Yukarı Çık




28   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   30 

           
Bölüm 29: Bu Saygıdeğer Kişi Ölmeni İstemiyor
 
O gece, Mo Ran SiSheng Zirvesi'ndeki yatağında, ellerini kafasının altına koyarak çatı kirişlerini izliyor, hiçbir şekilde uyuyamıyordu.
 
Geçmişte geçen olayların hepsi teker teker zihninde oynadı, ta ki en sonunda anılarının her bir parçası, Chu Wanning'in soğuk denilebilecek kadar zarif yüzüne dönene kadar.
 
 
Gerçeği söylemek gerekirse, Mo Ran bu kişi hakkında ne hissettiğini asla tam olarak anlayamamıştı.
Onu ilk kez, TongTian Kulesi'nin önündeki çiçek açan ağacın altında görmüştü. Geniş kolları olan bol bir kıyafet giymişti, o yirmi kıdemlinin arasında, SiSheng Zirvesi'nin gümüş-mavi zırhını giymeyen tek kişi oydu.
 
O gün, başını eğip dalgın bir şekilde elindeki metal pençeyle oynarken, yüzü yandan, oldukça odaklanmış ama aynı zamanda tıpkı ılık güneş ışığının altındaki bir kedi gibi yumuşak görünmüştü. 
Mo Ran uzaktan onu izlemiş, bakışlarını ondan alamamıştı.
 
Chu Wanning'in ona verdiği ilk izlenim olumlu bir şekilde parlaktı.
Ama birbirini takip eden ihmalkarlık, acımasızlık ve cezalar, o izlenimin pek de uzun sürmemesine sebep olmuştu. Beyaz kedinin keskin dişleri ve pençeleri onu kanlar içinde bırakmıştı.
 
Amcası onu, o ateş denizinin içinden kurtardığında zar zor hayata tutunuyordu. SiSheng Zirvesi'ne gittiğinde, ona merhametle davranıp içtenlikle bakan bir Shizun'u olur diye düşünmüştü.
 
Fakat o ne kadar uğraşırsa uğraşsın, onu ne kadar memnun etmeye çalışırsa çalışsın, sanki Chu Wanning bunların hiçbirini görmüyor gibiydi. Hatta aksine, en küçük hata bile onun acımasızca kırbaçlanmasına, yara bere içinde kalmasına neden oluyordu.
 
Daha sonraları ise, Chu Wanning'in onu tüm kalbiyle hor gördüğünü anlamıştı-------
"Doğuştan kusurlu, düzeltmenin de ötesinde."
O ağacın altında dikilen kar beyazı kıyafetler içindeki adamın, onun hakkında düşündüğü şey muhtemelen bu olmuştu.
 
Bir zamanlar Chu Wanning'i cennetin dokuzuncu katındaki soğuk ay olarak görmüş, onu el üstünde tutmuştu. Ama o gerçekten de soğuk ay mıydı?
 
Mo Ran, Chu Wanning'in kabul etmekten başka çaresi olmadığı bir öğrenci,
İliklerine kadar aşağılık bir serseriydi.
 
Eğlence evinde yetiştirilmiş işe yaramaz bir çocuk, pis bir ahlaksızdı.
 
Mo Ran her seferinde umursamamış gibi kahkahayı basıp geçse de yavaş yavaş Chu Wanning'den nefret etmeye başlamıştı, bu, agresif ve inatçı bir nefretti.
Bu nefretin varlığını kabul etmek istememişti.
Ama günbegün artan nefretine tutunarak Chu Wanning'in ilgisini, övgüsünü, hayretini almak için onu birçok kez kışkırtmıştı.
 
O zamanlar Shi Mei ona "aferin" dese havalara uçardı.
 
Fakat Chu Wanning ona bir "kötü değil." diyecek olsa her an memnuniyetle hayatını vermeye hazır olurdu.
 
Ama Chu Wanning onu asla övmedi.
Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar çalışkan olursa olsun, işini ne kadar iyi yaparsa yapsın, o soğuk kişinin en fazla yaptığı şey, onu hafifçe başıyla onaylayıp kafasını çevirmek olmuştu.
 
