Yukarı Çık




8   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   10 

           
A Yi bir ağaca tünemişti ve gece göğünün birdenbire parlak bir ışıklarla aydınlandığını gördü. Ablası olduğunu böyle anladı. Jiaolong'u görmedi ve ablasının onu bulup eve götürmek için geldiğini düşündü. O yüzden daldan atladı ve saklanmak için karı kazdı. Yere gömülürken kuyruğunu yukarı çekmesi, hem komik hem de garipti çünkü kuyruğu çoktan Cang Ji tarafından yolunmuştu.
Kuşlar, A Yi'nin koşuşu ile uyandı. Dağdaki ruhların kıs kıs güldüğünü duyabiliyordu, kendini topladı ve onları sertçe aşağıladı. "Kimdi o? Eğer kim bir daha gülerse onun gözlerini oyup dilini keserim!"
Ama ruhlar her taraftaydı, ağaçlarda ve karın altında saklanıyorlardı. Kahkahaları arttıkça A Yi daha da öfkelendi, çırılçıplak şekilde herkesin önünde sergileniyormuş gibi hissediyordu. Hem öfkeli hem de incinmiş hissediyordu, "Gülmeyin sakın! Gülemezsiniz!"
A Yi çok aşağılanmıştı ve Cang Ji'den o kadar nefret ediyordu ki canlı canlı derisini yüzmek istiyordu. Öfkeden kuduruyordu, arkasını döndü, Jing Lin'in bahçesine bir yolculuk yapmayı ve Cang Ji'yi dışarı sürükleyip ağzını yüzünü dağıtmayı planlıyordu. Sadece birkaç adım atmıştı ki ayağının altındaki zemin sallandı ve dağ eğildi. Kuşlar dağın üzerinden havalandı. Ablasının hala dağda olmasından endişelenerek dağa yöneldi.
Bir yaban domuzu hızla gelerek ona çarptı. A Yi zamanında kaçmadı, koşmaya devam ederken sırtının üzerine düştü. Yaban domuzunun sırtına tutundu, A Yi o kadar savrulmuştu ki üstü başı darmadağınıktı.
"Kör müsün nesin?! Gebermek mi istiyorsun?!" A Yi boynunu çıtlattı ve lanet okudu.
"Ölücez!" Yaban domuzu nefes nefese kalmıştı, başını aniden indirdi. "Hai Jiao, dağı tepetaklak ediyor! Eğer şimdi kaçmazsak ölücez!"
"O sadece bir Jiao, ejderha bile değil. Neyden korkuyorsunuz?" A Yi'nin içi rahatladı. "Doğu Denizi'nden sorumlu Jiao o. Masumları incitmeyecektir. Büyük ihtimal sadece dağı devriye geziyor. Hey, A Jie'mi gördün mü?"
"Gördüm. Gördüm onu! Can Lin'in İlahı'nın çırpınan kanatları gözümü çok acıtıyor!" Yaban domuzu dağın eteğine doğru hızla ilerledi.
A Yi kafasını kaldırdı ve gülümsedi. Kanatlarını açtı, ve kendini beğenmişçesine "Kuşkusuz, benim A Jie'm..." dedi.
A Yi sözlerini bitiremeden ani bir kar fırtınası onu sürükledi ve kanatlarını sıyırdı. Bakır çan düşerken A Yi bir tıngırtı duydu.
A Yi gözlerini karşısındakine dikti ve sordu, "Başkasının çanını çalarak ne yaptığını sanıyorsun?"
Xue Mei bir forma büründü; yüzünün yarısı çoktan paramparça olmuştu. Yüzünü gizledi, sadece bir gözü görünüyordu. Korkuyla A Yi'ye baktı ve zorla gülümsedi. "Rüzgar onu çoktan uçurmuştu. Kimse istemedi. Bu yüzden onunla oynamak için ben aldım."
"Oynamak için mi?" A Yi dudağını büktü. "O zaman bana ver. Ben de oynayacağım. Şimdi, çek git."
Xue Mei yüzünün vahşi olan yarısını meydana çıkardı ve A Yi ile göz göze geldi, ona yalvardı, "Asırlarca burada tutsak kaldım. Bir oyuncak bulmak benim için hiç kolay değil. Lütfen bende kalsın."
A Yi, bakır çanı salladı, "Kırık bir çanın nesi bu kadar ilginç ki? Gerçekten sana inanacağımı mı düşünüyosun?"
Xue Mei'nin gözlerinin derinlerinde bir ürperme oldu, haksızlığa uğramış hissediyordu ve sesi ağlamaklıydı. "Bu dünyada senin sahip olamayacağın bir hazine var mı? Ben sadece can sıkıntımı gidermek için istiyorum. Bunu bile elimden mi alıyorsun?"
