Yukarı Çık




73   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   75 

           
ölüm 74: Bu Saygıdeğer Kişinin Hatası

“...”

Mo Ran afallamıştı.

Uzun bir sürenin ardından kendine geldi, ellerini telaşla sallarken yüzü kıpkırmızıydı: “Hayır, o şey, bilmiyorum, bu benim değil, benim mendilim nereye gitti? .... B-Ben ah tanrım, bundan nasıl sıyrılcam…”

Kenarına haitang çiçeği işlenmiş kare şeklindeki ipek kumaş parçasına uzun bir süre baktı fakat ne kadar düşünürse düşünsün mendilin neden onda olduğunu hatırlayamadı. Telaşla kafa yorduktan sonra birden kafasına vurdu.

“Ah!”

“...Ne oldu…”

“Hatırladım!” Mo Ran rahat bir iç çekti ve gülümseyerek mendili Shi Mei’in ellerinden geri aldı, “Özür, bu mendil benim değil, yani sana veremem.”

Shi Mei: “...”
Ben zaten istediğimi söylemedim ki?

“Ama Shizun’un da değil, ne de olsa üstünde haitang olan her şey Shizun’un diye bir şey yok ya.” Mo Ran mendili titizce katladı ve kıyafetinin içine geri soktu, “Bu, Xia-shidi’nin.”

Shi Mei düşünceli görünüyordu: “Xia-shidi’nin mi?”

“Mhm, son birkaç gündür birlikte yaşadığımızdan bu sabah çamaşır ipinden yanlış olanı falan almışımdır belki, haha, ne kadar utanç verici.”
“Mm, sorun değil.” Shi Mei nazikçe gülümsedi ve ayağa kalktı, “Geç oluyor, gidip Xia-Shidi’yi almalıyız.”

Evden ayrılarak mağaraya doğru yola koyuldular.
Pek ilerleyememişlerdi ki Shi Mei yavaşlamaya başladı; başlarda o kadar belli değildi fakat sonra bir taşa takılıp tökezledi ve Mo Ran zamanında davranıp onu yakalamasaydı düşerdi.

Mo Ran yüzünün solgunluğu karşısında şok oldu: “Neyin var?”

“Yok bir şey.” Shi Mei derin bir nefes aldı ve konuştu, “Öğle yemeğinde pek bir şey yemedim, sadece biraz halsizim, azıcık dinlensem geçer.”

Ancak o önemsizmiş gibi göstermeye çalıştıkça Mo Ran daha da endişelendi. Şimdi düşününce, Shi Mei hafif ayak hakimiyetinde çok iyi değildi ve burada, Şeftali Çiçeği Pınarı’nda, yemekten tut kıyafete kadar her şey tüy ile ödeniyordu. Önceleri Shi Mei’e tüy verdiğinden emin oluyordu fakat birkaç gündür içerideydi ve Xue Meng birilerine göz kulak olacak kadar düşünceli değildi...

Mo Ran düşündükçe daha da kaygılandı, bu yüzden de üsteledi: “Eskiden sektte de öğle yemeğini hep atlardın ama daha önce seni hiç böyle görmedim. Sadece bir öğün atladıktan sonra bu duruma geldiğine inanayım mı yani? Gerçeği söyle bana, en son ne zaman yedin?”

“Ben…”

Cevap vermeyi reddetmesi Mo Ran’ın yüz ifadesinin daha da kararmasına neden oldu. Kolunu kavradı ve ters yönde yürümeye başladı.

Shi Mei telaşlandı: “A-Ran, n-nereye gidiyoruz?”

“Yemeğin olduğu yere!” Mo Ran haşince söyledi ama döndüğünde gözlerinde yalnızca endişe vardı, “Ben yokken neden kendine bakmadın? Hep, hep başkalarını düşünüp önceliği onlara veriyorsun! Peki ya sen? Hiç kendini düşündün mü?”

“A-Ran…”

Shi Mei’i zorla bir tavernaya sürükledi. Normalde, Shi Mei iyileştirme bölüğüne aitti ve sembolü olmadan burada, saldırı bölüğünde bulunmamalıydı fakat On Sekiz hadisesinden beri gerginlik artmıştı ve kuş tüyü kabilesi de gerginliği yatıştırmak için bu kısıtlamayı kaldırmıştı.

“Ne istiyorsun? İstediğini söyle.”