Mo Ran kafayı yiyecekti.
O zamanlarda; Chu Wanning'in yüzünü kavrayıp kendisine çevirmeyi, ona bakması için zorlamayı ve onu görmesini sağlamayı ne kadar istediğini ancak tanrı bilirdi.
 
Lakin onun yapabildiği tek şey, Chu Wanning'in önünde uysal bir köpek gibi diz çöküp kafasını eğerek saygıyla  "Bu öğrenci Shizun'un öğretilerini aklında tutacak." demek olmuştu.
 
Chu Wanning'in önünde Mo Weiyu iliklerine kadar aşağılıktı.
 
Bir "genç efendi" olmasına rağmen yine de değersizdi.
 
Sonunda, Chu Wanning gibi birinin ona, küçümseme dışında hiçbir şey ile bakmayacağını anlamıştı.
 
Daha sonraları bir sürü şey yaşanmasına rağmen bu hep böyle olmuştu.
Mo Ran, SiSheng Zirvesi'ni ele geçirdi, sonrasında daha yüksek bir rütbeyi hedefleyerek kültivasyon dünyasının tarihteki ilk imparatoru oldu. Karanlık bayrağının altında herkes korkuyla titredi, halk onun adını, aralarında geçen en sessiz fısıldaşmalarda bile söylemeye cesaret edemedi.
 
Böylece daha fazla Mo Weiyu yoktu, sadece Taxian-Jun vardı.
Taxian-Jun.
*ÇN: Taxian-Jun'ün anlamı, bildiğiniz "ölümsüzleri/kültivatörleri ezmek"miş.
 
Herkes ondan nefret ediyordu, hem de fazlasıyla. 
Canavar Mo Weiyu, ölümden sonra yeniden doğmamak ve kurtarılmamak üzere lanetlene!
*ÇN: Çoğu kişi ölümden sonra tekrar doğulduğunu düşünüyor. Kurtarılmak derken günahların affolması anlamında.
TaxianJunMoWeiyuTaxianJunMoWeiyuTaxianJun------
 
...Ta.Xian.Jun.
 
Ama onlar korkmuşsa ne olmuştu yani? Her halükarda, Wushan Sarayı'nın önünde binlerce insan diz çökerken SiSheng Zirvesi ahenkli haykırışlarla yankılanmaya devam ediyor, tüm o kafalar saygıyla* onun için eğiliyordu.
*ÇN: İmparatoru selamlarken kullanılan en saygılı yöntem, üç kez eğilip dokuz kez secdeye gidilmesidir. Saygıyla derken bundan bahsediyor.
 
Harika hissediyordu.
Ta ki kalabalığın içinde Chu Wanning'in yüzünü görene kadar.
 
Chu Wanning'in kültivasyonu çoktan yok edilmişti.
Salonun altına bağlanmış, rütbesi, basamakların aşağısındaki önemsiz bir tutsağa düşürülmüştü.
 
Mo Ran onu idam etmeye çok önceden karar vermişti. Fakat Chu Wanning'e hızlı ve kolay bir ölüm vermek istemediği için kollarını ve bacaklarını zincirleyerek şah damarına küçük bir kesik atmış, bir büyü ile de yaranın kapanmasını engellemişti. Damla damla kan sızıyor, ruhu azar azar vücudundan çekiliyordu.
 
Kavurucu güneş yukarıda parıldıyordu. Taç giyme töreni saatlerdir sürmekteydi, Chu Wanning'in kanı tükenmek üzere olmalıydı.
Bu şahsın ölümüyle Mo Ran sonunda geçmişinden kurtulabilecekti, bu yüzden kasıtlı olarak idamını taç giyme töreninde düzenlemişti.
 
Böylece o, kültivasyon dünyasının efendisi olurken Chu Wanning kanı çekilmiş bir cesede dönecekti.
Ve geçmişte gerçekleşen her şey silinecekti.
Mükemmel.
 
