uyuyor musunuz?” diye sordu. Onca ihtişamlı güzelliğine rağmen, bu asilzade adamın kendini iş yüküyle perişan etmesi olağandı; sık sık yorgunluktan sendeleyerek dolaştığına şahit olmuştu.

“Bana söyleyeceğin ilk şey bu mu? Peki elini neye uzatıyorsun?” Jinshi, Maomao’nun eline bakıyordu; sesinde hafif bir bıkkınlık vardı. Maomao’nun parmakları kadife boynuzu bırakmayı reddediyor, paketi kendine doğru çekmeye çalışıyordu.

“Belki bana getirmişsinizdir diye düşündüm, efendim.”

“Sanırım zaten o yüzden getirdim.”

“Öyleyse bana verin lütfen.”

“Birdenbire, pek de veresim kalmadı sanki...”

İdam fermanı! Maomao iki eliyle birlikte beze sarılmış boynuza asıldı. Jinshi ise onu başının üzerine kaldırmış, oyun oynar gibi tutuyordu. Maomao zıplayıp yakalamaya çalıştı ama Jinshi ondan bir shaku daha uzundu; erişmesi imkânsızdı.

Ulan...!

İçinden geçen bu beddualara rağmen, aslında içten içe biraz da rahattı; çünkü Jinshi’nin ona ödül vermek için her zaman böyle oyunlar oynadığı zamanları hatırlıyordu.

Ama birden, zıplarken ayaklarının altı boşaldı. Gözünün önünden tavan geçti, ardından yukarıdan Jinshi’nin yüzü belirdi. Az önceki yumuşak gülümseme gitmiş, gözlerindeki sert bakış Maomao’yu bir bıçak gibi delip geçiyordu. Jinshi, boynuza uzanırken ayağını kaydırıp onu dengesizleştirmiş, boşta kalan eliyle yakalamıştı.

“Efendi Jinshi. Boynuz lütfen.” Maomao’nun ağzından çıkabilen tek söz buydu. Başka bir şey söyleseydi, Maomao olmazdı zaten.

“Önce beni dinle, sonra veririm.”

“‘Sonra veririm’ demeyin, lütfen ‘vereceğim’ deyin.”

Sosyal olarak üstünde olan birinden böyle muğlak bir söz duymak onu huzursuz etmişti. Jinshi’nin her an cayabileceği bir vaattense, kesin bir söz istiyordu.

“Peki... Sana vereceğim. Ama önce söylediklerimi dinleyeceksin.”

“Eğer tek yapmam gereken dinlemekse, olur.”

Jinshi gözlerini kısıp baktı, ama itiraz etmedi. Maomao bunu—kendi kafasına göre—bir anlaşma olarak kabul etti.

“Hazır yeri gelmişken, beni bırakır mısınız?” dedi Maomao.

“Hayır, bırakmam.”

Hiç umut yoktu. Yani, eğik bir pozisyonda, sırtı dizine yaslanmış halde onu dinleyecekti. Yardım aramayı düşünmedi; kapılar ve pencereler kapalıydı. Açık olsalar bile, Zümrüt Köşkü’ndeki diğer sakinler muhtemelen sadece gülerek izleyecekti, bu yüzden belki de fark etmezdi.

Belki Chou-u içeri girebilir, diye düşündü Maomao umutla, ama onun harika, sevimli küçük yaramazı bugün dışarıdaydı, öğretmeniyle çizim öğreniyordu. Ukyou veya Sazen, hangisi müsaitse, onu oraya bırakmış ve sonra tekrar alacaktı. Madamın buna izin vermesi, Chou-u’nun çizimlerinin gelecekte iyi bir şekilde kullanılacağına inandığının kanıtı gibiydi.

Jinshi-sama, Maomao’ya herhangi bir anda saldırabilecek vahşi bir hayvan bakışıyla bakmaya devam ediyordu, ama en azından konuya hemen girdi. “Teklif ettiğim konuda hazır mısın?”

Doğruyu söylemek gerekirse, aslında hiç açıkça bir teklif yapmamıştı. Ama Maomao, neye atıfta bulunduğunu anlamayacak kadar da saf değildi. Batı başkentindeki ziyafet gecesi, Jinshi Maomao’ya aslında neden onu yanına aldığını söylemişti. Eh, doğru, bunu kelimelerle ifade etmemişti ama Maomao, onunla evlenmek istediğini anlamanın doğru olduğunu düşündü.