“Fark etmez.” Shi Mei biraz suçlu hissediyordu, “Özür dilerim, gelip yardım etmek istemiştim ama anca ayak bağı oldum…”

“Aramızda özür gibi şeylere gerek yok.” Mo Ran alnına fiske vurdu ve sesini yumuşattı, “Hadi siparişini ver, ben öderim sen de acele etmeden yersin.”

Shi Mei ona baktı: “Peki ya sen?”

“Benim gidip Xia-shidi’yi almam lazım. Mağaranın dışında bekçi var ama katil hala serbest olunca yine de endişeleniyorum.”

Mo Ran’ın gitmek istediğini duyunca Shi Mei’in gözleri sanki bir an kararır gibi oldu ama sonrasında hemen konuştu: “Sadece iki çörek o zaman, seninle gelip yolda yerim.”

Mo Ran tam onu vazgeçirecekti ki dışarıdan kadınların kuş cıvıltısına benzeyen sesleri geldi ve birkaç düzine kadın kültivatör, hepsi süslenip püslenmiş, kıkırdayarak binaya girdiler.
“Hey, dükkan sahibi, bir sorum var.” Grubun önündeki bayan gülümseyerek sordu, “Dashixiong… bu gece için buranın ziyafet odasını mı ayırttı?”
“Aynen, aynen.” Satıcının yüzü gülümsemelerle kaplıydı. Kuş tüyü kabilesi halkının, dashixiong’un şarap ve şarkıları sevdiğini ve her gece ya bu ya da başka tavernalarda ziyafetler düzenlediğini anlamaları uzun sürmemişti. Ve bu “dashixiong” nereye gitse bir grup kıkırdayan kadın da hemen oraya akın ediyordu. 

Beklendiği gibi, kadınlar heyecanlandılar ve hemen masalarını ayırtmaya başladılar, konuşmaları ara sıra Mo Ran’ın kulağına geliyordu.
Hepsi, “Xiao-Fang kaşlarımdaki boya nasıl? Dashixiong sever mi sence?”, “Çok güzel, peki sen sürmem hakkında ne düşünüyorsun, çok mu abartılı, hafif olduğumu düşünmesin?” ve “Sen çok güzelsin, dashixiong seni kesin sever, dün sana birkaç kez baktığını gördüm bile.” “Aiya bırak dalga geçmeyi, keşke öyle olsa! Dashixiong’un tipi kesin Jiejie gibi ince ve eğitimli biridir.” gibi şeylerdi.

“...”

Bunun gibi sıkıntılı zamanlarda bile bu insanlar adamın biri için böylesine heyecanlanabiliyordu. Mo Ran’ın dudağının kenarı seğirdi ve Shi Mei’e döndü: “Çörek o zaman, hadi alıp gidelim, bu vahşi canavar mağarasının içinde seni tek başına bırakırsam endişelenirim ben.”

Yüz ifadesine bakınca Shi Mei hafifçe gülerek kafasını sallamadan edemedi.

Buranın menüsündeki en lezzetli şey ağız sulandıran koca et çöreğiydi. Mo Ran on tane birden aldı ve hepsini Shi Mei’e verdi. Yürürlerken Shi Mei’in neşeyle çörekleri kemirişini görünce Mo Ran sonunda biraz rahatlayabildi.

Çöreklerin Shi Mei’i hasta edeceğini kim bilsin.

Midesi, eskiden beri zayıftı, uzun süre bir şey yemeyip birden yağlı bir çörek yiyince de çok geçmeden ağrımaya başladı.

Mo Ran şimdi Xia-Shidi’yi almaya gerçekten gidemez oldu. Solgun ve terli haldeki bir Shi Mei’i telaşla taşıyarak aceleyle Yinlu Pavilyonu’na geri götürdü ve onu daha yeni düzelttiği yatağın üstüne yatırdı, sonrasında ise hekim bulmak için hemen dışarı çıktı.

Biraz ilaç ve sıcak sudan sonra Mo Ran yatağın yanında kendini suçlar bir biçimde oturuyor, Shi Mei’in renksiz yüzüne bakıyordu: “Hala ağrıyor mu? Gel, karnını ovayım.”
Shi Mei’in sesi az geliyordu ve halsizdi: “Gerek yok… sorun değil…”
Ama Mo Ran’ın büyük, biçimli eli çoktan uzanmış, yorganın üstünden nazikçe karnını ovuyordu.

Belki sertliği tam yerinde olduğundan ve iyi hissettirdiğinden, Shi Mei karşı çıkmadı. Özenle ovulduktan sonra nefes alışverişi düzeldi ve uyuyakaldı.