Fakat neden, ölümün kapıları ardında bile, bu kişi hala bu kadar umursamazdı? Hala soğuk denilebilecek kadar zarifti... Yüzündeki renk tamamen kaybolmuştu ama her zamanki gibi ifadesizdi. Taxian-Jun'e baktığında gözlerinde ne övgü ne de korku vardı.
Bakışlarında sadece tiksinti, küçümseme ve---
 
-Çıldırmış olmalıyım, diye düşündü Mo Ran. Ya da, Chu Wanning çıldırmış olmalıydı.-
 
Bir parça da acıma vardı.
 
Ölümün eşiğindeki Chu Wanning -Mo Ran tarafından mağlubiyete uğratılmış olan Chu Wanning- ona acıyordu!
 
Ona, herkesin üstünde duran ve elinde sınırsız güç olan kişiye, cidden acıyordu. O cidden---- cidden buna cüret edebiliyordu!
 
On yıldan daha uzun süredir biriken öfke, sonunda Mo Ran'ın kendini kaybetmesine sebep oldu. Tam orada, o zamana adı çoktan değiştirilip "Wushan Salonu"na dönen Sadakat Salonu'da, toplanan binlerce insanın önünde, iltifat ve övgü yağmuru arasında, aniden ayağa kalktı ve siyah kıyafetleri dalgalanarak basamakları indi.
 
Tüm o insanların gözleri önünde, sinirle kırışmış yüzündeki tatlı ama zalim tebessümle Chu Wanning'i çenesinden kavradı,
 
"Shizun, bugün bu öğrenci için çok anlamlı bir gün, sen neden kutlamıyorsun?"
 
Binlerce kişinin üzerine, anında ölümcül bir sessizlik çöktü.
 
Chu Wanning ne saygılıydı ne de sert, ifadesi ise buz gibi soğuktu: "Benim senin gibi bir öğrencim yok."
 
Mo Ran kahkahayı bastı, kahkahası, altından salonun revağını, etrafta sanki bir sürü akbaba varmış gibi kapladı.
*ÇN: Revak, sırtı bağlı bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü ve örtüsü sütunlarla ya da payelerle taşınan mekana verilen ad -Wikipedia. Google'a 殿廊 kopyalayıp yapıştırın.

"Shizun çok kalpsiz, bu Saygıdeğer Kişi hayal kırıklığına uğradı." Konuştukça gülmeye devam ediyor, sesi yankılanıyordu: "Benim gibi bir öğrencin yok mu? Bana kültivasyonumu kim öğretti o zaman? Dövüş becerilerimi kim öğretti? Ve benim soğukkanlı zalimliğimi---- kim öğretti bana?! Ve bedenimin her tarafında hala iyileşemeyen kamçı yaralarını---- izin ver sorayım, kim verdi bana?"

Gülümsemeyi kesti, sesi birden vahşileşti ve gözlerinde soğuk bir ışık parladı.

"Chu Wanning! Benim gibi bir öğrencin olmasından bu kadar mı utanıyorsun? Kemiklerim çok mu aşağılık ya da kanım çok mu pis? İzin ver de sorayım, Chu Wanning, izin ver de sorayım---- 'doğuştan kusurlu, düzeltmenin de ötesinde' ne anlama geliyor?"

Aklını kaybediyor, haykırdıkça ses tonu değişiyordu.
"Sen beni hiçbir zaman öğrencin olarak görmedin, beni asla önemsemedin! Ama ben---- Ama ben bir zamanlar---- seni gerçekten öğretmenim olarak gördüm, gerçekten sana saygı duydum, sana değer verdim! Neden bana böyle davrandın? Neden bir kez bile olsun beni övmedin, neden ne yaparsam yapayım senden azıcık bile onay alamadım?!"

Chu Wanning'in tüm vücudu titredi, rengi daha da çok çekildi.
O zümrüdüanka gözler Mo Ran'a baktıkça irileşti. Bir şey demek istercesine dudakları hareket etti ama sonunda hiçbir şey söyleyemedi.
 
Artık, eskiden SiSheng Zirvesi'nde olan kimse kalmamıştı; o eski günlerden geriye kalan tek iki kişi ise böyle, birbirlerine bakıyorlardı.