Hayat, hikâyeler gibi değildi—gerçek hayatta birisiyle deli gibi aşık olman gerekmezdi. Güçlü insanlar çoğu zaman evlenirlerdi; bu, güç oyunlarının bir parçasıydı. Hatta sıradan insanlar bile hayatta kalmak için evlenebilirdi; tıpkı tarlada ekstra eleman lazım olan bir çiftçi gibi. Eğer her iki taraf da bu birlikten bir şey kazanacaksa veya en azından biri diğerine uygun geliyorsa, duyguların eşit olması gerekmezdi. Teklif edilen evlilik tamamen itici değilse, belki de sadece kabul etmek en iyisiydi.

Ama zevkleri garip doğrusu…

Elbette Jinshi, güzel ve soylu kadınlar arasından dilediğini seçebilirdi. Peki, etrafı şakayıklar ve güllerle doluyken neden bir yabani ot, yani ahududu çiçeğini seçsin ki? Ona Maomao’dan daha uygun biri mutlaka olmalıydı.
Mesela Cariye Lishu! Evet, şu anda sadakatsizlik şüphesiyle gözaltındaydı, ama Jinshi onun masum olduğunu biliyorsa sorun neydi ki? İnsanlar dilediklerini söylerdi, ama Jinshi kuşkusuz bu tür şeylere inanacak biri değildi.

Ama işte burada, küçük oyunlarının bir sonraki perdesini onun üzerine yürütüyordu. Maomao umutsuzca bir kez daha boğulmak istemiyordu. Bu sefer işi bitirebilirdi.

“Beni bu kadar mı sevmiyorsun? ” diye sordu Jinshi-sama, yüzü artık vahşi bir köpekten çok bir yavru köpeğe benziyordu. Sevgi, nefret—bazı insanlar dünyanın bu kadar siyah-beyaz olmasını isterdi. Peki neden ona gri bir alan seçme şansı vermiyordu?
“Sanırım seni öyle çok da sevmiyorum,” dedi Maomao. Hatta onu olumlu bir şekilde bile düşünebilirdi. Kesin olan, bu soyluyu ilk tanıştıklarındaki kadar olumsuz görmediğiydi.

Jinshi-sama dudaklarını büzdü, bu kaçamak cevaptan pek memnun görünmüyordu. Belki de onun “seni seviyorum” demesini umuyordu, ama dürüst olmak gerekirse, Maomao henüz o kelimeleri dudaklarından çıkaracak noktada değildi. Elinden gelen, ona karşı bir tür sevgisinin olduğunu ifade etmekti.

Bunun yerine şöyle dedi: “Kurt mantarı beni çok mutlu etti.”

“Söyleyeceğin tek şey bu mu?”

“Ayrıca öküz bezoarları da çok faydalıydı.”

“Peki ya başka ne?”

“Ve o kadife boynuzu istiyorum.”

Maomao, Jinshi-sama’nın sırtının arkasına koyduğu paketi almak için elini uzattı, ama o karnına avucunu koyarak onun oturmasını engelledi; Maomao ulaşamadı. Sadece öfkeyle bacaklarını tekmeledi ve bu sefer o bileğini tuttu. Jinshi-sama’nın ne yapmayı planladığını anlamaya çalışırken, küçük parmağının ucunu ayağının arkasına değdirdi.

“Hrk?!” diye boğuldu Maomao, kıpırdanarak. Hayatında yaptığı birçok deney, onu acıya karşı daha az hassas hale getirmişti ve çeşitli ablalarının öğretileri cinsel konularda onu uyuşturmuştu, ama Maomao’nun da zayıf noktaları vardı. Ayağının arkası ve sırtı, parmakların hafif dokunuşuna karşı aciz derecede savunmasızdı.

“Jinshi-sama… B-Bu… adil değil!”

Adil mi? Ne demek istediğini bilmiyorum,” dedi Jinshi ve parmakları tekrar kaydı. Bunu nasıl biliyordu? Sırrı ne zaman açığa çıkmıştı? Jinshi-sama, Maomao’nun zayıf noktasını nasıl biliyordu?
“Bırak beni. Pisliksin.”

“Endişelenen tek kişi sensin burada.”

Maomao, onun kayıtsızmış gibi davranmasını nefretle izledi. Cidden, bunu nasıl biliyordu? Bu kırılgan noktayı bilen sadece birkaç kişi vardı: Madam, Pairin ve…

Sonra aklına, ilk yaşlılık yıllarında her zaman kontrolü elinde tutan cariye geldi ve gözleri büyüdü. Suiren bir keresinde onu tüy temizleyiciyle gıdıklayarak cezalandırmıştı—ama sadece şaka amaçlı yapmış ve hemen durmuştu; Maomao, bunun kırılgan bir nokta olduğunu açığa çıkardığını düşünmemişti.