A Yi'nin sesi cırtlaklaştı. "Elinden almak? Hadi be ordan! Kim saçma sapan bi çanı ipler ki? Bana para versen bile bunu istemem! Ne diyorsun sen lan, bi de elinden alıyormuşum! O zaman sana geri vermem bi daha, napıcaksın?! Çek git!"
Xue Mei'nin kötücül aurası, elinden kapmaya çalışırken çok belliydi. "Onu bana geri ver!"
Ah Yi'nin vücudunda Fu Li tarafından yapılan, hayaletleri ve şeytanları ondan uzak tutan bir mühür vardı. Ah Yi, Xue Mei'nin ona saldırmaya cüret ettiğini görünce, Cang Ji'ye karşı tüm öfkesini Xue Mei'den çıkardı ve onu tekmeledi. Xue Mei, Ah Yi'ye saldırmak için biraz yaklaşmıştı ki beş renkli tüyleri tarafından haşlandı ve acı içinde çığlık attı.
"Kör müsün?! Bunun için bana saldırmaya nasıl cüret edersin?!"
Xue Mei bir kadın gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Marifetini gösterir bir biçimde A Yi yaban domuzundan indi ve Xue Mei'nin etrafında dolandı ve kibirle tüylerini sergiledi.
"Hatanı kabul ediyor musun?! Benden şimdi korkuyor musun?! Eğer önümde eğilip merhamet dilenirsen sana vurmayacağım." A Yi pençeleriyle Xue Mei'nin üzerine bastı. "Acele et! Aksi takdirde, bu gece burada öleceksin ve ruhundan iz bile kalmayacak."
Xue Mei daha da kederli ağlamaya başladı. A Yi bile onu dinlemeye tahammül edemiyordu artık. Kafasını tuttu ve bağırdı, "Kes artık!"
"Geri ver..." Hüsnükuruntuya kapılmıştı, Xue Mei ısrar etti. "Bana geri ver."
"Neden kırık bir çanı bu kadar saplantı hale getirdin?" A Yi şaşırmıştı. "Bununla bir geçmişin mi var yoksa?"
Bir süre boyunca Xue Mei hiçbir şey demeden ağladı. A Yi hayrete düştü. "Ama bu açıkça Jing Lin'e ait. Sakın bana ona karşı bir garezin olduğunu söyleme. Hal böyleyse, neden hala istiyorsun? Eğer bir garez değilse, ah—" A Yi inatla devam etti. "Jing Lin ile geçmişte bir aşk ilişkiniz olduğunuz için mi? Bak şu işe, ben de neden diğerlerini değil de seni buraya tutsak ettiğini hep merak etmişimdir. Anlıyorum! O zaman önümde eğilmene gerek yok. Anlatsana, Jing Lin şey mi..."
Canavarlarlar kargaşayla kaçışırken A Yi daha heyecandan zıplamamıştı bile. İlk hkaçan yaban domuzuydu, koşarken bağırdı, "Kaç! Kaç!"
"Kaç?" A Yi hala Xue Mei'nin üzerine üzerine basıyordu ve şaşkınlıkla sordu, "Neden kaçıyorsun?!"
A Yi, etrafta kimsecikler kalmadığında bir şeylerin yanlış olduğunu anlamıştı. Xue Mei ağlamayı bıraktı ve yerde hareketsizce yattı. Bu, A Yi'ye ürperti verdi ve birkaç adım geri çekildi. Kimsenin onu izlemediğinden emin oldu ve arkasını dönüp kaçtı. Bir iki adım atmışken birinin onu kanatlarından çekeceğini kim bilebilirdi ki?
A Yi gafil avlanmıştı. O anda kafasına dank etti ve Xue Mei'ye kızdı, "Ne cüretle beni yakalaması için bir insan çağırırsın?!"
Neden Xue Mei'nin kadın gibi ağladığını merak ediyordu; meğerse bir insanın aklını çelmek içinmiş. Çoktan dağın eteğindeydiler ve birkaç mil ötede insan yerleşmesi belirtileri vardı. Dağdaki kargaşa onların dikkatini çekmiş olmalıydı, ve gelen kişi büyük ihtimal fırsattan yaralanıp hazineleri avlamak için gelmişti. A Yi kanatlarını çırpamıyordu, onu kanatlarından sertçe çekip bir çuvala tıkmaya çalışıyordu. A Yi öfkeyle doluydu, ama kimden nefret etmesi gerektiğini bilmiyordu! A Jie'si onu orijinal formuna hapsetmişti, insanlarla yaptığı karşılaşmalarda sıradan bir kuştan farksızdı. Eğer kaçamazsa, geriye kalan tek şey son bir gayretle dövüşmekti.