Mo Ran, söylediklerinden sonra çöken rahatsız edici sessizliğin ardından sonunda sakinleşebilmiş gibi görünüyordu. Gözlerini kapadı, ne yazık ki onları tekrar açtığında, yüzünde yine, insanın tüylerini ürperten o kahrolası tebessüm vardı.

Nazikçe ve içtenlikle konuştu: "Shizun, sen hep, beni hor görüp benim aşağılık olduğumu düşündün değil mi?"

Duraksadı. Bakışları; sarayının önünde, onun, ölümlülerin üstünde olduğunu ve kültivasyon dünyasının efendisi olduğunu onaylayan, çömelmiş köpekler gibi diz çöken binlerce insanın üzerinden geçti.

Mo Ran gülümsedi: "Peki ya şimdi? Sen ölmeden önce, izin ver de sorayım. Bu dünyada aşağılık olan kim, saygıdeğer olan kim? Kim kimi eziyor? Sonunda kim kazandı? Kim kaybetti?"

Chu Wanning, hala Mo Ran'ın az önceki itiraflarının içinde kaybolmuşçasına, kirpiklerini alçaltmıştı. Mo Ran sonunda dayanamayarak çenesini kavradı ve zorla yüzünü kaldırdı.

Fakat tam o anda, Mo Ran donakaldı.
 
Hayatında ilk kez, Chu Wanning'in yüzünde, pişmanlığı görmüştü.
Bu ifade ona fazla yabancıydı; Mo Ran, yanmışçasına, elini anında geri çekti.
"Sen..."
 
Chu Wanning'in yüz ifadesi acı içindeydi; sanki iliklerine yavaşça işleyen bir acıya, organlarını yırtıp parçalayan bir ıstıraba katlanıyor gibiydi.
Sesi, kısıktı.
Sesi, rüzgarda süzüldü, sadece Mo Ran tarafından duyulmuştu.
 
"Özür dilerim, Mo Ran. Hepsi bu hocanın suçuydu..."
 
Birdenbire tüm dünyaya sessizlik çöktü. Rüzgarın sesi, yaprakların fışırtısı, kıyafetlerin dalgalanışı, hepsi kayboldu.
 
Sadece Chu Wanning'in ona bakan yüzü vardı. Bütün dünyadaki tek net şey, görebildiği tek şey, onun yüzüydü.
 
O anda zihninden birçok şeyin geçmiş olması gerekirdi. Sevinç, kibir, coşku.
Ama hiçbiri geçmemişti.
Zihninde tek, garip bir düşünce vardı, yalnızca bir tane-----
 
Ne zaman... boyu Chu Wanning'i bu kadar geçmişti.
 
Gerçekten bir sürü zaman geçmişti.
Ve birçok şey değişmişti.
 
Mo Ran'ın dudakları duraksamalı bir fısıltıyla oynadı: "Ne... dedin sen?"
 
Lakin, Chu Wanning yalnızca gülümsedi. Mo Ran'ın bildiği ama aynı zamanda da bilmediği bir gülümsemeydi bu. Ve Mo Ran, o zümrüdüanka gözlerde, kendi berbat yüz ifadesinin yansımasını gördü.
 
Sonra, o gözler yavaşça kapandı ve Chu Wanning arkaya doğru düştü------ Mo Ran anında omuzlarını kavradı; haykırışları, parçalanmaya başlayan bir canavarınki gibi, deli ve öfkeliydi.
 
"Chu Wanning! Chu Wanning ne dedin sen? Tekrar söyle!!"
 
Kollarındaki kişi ona cevap vermedi, dudakları armut çiçeği gibi solgundu. Her zaman soğuk duran o yakışıklı yüz, şimdi, ölümünün saniyeler öncesinde, buruk bir tebessümle donmuştu, dudaklarının kenarındaki hafif kıvrım, tıpkı Mo Ran'ın, TongTian Kulesi'nin önünde onu ilk defa gördüğü anılarındaki gibiydi.
 
Küçük fakat şefkatli bir tebessüm.
 
"Chu Wanning!!"
 