Düşünsene, Suiren bunu o kısa karşılaşmadan anlamıştı—gerçekten korkutucuydu.

Gıdıklama artık ayağının altına doğru kaymıştı; Maomao dişlerini sıktı, dudaklarını bastı ve tek bir ses çıkarmamaya çalıştı. Tam olarak başarılı olamadı.
Jinshi, ona bakarak gülümsedi ve tamamen kontrol onda gibiydi. Maomao’nun elinden geleni yapmasına rağmen balık gibi çırpınmasını izlemekten zevk alıyordu. Oyunculuk yapar gibi ayağının üstünü gıdıkladı; ayağı artık yay gibi kavis yapmıştı.
Maomao, son seferdeki misillemenin böyle olabileceğini asla hayal etmemişti. Artık dayanamayınca kahkahalar patladı. Masadaki kitap, Maomao’nun kopyaladığı kitap, yere düştü. Jinshi, sanırım biraz ileri gittiğini düşündü ve onu serbest bıraktı.
Maomao nefesini topladı, elbisesini düzeltti ve gözlerinden akan yaşları sildi. Jinshi-sama kulak dolgunluğunu yutmuş gibi göründü; kafası karışıktı ve gözlerini Maomao’dan kaçırdı. Bakışı, yerine kitabın üzerine düştü ve onu aldı.

“Jinshi-sama, hiç okudunuz mu?”

“Ben de okudum.”

“Ne düşündünüz?”

Jinshi yüzünde hafif bir gülümsemeyle bakıyordu—kitapla ilgili Maomao’nun hissettiğiyle aynı şeyi hissetmiş gibiydi. Soylu bir kişinin kendi romantik arzularına göre hareket etmesini anlamanın ne demek olduğunu tam olarak biliyordu. Bilmiyor olsaydı, yıllarca arka sarayda çalışamazdı.

“Sanırım başka bir yol olmalıydı.”

“Böyle konuşursan tüm dünyanın kadınlarının gözünde küçümsenebilirsin.”

“Sen hariç, sanırım.”

Sabırsız gençlik, yanan tutkulara yol açmıştı ve acıyla biten aşk, bu kadar trajik olduğu için güzel sayılıyordu. Metinde hikâyenin merkezindeki genç kadının on üç yaşında olduğu belirtiliyordu, ancak bunun batıdan yapılan bir çeviri olduğunu düşündüğünüzde, Li takvimine göre (bir kişi yıl başında bir yaş alır) on dört ya da on beş yaşında olması gerekiyordu. Yine de hâlâ gençti—o kadar genç ki tutkularının etkisi altında kalabilir, bu yüzden hikâyeyi tamamen göz ardı etmek imkânsızdı.

Maomao asla böyle bir şey yapmazdı—çünkü o yaşta, eğlence mahallesi düşünce tarzına tamamen alıştırılmıştı. Ve Jinshi-sama o zamanlar arka sarayda yerini sağlamlaştırmıştı. Her ikisi de en etkilenebilir yaşlarını, kendi yollarıyla çok benzer ortamlar içinde geçirmişlerdi.

“Acaba başka bir yerde büyüseydim böyle şeyler yapabilir miydim?” dedi Jinshi ve Maomao onun kalpten konuştuğunu anlayabiliyordu. Bunun doğru olabileceğini inkar edemezdi. Ama nihayetinde bu, sadece bir olasılıktı. Hipotetik bir durum.
Yanıt vermek yerine, fısıldadı: “Düşman olmak istemiyorum.” Jinshi, sanki kimin düşmanı olduğunu soruyormuş gibi yan bakış attı.
“İmparatoriçe Gyokuyou’ya karşı,” dedi.

Jinshi, söylediklerini anlayacak mıydı? Anlamazsa da sorun değildi, diye düşündü Maomao. Hatta onun bile bilmediği şeyler vardı.

“Sen—”

Başka bir soru soracak gibiydi ki dışarıda bir at kişnedi. Acele adımların sesi duyuldu ve sonra biri bağırdı: “Jinka-sama!” Bu, onun eğlence mahallesini ziyaret ederken daha önce kullandığı ve sık sık kullandığı bir isimdi.