"Bu çanı istiyor musun? Öyle olsun!" A Yi çuvala tıkılırken çanı sıkıca tuttu. O kadar çileden çıkmıştı ki kahkaha atmaya başladı ve aşağılayıcı bir şekilde konuştu, "Aklından bile geçirme! Eğer beni götürürlerse bunu da alırlar. Jing Lin'in emri olmadan hayatta bu dağdan kurtulamazsın! Nasıl ama? Bir daha asla göremeyeceksin!"
Xue Mei'nin kendisini ona doğru fırlattığını gördü, kayıp düşen bir karın hışırdama sesi duyuldu. "Geri ver!"
Çuvalı sürükleyen kişi sadece serin rüzgarı hissedebiliyordu. Soğuktan titredi. Oyalanmak istemedi bu yüzden arkasını dönüp A Yi ile birlikte oradan uzaklaşmaya başladı.
"Hah! Oh canıma değsin!" A Yi çanı salladı. "Bir daha göremeyeceksin."
Xue Mei gerçekten kahrolmuş gibi haykırdı.
Jing Lin batıya baktı. Gece kapkaranlıktı ve manzara karla kaplanmıştı. Hiçbir şey göremiyordu. Fu Li bir kenarda dikiliyordu, ve garip bir vicdan azabı çekiyordu. Bunun sebebi, Jing Lin'in buyruğu altında olmasıydı, daha önce kimsenin onunla bu kadar samimi olduğunu görmemişti. Jing Lin'in yakın arkadaşı sayılabilecek Lord Sha Ge, Li Rong'a bile en fazla çay servis etmişti. Cang Ji'nin kötücül bir doğası olduğunu hissediyordu, ama Jing Lin'in neyi sevip sevmediğinden emin olmadan onun hakkında kötü konuşmaya cesaret edemedi. Şimdi Jing Lin'in sevgisini ve güvenini kaybettiği için, araya girmeye kalkışmadı.
Bu endişe tam olarak Cang Ji'nin umduğu bir şeydi.
"Gidebilirsin." Jing Lin bakır çanın daha da uzaklaştığını hissetti ve kaşlarını çattı. Daha fazla oyalanmak istemiyordu.
Fu Li önünde eğildi ve emri aldıktan sonra sorgulamaya cüret etmeden geri çekildi. Elini sallayarak bahçeyi floresan bir ışık noktasına çevirdi ve gökyüzüne yükselirken yanına aldı.
"Artık sadece sen ve ben varız. Hiç kimse bizi rahatsız edemez," dedi Cang Ji. "Eğer her gün bu kadar itaatkar olsaydın şu ana kadar çok enerji toplardım."
"Çek elini." dedi Jing Lin.
Cang Ji, Jing Lin'in sırtını değişen sertliklerle okşuyordu; eli, omzu ve kuyruk sokumu arasında gidip geliyordu. "Demek bir insanın sırtına dokunmak böyle hissettiriyor. Aslında yumuşak yerlerin de var."
Jing Lin'in doğal olarak yumuşak yerleri vardı; derisi her yerinde yumuşaktı. Cang Ji de bunun farkındaydı, ama Jing Lin'e kendi elleriyle değer biçmek istedi. Jing Lin utançtan öfkelenirse diye endişelenmedi. Cang Ji, eliyle Jing Lin'i desteklemek için yumuşak belini tuttuğunda bile ne yazık ki Jing Lin'in yüz ifadesi değişmedi.
"Tek yapman gereken yere uzanmak," dedi Jing Lin, "Ve daha yumuşak bir yer bulmana yardım edeceğim."
"Tek yaptığım sana sarılmaktı, Jing Lin. Neden bana karşı bu kadar sertsin? Ben hala panik içindeyim. Çok korktum." Cang Ji geriye baktı ve Jiaolong'un siluetinin bulutların arasında çekildiğini izledi. "Bakır çan nerede?"
"Batıya yöneldi," diye cevapladı Jing Lin.
Cang Ji olduğu yerde kaldı. Batı'nın Zhongdu'da, her türlü ruhun bir arada olduğu refah ve hareketli bir yer olduğunu biliyordu. Anlık tereddütü korku yüzünden değildi, artılarını ve eksilerini tarttığı içindi.
Jing Lin'i burada yutsaydı, Jing Lin'in tamamını kendine almış olurdu. Ama Batı'da, başka birinin de Jing Lin'in etine ve kanına ilgi duyup duymayacağını bilmiyordu. Jing Lin'i başkalarıyla paylaşmaya hiç niyeti yoktu; içgüdüsel olarak yemeğini koruma ihtiyacı hissediyordu.
Jing Lin onu anında çözdü ve alaycı bir şekilde konuştu, "Belli ki korkuyorsun, peki neden beni şimdi yemiyorsun? Daha az kültivasyonumu tüketmek hiç yoktan iyidir."