O şefkat parçalandı; haitang çiçekleri soldu ve zemine saçıldı.
Sonunda istediğini elde etmiş, Shizun'un hayatını ayakları altına alarak zirveye ulaşmıştı.
 
Fakat bu da neydi? Bu da neydi!!!
Kalbindeki ıstırap ve nefret sadece daha da kötüleşiyordu, bu sik de neydi?
 
Mo Ran'ın elinde hafif siyah bir sis belirdi ve hızla Chu Wanning'in damarlarına dokunarak hayatından geriye kalan tek izleri de mühürledi.
 
"Böylece ölmeyi mi umuyordun?" Mo Ran'ın gözleri fal taşı gibi açıldı, yüz ifadesi korkunçtu, "Daha seninle işim bitmedi, Chu Wanning, hala seninle görüşülecek bir hesabım var, daha bitmedi! Kahretsin daha seninle işim bitmedi! Eğer açık açık bana söylemezsen---- Xue Meng'ı, Kunlun Taxue Sarayı'nı ve senin korumak istediğin kalan herkesi yok ederim!! Onları lime lime ederim!! Tekrar düşünsen iyi edersin!!"
 
Seremoniyi unut, orada diz çöken binlerce insanı da siktir et!
 
Fikrini değiştirmişti. Artık Chu Wanning'in ölmesini istemiyordu.
Ondan nefret ediyordu, Chu Wanning'in yaşamasını istiyordu-----yaşamasını...
 
Tek bir hareket ile, tonla kan kaybeden kişiyi kolları arasına aldı ve qinggong'unu kullanıp sıçrayarak sarkan saçakların üstüne atladı, kıyafetleri, kanatlarını açan yalnız bir kartal gibi dalgalanıyordu. Çatıdan çatıya atlayarak doğrudan güney zirvesine, Kırmızı Nilüfer Pavilyonu'na, Chu Wanning'in bir zamanlar yaşadığı yere, yöneldi.
*ÇN: Qinggong hız ve hafiflik için kullanılan bir teknik, su üzerinde yürümeyi de sağlar. Saçak derken çatının saçağı.
 
Orada bol bol ruhani enerji ve çeşit çeşit şifalı bitki vardı. Chu Wanning'i geri getirecekti.
Birinden nefret edilebilmesi için o kişinin yaşıyor olması gerekirdi; eğer o kişi ölürse ondan nefret etmek için hiçbir neden kalmazdı ki. Aklı neredeydi? Chu Wanning'i öldürmek istemek mi? Chu Wanning ölse, bu dünyada geriye neyi kalırdı ki...
 
 
 
Geçmiş anılarının tadı, dilindeydi, yatağında uzanıyordu.
Gecenin geç saatleri olmasına rağmen uyuyamıyordu.
Mo Ran kalktı, yüzünü yıkadı, kıyafetini değiştirdi, ve elinde bir fenerle Yanluo Salonu'na doğru yürümeye başladı.
 
Chu Wanning, diz çökme cezasını çekmeden önce kesin, yaralarını gelişigüzel sarıvermişti. Mo Ran onun nasıl biri olduğunu çok iyi biliyordu; o, asla boyun eğmeyen, tepeden tırnağa inatçı, bir işe kalkışmadan önce vücudunun onu kaldırıp kaldıramayacağını düşünmeyen birisiydi. Ve, Xue Meng ne denerse denesin, asla onu durduramazdı.
 
Beklenildiği gibi Yanluo Salonu'nun önünde bir fener kendince yanıyor, içindeki mum yavaşça damlıyordu.
Chu Wanning, sırtı kapıya dönük şekilde diz çökmüştü, figürü bir çam ağacı gibi dikti.
 
Mo Ran onu görünce geldiğine biraz pişman oldu. Gecenin bir yarısında burada ne işi vardı? Chu Wanning'i görmeye mi gelmişti? Deliriyor muydu ne?
Ama çoktan gelmişti ve şimdi öyle arkasını çevirip geri dönmek de çok aptalca olurdu.
 