Jinshi kaşlarını çattı, bu sefer ne oluyordu merak etti ve kapıyı açtı. Nefes nefese bir adam duruyordu—Jinshi ve Basen’e sık sık eşlik eden hizmetkârlarından biri. “Affedersiniz efendim!” dedi, önce bir diz çöküp sonra bir adım yaklaştı. Etrafına bakındı. Maomao’nun duyacağını istemiyor gibiydi.
“Beyaz çiçek meselesiyle ilgili.”
“Öyleyse dinlemekte bir sakınca yok,” dedi Jinshi. 

Maomao, kod adı duyunca biraz şaşırdı, ama hizmetkâr hemen kafasındaki karışıklığı giderdi.
“Cariye Lishu, kuledeki odasından kaçtı ve en üst kata çıktı,” dedi, yüzündeki dehşet dolu bakışla.

Hadi kısa bir zamanda geriye gidelim.

Tatlıyla acı arasında bir koku odaya yayılmıştı. Lishu köşede, göğsüne yaslanmış, battaniyesine sarılmış oturuyordu.

“Son zamanlarda burası biraz garip kokuyor mu, Lishu Hanım?” diye sordu Kanan, ama Lishu başını sallayarak hayır dedi. Tüp artık tavandan çıkmamıştı; Lishu’nun az önce konuştuğu Sotei, Kanan’ın ayak seslerini duyunca geri çekilmişti. Kanan, çürümekte olan tavana bakmış ve birini çağırıp tamir ettireceğini söylemişti, ama Lishu bunu yapmamasını rica etmişti. Odaya yabancı birinin girmesini istemiyordu ve zaten burası baştan aşağı çökmek üzereydi; tavanın o kısmını onarmak hiçbir şeyi değiştirmezdi. Neyse ki, Kanan razı olmuştu.

“Lishu Hanım, yemeğiniz hazır.” Lishu, tepsinin konma sesini duyabiliyordu. Ama masada sadece soğuk lapa ve çorba olduğunu biliyordu. Bazen yan yemek miktarı da cimri oluyordu. İlk başta bu fakir menüyü bile merakla beklerdi, ama son zamanlarda artık umurunda değildi. Kanan izliyor diye zorla yarısını yiyordu; o bile mücadeleydi. Belki de gün boyu, her gün, bu odada sıkışıp kaldığı ve arka saraydakinden daha az şey yapabildiği içindi.

“Köşeye sıkışıp kalmayın. Işığın olduğu yere gelin,” dedi Kanan. Burada ışık yoktu. Diğer odada koridora bakan bir pencere vardı; belki Lishu’nun bulunduğu odadan biraz daha iyiydi, ama hepsi bu kadardı. Koridorda yürüyebilir, bir merdivenden diğerine geçebilirdi, ama bu pek bir şey ifade etmiyordu.

Lishu sendeleyerek ayağa kalktı. Yorgunluk dayanılmazdı. Kendini sandalyeye attı ve kaşığını yapışkan, yoğun lapaya batırdı. Bugün sadeydi, sadece çok az bir tuz serpilmişti. Biraz siyah sirke iyi olurdu diye düşündü, ama yoktu.

“Çok özür dilerim, hanımefendi. Sanırım unuttum,” dedi Kanan derin bir eğilerek. Özrü samimi görünüyordu, ama Lishu fark etti ki Kanan, çıkarken giydiği elbiseden farklı bir elbise giymişti. Lishu buraya geldiğinden beri Kanan’ın her seferinde elbise değiştirdiğini fark etmesi ne kadar sürmüştü acaba? Yeni elbise eskiyle benzer bir desende, sanki Kanan fark etmesini istemiyormuş gibi görünüyordu.

Ama Lishu giderek ona güvenmiyordu. Lishu bu duruma, bir nedimenin ona kopya ettirmek için verdiği bir kitap yüzünden düşmüştü. Bunu muhtemelen eski baş nedimesi organize etmişti. Bir zamanlar ona sadık olduğunu düşündüğü iki kişiydi bunlar.

Kanan da bir zamanlar Lishu’yla dalga geçen hizmetçiler arasındaydı, ama bir bahçe partisinde Lishu’ya zehir vermeye çalışıldığında fikir değiştirmişti. Ve doğruydu, o zamandan beri efendisine karşı çok daha nazik davranıyordu—öyle ki, Lishu Kanan’ın sadece yiyecek tadar değil, baş nedimesi olmasını şart koşmuştu.