"Gerçekten çok düşüncelisin." Cang Ji'nin kaşları gevşedi ve kasvet kayboldu. "Yola çıkmadan önce, karşılaştığımız şey ne olursa olsun, sana dokunmalarına izin verme. Doğam gereği çok asil ve cömert olmama rağmen, yemek konusunda çok titizim. Yemek istediğim kişinin bir saç telinin eksik olmasına dahi tahammül edemem."
"Bugün balık etiyim."* dedi Jing Lin. "Bana, bıçağın ne yapacağını söylemek anlamsız."
*Jing Lin'in sözü, bir deyimden geliyor, bu da "o bir bıçak ve doğrama tahtası, ben balık etiyim." Anlamı, birinin insafına kalmak.
"Başka bir şekilde anlatayım." Cang Ji, Jing Lin'in yanaklarını sıktı, ve yavaşça konuştu:
"Şu anda kültivasyon topluyorum ve açlıktan gözüm dönüyor. Balığımı kim kapmaya cesaret ederse ona bedelini ödetirim. Sana bir kez dokunur, bir kez hisseder ya da bir kez ısırırlarsa, iblis ya da ölümlü olsun, hepsini silip süpürürüm. Ama birine dokunursan, kaçmaya çalışırsan, Jing Lin..." Cang Ji başını indirdi, ona saldırgan gözlerle baktı, "O zaman seni buraya geri sürüklerim, seni lime lime ederken başkalarının tatmaması için bir damla kanının bile dökülmesine izin vermem. Bir daha ayrılmamak üzere bir oluruz."
"Günlerdir birlikteyiz." Jing Lin ona bir çocuğa bakıyormuş gibi baktı. "Ve aslında ne kadar toy ve sevimli olduğunu hiç keşfetmedim."
İnsan ya da balık gibi görünmüyordu, açıkça bir canavardı. Açgözlü ve doyumsuz. İnatçı ve dik kafalı. Hilekar ama aptal ve kalın kafalı. Jing Lin sanki bir aynaya bakıyor ve kendini görüyordu.
"Mütevazılık neden? Zaten bunun farkındasın. Sadece bilerek beni şımartıyorsun." Cang Ji onu tutmayı bıraktı ve sordu. "Peki nasıldı? Bu hale gelene kadar beni besleyen sendin. İstediğin bu muydu? Tatmin oldun mu?"
Jing Lin cevap vermedi ve Cang Ji zıplayarak dağın eteğine indi. Jing Lin'in kıyafetinin kolları rüzgarda çırpındı ve masmavi rengi, Cang Ji'yi içine çeken bir kaynak suyu gibiydi. Her ikisi de yükselip düşerken birbirlerine bağlanmış görünüyordu, yine de ikisi de sessizdi.
Cang Ji batıya doğru takibe başladı. Boynunun arkasında bir ağırlık vardı, ve küçük taş heykel birden kafasını çıkarttı. Cang Ji kahkahalara boğuldu, Jing Lin'den daha sevecen yaklaşıyordu ona. "Öldüğünü sanmıştım, bir daha uyanamayacağını düşünüyordum."
Bir nedenden dolayı küçük taş heykel ona birkaç yumruk attı. Yumruklardan etkilenmeyen Cang Ji kafasını hafifçe salladı ve küçük taş heykel Jing Lin'in kollarına düştü. Cang Ji, Jing Lin'e hızlıca bir göz attı, Jing Lin yine gözlerini kapamıştı. Kendi kendine homurdandı ve içinden geçirdi:
Hep böyleydi zaten. Bazen onu gerçekten öldüresiye ısırmak istiyorum.
Bu düşünce ile küçük taş heykele "Sadece bir taş parçası olmana rağmen, yaşayan bir insandan çok daha sıcaksın," dedi.
Jing Lin onu duymamış görünüyordu. Küçük taş heykel Jing Lin'in göğsüne oturdu ve aşağı baktı. Cang Ji, "Seni övmüş olmama rağmen mutlu değilsin. Bütün taşlar bu kadar aptal mı? Efendinle aynısınız, tıpkı bir..."
Küçük taş heykel, Cang Ji'ye kafa attı. Cang Ji öksürdü ve neredeyse kara yüzüstü kapaklanacaktı, henüz söylemediği kelimeleri geri yuttu.
--------
Çeviri: Xiukei
Yakında daha fazla romanla sizlerle buluşacağız. Çeviri ailemizi genişletip büyük bir çeviri grubu olarak, olabildiğince çok roman çevirmek istiyoruz. İngilizce ve Türkçenize güveniyorsanız ve aramıza katılmak isterseniz özel mesaj gönderebilir ya da herhangi birimize twitterdan yazabilirsiniz *( •̀ ω •́ )✧


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


8   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   10 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.