Bir an düşündü ve kendince bir uzlaşmaya vardı. Yavaşça feneri ayağının yanına yerleştirdi. Gitmeyecekti ama içeri de girmeyecekti. Pencerenin dışarısında dikilirken, pencere tahtasına dirseklerini yaslamış, yanaklarını avuçlarının içine koymuş, uzaktan Chu Wanning'i seyrediyordu.
 
Çatının köşelerinde asılı bakır ziller hafifçe sallanırken bitkilerin ve çiçeklerin tatlı kokusu gece havasını kaplıyordu.
İkisi, biri dikilip diğeri diz çökerken, kırmızı bir pencere kafesi ile salonun sessizliği tarafından ayrılmıştı.
 
Eğer bu, yeniden doğuşundan önce gerçekleşseydi, Mo Ran'ın, içeri girip Chu Wanning'e durmasını ve gidip dinlenmesini söyleyecek yetkisi olurdu. 
Ve eğer Chu Wanning ona uymasaydı, kollarının ve bacaklarının hareketini mühürleyip zorla onu taşıyacak gücü de olurdu.
 
Fakat şu anda ne yetkisi ne de gücü vardı.
Hatta boyu, Chu Wanning'in boyu kadar uzun bile değildi.
 
Mo Ran'ın kafası karmakarışıktı. Pencereden izlemesine rağmen içerideki kişi onu fark etmemişti. O, Chu Wanning'in yüzünü görememiş, Chu Wanning de onunkini görememişti.
 
Ve böylece, beyaz kedi bir kere bile arkasını dönmeden tüm gece diz çöktü.
 
Ve böylece, şapşal köpek hiç ayrılmadan orada tüm gece dikildi.
 
 
 
 
Yazarın Notları:
 
Bir zamanlar küçük yavru bir köpek varmış. Pis ve aptal olduğundan kimse onu sevmezmiş, bu yüzden oradan oraya sürüklenmekten başka çaresi kalmamış.
 
Bir gün, küçük köpek amcası tarafından bulunmuş ve onun inine götürülmüş. Bu yeni in, sıcak ve genişmiş ve küçük köpek bundan dolayı oldukça mutluymuş. Özellikle de minderin üstünde kıvrılıp uyuyan büyük beyaz kedi, çok yumuşak görünüyormuş. Küçük köpek bir "auuu" ile ulumuş ve coşkuyla beyaz kedinin yumuşak tüylerine kendini gömmüş.
 
Fakat uyandığı zaman, beyaz kedi, düşündüğünden çok farklı bir kedi çıkmış. Her zaman buz gibi bakışlarla küçük köpeği izler ve köpeğin zavallı düşkünlüğünü görmezlikten gelirmiş. Memnun olmadığında, küçük yavru köpeğin yüzüne vururken pençelerini içine sokmayı da hatırlamazmış.
 
Zamanla küçük köpek büyümüş. Büyük beyaz kedi ise gözlerinde, küçük beyaz bir kediye dönüşmüş.
 
Büyük köpek beyaz kediye bir ders vermek istemiş. Bu yüzden küçük beyaz kedinin boynunu ısırıp gururla kar beyazı yün yumağını ayakları altına almış.
 
Birdenbire, önceleri taş gibi sert olduğunu düşündüğü kedinin bedeninin aslında yumuşacık olduğunu fark etmiş. Yeni inine ilk geldiği gece kediciğin yumuşacık ve sıcacık kürküne gömülüp uyuyuşunu hatırlayamadan da edememiş.
 
O asla bilemeyecekmiş ama aslında o geldiği gece, beyaz kedicik saydam gözlerini açmış.
 
Bu şey de nereden geldi? Ne pis ama...
 
Diye düşünmüş kedicik. Sonra da dikenli pembe diliyle yavaş yavaş küçük köpeğin kürkünü yalayıp temizlemiş.
 
Köpekçik yalanırken hareket etmiş, bulanık gözleriyle her şeyin bir rüya olduğunu sanmış. Rüyasında sürünerek geçen hayatının çekildiğini ve sonunda bitmek üzere olduğunu, ona, çok, çok merhametli davranan bir kediciğin varlığını görmüş.


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


28   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   30 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.