Ama Kanan gerçekten tüm bunları Lishu’nun iyiliği için mi yapıyordu? Baş nedimesi pozisyonunu ilk üstlendiğinde Kanan’ın yetkisi minimaldi; diğer nedimeler çoğu zaman onu görmezden geliyordu. Lishu, Kanan’ın elinden geleni yapıp en iyisini yaptığını sanıyordu. Ama bu doğru muydu? Belki de hala diğer nedimelerle birlikte Lishu’nun arkasından gülüyordu? Belki de sadece sempatik görünüyordu ve duyduklarını diğerlerine eğlence olsun diye rapor ediyordu?

Bu... doğru olabilir miydi? Eğer öyleyse, Lishu’yu ta bu kuleye kadar takip etmezdi.

O düşünceleri zihninden var gücüyle kovmaya çalıştı ama bir türlü gitmiyorlardı. Başını sallamak yerine kaşığı ağzına götürdü—ve sert bir şeye dişlerini geçirdi.

Mendiline tükürdü; çıkan şey pirinç, kan izleri—ve bir parmak ucu büyüklüğünde bir çakıl taşıydı.

“Leydi Lishu!” dedi Kanan, endişeyle ona bakarak. Belki yemeklere yanlışlıkla biraz kum kaçmış olabilirdi—ama bu, bir kum tanesinden çok daha büyüktü.

Lishu gözlerini odaklayamazken kaşığıyla lapanın içinde karıştırdı. İki, üç, dört—kâsenin dibinde kazara düşmüş diyebileceği kadar az taş yoktu.

“Hemen yeni bir kâse getireyim!” dedi Kanan ve lapanın bulunduğu tabağa uzandı ama Lishu onu durdurdu.

“İstemiyorum.”

Zaten iştahı da yoktu. Daha fazla soğumuş, iğrenç lapayı boğazından geçirmeye hiç niyeti yoktu.

“Leydi Lishu...”

“İstemiyorum! İstemiyorum! İstemiyorum!” Lishu öfkeyle başını salladı ve önündeki yemekleri masadan savurdu. Kâse ve tepsi yere düşerken büyük bir gürültüyle kırıldı, çorba ve yan yemekler etrafa saçıldı. Lishu saçlarını yolmaya başladı, burnu akıyordu. Zavallıca ağlamaya koyuldu. “Neden?! Neden hep ben?!”
Babası tarafından hor görülmüş, üvey kız kardeşi tarafından eziyet edilmiş, iki kez politik bir araç olarak arka saraya gönderilmişti. Bunların hepsi korkunçtu ama dayanmıştı. Belki sessiz kalır ve söyleneni yaparsa babasının ona karşı biraz olsun yumuşayacağını düşünmüştü. O umut, gayrimeşru çocuk olduğu söylentileriyle tamamen parçalanmıştı. Gerçekte babasının öz kanıydı, ama onun tavrı hiç değişmemişti. Evet—onu yiyip bitiren buydu. Babası, kendisi bir yan aileden gelirken Lishu’nun annesinin ana aileden olmasını kabullenemiyordu. İşte bu yüzden ona hep en zalim nedimeleri göndermişti. Belki de bugüne dek yaşadığı tüm sıkıntıların ardında da o vardı.

Lishu yüksek rütbeli bir cariye olmaya uygun değildi, ama işte oradaydı ve ya diğer cariyelerle kıyaslanmaya katlanacak ya da olabildiğince küçülüp görünmez olmaya çalışacaktı. Elinde sadece bu iki seçenek vardı. Bahçe partisinde babası onunla konuşmaya bile teşebbüs etmemişti.

Eğer onu istemiyorsa, neden dünyaya getirmişti? Lishu’nun bu belirsizlik içinde acı çekmesini izlemekten zevk mi alıyordu? Belki hepsi öyleydi. Babası, üvey kız kardeşi, nedimeleri, hizmetkârı, Kanan, hepsi... Hepsi...

Lishu, birdenbire her şeyin darmadağın olduğunu fark etti. Pirinç lapası kâsesi kırılmış, masa devrilmiş, sandalyesi yere düşmüştü. Sabit olmayan ne varsa hepsi yerdeydi. Kanan köşeye sinmişti; elleri pirinç taneleriyle kaplıydı ve yüzünü onlarla gizliyordu. Ayağının dibinde bir tabak paramparça olmuştu. Onu Lishu mu fırlatmıştı? Kanan’ın yanağında incecik kırmızı bir çizgi vardı ve Lishu’ya bakmaya çalışırken yüzünde dehşet ifadesi okunuyordu.

Lishu’nun kanı dondu. Böyle bir şey yapmak istememişti. Ama odayı bu hale getirebilecek tek kişi oydu. Zihni bomboş kesildi, alnından soğuk terler dökülmeye başladı.

“G-Git—”

“Leydi Lishu...”

“Çık buradan. Ve bir daha geri dönme!” Yumrukla duvara vurdu, ayaklarını yere vurdu, bağırdı. Bunu yapmak istemiyordu. Ama ağzından çıkan tek şey buydu.

“Çok üzgünüm,” dedi Kanan. “Gidip üstümü değiştireyim...” Yıkılmış odaya hüzünle baktı, sonra çıktı.

Kanan’ın ayak sesleri de silinince, Lishu yere yığıldı. Tavana bakarken gözleri yaşlarla bulanmıştı. Bunu yapmak istememişti, peki neden yapmıştı? Sanki saldırıya uğramamak için önce kendisi birine saldırmak zorundaymış gibi hissetmişti; kaygısının ortasında Kanan’a patlamıştı.

Lishu’nun yüzü perişan bir hâldeydi. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu, ama ağlasa birisi duyabilirdi. Bunun yerine dizlerini kollarıyla sardı, kendini sıkıca kapattı.

“Lishu? Lishu!” Sesi bitişik odadan geliyordu. Tavandan aşağı sarkan borudan Sotei konuşuyordu. O kulaklarıyla biraz önceki utanç verici sahnenin tamamını işitmiş olmalıydı. “Neler oluyor? Hizmetçin gitti gibi duyuldu.”

“B-bir şey yok,” dedi Lishu. Çekmeceli dolabın yanına gidip yeniden oturdu. O tatlı-acı koku onu yatıştırıyordu, Sotei’nin boğuk sesi de kaygısını dindiriyordu.

Sotei’nin kim olduğunu merak etti.

“Bir fikrim var, Lishu.”

“Neymiş o, Sotei?”

“Az sonra nöbet değişecek. Yukarıya gelmek istemez misin?”

Sotei’nin sesi öylesine tatlı ve huzurluydu ki... Başka bir zaman olsa Lishu tereddüt eder, ikircikli davranır ve sonunda onu reddederdi. Ama şimdi... Şimdi böyle bir lüksü yoktu.

Sotei’nin teklifini geri çevirmesini gerektirecek hiçbir sebep yoktu.

Lishu kapıya kulağını dayadı, ayak seslerini dinledi. Sesler yukarıdan indi, yanından geçti ve aşağıya doğru uzaklaştı. Kalbinin çarpıntısı o kadar güçlüydü ki, neredeyse nöbetçinin bunu duyacağından korktu. Nefesini bile tutmaya çalıştı. O an bir ses duysalar bile kimse bunu tuhaf karşılamazdı, ama Lishu’nun denemek üzere olduğu şey onu tarifsiz bir kaygıya boğmuştu.

Lishu ayak seslerinin merdivenin dibine kadar indiğini, ardından bir kapının açılıp kapandığını duydu. Çılgınca atan kalbini yavaşlatmaya çalışarak kapıdan dışarı adım attı.

Koridora ağır ağır çıktı. Elinde ayakkabılarını tutuyordu ki ses çıkarmasınlar. Basamakları birer birer çıkarken nefesini tutuyordu. Kapıyı da usulca, hiç ses çıkarmadan araladı.

Bir üst kat, Lishu’nun yaşadığı kattan bile harap haldeydi. Onun odası en azından süpürülmüştü, ama burası baştan aşağı toz içindeydi. Ayakkabılarını giydi, etrafa baktı. Kat boyunca birkaç oda vardı; ama yalnızca birinin kapısı aralıktı. Kalbinin deli gibi atışına rağmen Lishu o kapıya vurdu.

“Sotei?”

Cevap yoktu. Yanlış odaya gelmiş olmalı diye düşünerek tam geri dönmek üzereydi ki bir şey arkadan onu sardı.

“Ha ha! Mütevazı yuvama hoş geldin.” Genç bir kadının sesi, bu kez boğuk değil, kulağının dibindeydi. Onu tutan el zarif, solgun ve mavi damarlarla örülüydü. “Sana ne kadar süredir beklediğimi anlatamam.” O aynı koku—tatlı ve acı karışımı. Tavandan aşağı süzülen kokunun aynısı.

“Sotei?” dedi Lishu, ensesindeki tüyleri diken diken olmuştu. Sotei çenesini onun başına dayamış gibiydi, ensesinde bir şey gıdıklıyordu. Bembeyaz, en kaliteli ipekten işlenmiş bir püskül demeti.

“Ne güzel bir tenin var, Lishu. Sağlıklı, capcanlı, ama güneşte kavrulmamış.” Sotei’nin parmak ucu Lishu’nun yanağında kaydı. “Ve bu muhteşem siyah saçların... Burada bile birinin senin saçını tarayacak kadar özen göstermesi... Kıskanıyorum! Ah ama yemek yerken biraz dikkatsizsin galiba? Burada bir pirinç tanesi kalmış.”

Narin parmakları, Lishu’nun saçına yapışmış o taneyi yavaşça, neredeyse kazır gibi aldı ve yere bıraktı. Parmaklarının bazı yerleri kızarmıştı—sanki yeni iyileşmeye başlayan yanık izleri gibiydi.

“Senin için çok üzülüyorum,” dedi Sotei. “Daha bebekken anneni kaybettin. Yürümeye başlar başlamaz siyasi bir piyon oldun. Ailen tarafından reddedildin, kendi nedimelerin bile seni alaya aldı...”

Evet! Evet, işte bu Lishu’nun hikâyesiydi.

“Gerçekten yazık. Seni kimse anlamıyor. Peki neden hep kurban olan sen oluyorsun, hiç düşündün mü?”

O yumuşak ses, o koku Lishu’yu sarıp sarmalıyordu. Solgun tenin sıcaklığını hissedebiliyordu. Uzun zamandır kimseye bu kadar yakın olmamıştı. Eriyip gitmek üzereymiş gibi hissediyordu.

“Onların hepsi sana korkunç davrandı. Sen tatlı ve nazik birisin, ama tek yaptıkları seni aşağılamak, hayatını cehenneme çevirmek.”

Tatlı kokuya neredeyse teslim olan Lishu, Sotei’nin sözlerini onaylarcasına başını salladı. Evet, öyleydi. Hep onu eziyorlardı. Görmezden geliyorlardı. Kullanıyorlardı.

Lishu ne yapmıştı ki onlara?

Bunca zamandır...

Uzun zamandır...

Lishu’nun bulanık zihninde yarım kalmış bir soru dolaşıyordu. Ne zaman, diye düşündü, babasından Sotei’ye bahsetmişti?

“Bırakıp gidiyorlar seni, karanlık bir odada tek başına soğuk yemek yemeye... İnanılır gibi değil.”

Ne zaman yemeklerin soğuk olduğundan bahsetmişti? Bu soru zihninde belirdi ama beynini çalıştıracak halde değildi. Yine de Sotei’nin kollarının gevşediğini hissetti ve nihayet o ana kadar yalnızca bir ses olarak bildiği kişiye dönüp bakmayı başardı.

“Ne? Neden öyle bakıyorsun bana? Yüzümde bir şey mi var?”

Lishu’nun karşısındaki gülümseyen kız, daha önce hiç görmediği bir renge sahipti. Kendine özgü bir güzelliği vardı. Bedeni şeftali gibi, dudakları kiraz misali dolgun ve kırmızıydı. Ama teni... renksizdi sanki. Batılı insanların teni solgundu ama bu, onlardan da çok daha beyazdı. Lishu ne kadar beyaz pudra sürse de asla bu kadar beyaz bir tene sahip olamazdı. Sotei’nin saçları da yaşlı bir kadınınkini andırıyordu. Lishu’nun püskül sandığı şey meğer saçlarıymış; sırtına doğru dümdüz uzanan saçlar.

“Garip mi görünüyorum sana?” diye sordu Sotei. Yavaşça çatılan kaşları da bembeyazdı. Gözleriyse... yakut gibi kıpkırmızı.
Batı başkentine giderken Lishu birtakım söylentiler duymuştu—her bölgede ortalığı karıştıran, efsanevi ölümsüzlere benzeyen bir kadından. Başkentin güçlü insanlarını avucunun içinde oynatıyormuş.

“Sen... Sen o’sun. Beyaz Hanım...”

“Demek beni duydun. Öyleyse ikimiz aynı türdeniz.” Sotei, Lishu’nun saçlarını parmağının ucuna doladı. “Çünkü ben de senin hakkında çok şey biliyorum. Sadece... bir gün aynı yerde karşılaşacağımızı hiç düşünmezdim.” Gülümsedi—sonra Lishu’nun saçını çekiştirdi. “Bu siyah saçların... Kıskanıyorum!”

Lishu tek kelime edemedi.

“Ve şu sağlıklı tenin! Sen güneşe çıkabiliyorsun; cildin kabarmıyor, yanmıyor.”

Lishu hâlâ sessizdi.
“Ben pencere ışığına bile dayanamayacak haldeyim. Sen karanlıktan şikâyet mi ediyorsun, Lishu? O kasvetten? İşte yalnızca o karanlık köşelerde yaşayabiliyorum ben!”

Sotei’nin gözleri kısılmış, Lishu’ya saplanmış gibi bakıyordu.

“Size söylemem gereken bir şey var. Üzerine yağan tüm o eziyetler... Bunlar için kimseyi suçlayamazsın. Hepsi senin kendi hatan!”

İnce parmaklar Lishu’nun yanağında gezindi, sert uçları tenini çizercesine taradı. “Hiçbir zaman aç kalmadın, sana giydirilen o güzel elbiseleri sorgusuzca üstüne geçirdin. Ama sen hep öylece oturuyorsun, değil mi Lishu? Şunu bilmelisin ki kendini koruyamıyorsan, hedef olursun.”

Sonra parmaklar yanağını kıstırdı, tırnakları tenine gömülüp kızıl çizikler bırakıncaya dek sıktı.

“Sana bakmak içimi bulandırıyor.” Sotei’nin yüzüne, sözleri kadar zalim bir küçümseme ifadesi oturdu. Lishu içine doğru büzüldü. “Orada öyle oturuyor olman bile iğrenç.”

Sotei’nin buz gibi bakışı Lishu’nun kalbini bir anlığına durdurdu. O bakış ona defalarca gördüğü yüzleri hatırlattı: babasının, üvey kız kardeşinin, hanımlarının...

Lishu’nun dişleri birbirine vurmaya başladı. O kızıl gözlere kapılıp gitmek üzereymiş gibi hissediyordu. Tepeden bir hışırtı işitti; böceklerin koşuşturmasına benziyordu. Ona, hizmetçilerin ve uşakların fısıltıları gibi geldi—arkasından onun hakkında konuştuklarını, onu yargıladıklarını duyuyormuşçasına.

“Hayır... Yeter...” Lishu başını salladı; tırnak izleriyle kızarmış olması gereken yanağını eliyle kapattı ve Sotei’ye korku dolu gözlerle baktı.

Sotei’nin dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı. “İğrenç... Tıpkı eski benliğime bakar gibi.”

Artık Sotei’nin ne demek istediğini anlamaya dair Lishu’nun zerre ümidi kalmamıştı. Sadece oradan kurtulmak için koşmaya başladı. Çürüyen koridor boyunca fırladı, merdivenleri tırmandı. Sotei’nin söylediği gibi, bir üst kata çıkan kapı kilitli değildi. Lishu durmaksızın koştu, daha da yukarılara çıktı. Kaç kat geçtiğini saymayı çoktan bırakmıştı. Kaftanının etekleri kir içindeydi, gıcırdayan tahta döşemeler kulaklarında uğultu gibi çınlıyordu.

Sonunda, diğerlerinden farklı bir kapı gördü. Önünde bir kilit vardı, ama çoktan paslanıp çürümüş, işlevini yitirmişti. Lishu kapı koluna yapıştı. Ağırdı, ama açmayı başardı—ve karşısına kurşuni bir gökyüzü çıktı. Şüphesiz, vaktiyle buradan tüm başkenti seyreden hükümdarlar, ellerinde şarap kadehiyle, ihtişamlarının sonsuza dek süreceğine inanmışlardı.

Burası bir balkond u—ama rüzgâr ve yağmurun yıllarca hırpaladığı, harap olmuş bir balkon. Lishu ürkek bir adım attı; tahtalar zayıf bir iniltiyle yanıt verdi.

Normalde korkudan donakalırdı, ama şimdi, her biri güvensiz, titrek adımlarını ileriye doğru attı. Parmaklıklar da aynı haldeydi; boyaları dökülmüş, çürümüş. Rüzgâr yüzünü yaladı, saçlarını savurdu.

Lishu gökyüzünde süzülen kuşları gördü. Öylesine özgürdüler ki. Onlara doğru elini uzattı, ama elbette yetişemedi. Sonra kendi eline baktı—göğe boşu boşuna uzanmış, hiçbir şeye kavuşamayan eline.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


124   Önceki Bölüm