Mo Ran uyduğundan iyice emin oluncaya kadar yanında kaldıktan sonra gitmek için hazırlandı.
Fakat o daha tam ayağa kalkamamışken eli yakalandı.
Mo Ran’ın hafif mor tonlu siyah gözleri irileşti: “Shi Mei..?”
“Acıyor… gitme…”
Yataktaki güzelliğin gözleri hala kapalıydı ve anlaşılan uykusunda konuşuyordu.
Mo Ran olduğu yerde mıhlandı; Shi Mei asla kimseden bir şey istemezdi, hep kendisi başkalarına yardım eder karşılığında da bir şey beklemezdi. Mo Ran’ın kalması için ancak uykusunda böyle yumuşak bir sesle yalvarabilirdi.

Böylelikle Mo Ran geri oturdu, karnına masaj yapmaya devam ederken gece gündüz özlemini çektiği o yüzü sevgiyle izledi. Hava kararırken kafes pencerenin dışında şeftali çiçeklerinin yaprakları uyuşuk uyuşuk süzüldü.

Mo Ran küçük shidi’sine akşam yemeğinde döneceğine söz verdiğini hatırlayana kadar çoktan gece olmuştu.

“Ah olamaz!” Mo Ran ayağa fırladı, tekrar tekrar kafasına vuruyordu, “Olamaz olamaz olamaz!!!”

O zamana Shi Mei çoktan derin bir uykuya dalmıştı; Mo Ran hızla dışarı çıktı, tam mağaraya doğru koşacaktı ki gökyüzünde mavi bir ışık yandı ve Kıdemli Xuanji kollarında bir çocukla yere alçaldı, çocuk kil bir kap tutuyordu.

“Kıdemli Xuanji!”

Xuanji Mo Ran’a sitemli bir bakış attı: “Ne oldu? Onu alacağını söylememiş miydin? Eğer ben endişelenip kontrol etmeye gitmeseydim, Yuhe… öhöm, öğrencim sabaha kadar o mağarada beklemek zorunda kalcaktı.”

“Bu öğrencinin yaptığı yanlıştı.” Mo Ran kafasını eğdi ama sonra bakışlarını kaldırıp Chu Wanning’e bakmadan edemedi, “Shidi…”

Xuanji Chu Wanning’i yere indirdi. Chu Wanning, hala elinde kil kap ile, Mo Ran’a sakince baktı: “Yemek yedin mi?”

Mo Ran söyleyeceği ilk şeyin bu olmasını beklememişti bu yüzden ahmakça yanıtladı: “D-daha yemedim…”

Bunun üstüne Chu Wanning yanına yürüdü ve kabı ona uzattı, hafifçe konuştu: “Ye biraz, hala ılık.”

Mo Ran bir süre hareket etmeden olduğu yerde dikili kaldı. Kendine geldiğinde çoktan ufaklığa elindeki kap ile birlikte sarılmıştı.

“Tamam, yiyeceğim.”

Bu şapşal çocuk çorbanın soğuyacağından endişelenmiş ve dış kıyafetini çıkararak kabın dışına sarmıştı; küçük vücudu Mo Ran’ın kolları arasında biraz soğuk gibiydi.
Mo Ran alnını alnına bastırdı, burunları hafifçe sürterek, iki ömründe de ilk kez şu sözleri söyledi ve dediğini gerçekten kastetti: “Özür dilerim, benim hatamdı.”

Xuanji’ye iyi geceler dediler ve evin içine girdiler.
Dış kıyafet artık giyilemeyecek kadar kırışıktı ve Mo Ran shidi’sinin üşüyeceğinden korktuğundan yorgan aramaya iç odaya gitti. Chu Wanning esnedi ve kil kabı tutarak ahşap taburenin birine tırmandı ve tam çorba için iki kase çıkaracaktı ki gözü Shi Mei’in bitirmediği etli çöreklere takıldı, gözlerini kırpıştırdı.

“...”

Chu Wanning tabureden zıplayıp inerek yatak odasına girdi ve yatakta uzanan o güzel insana ifadesizce baktı. Ne kızdı ne de bir şey dedi ancak iliklerinden soğukluk iplikleri süzülüyordu ve daha demin sıcacık olan kalbinin donup kaskatı bir buz küpüne dönüştüğünü hissetti.

Mo Ran mutfağa geri döndüğünde Chu Wanning az önceki gibi pencerenin bitişiğindeki masada oturuyordu, bir ayağı taburede diğeri ise aşağı sarkıyordu, bir kolu pencere pervazına gelişigüzel bir şekilde dayanmıştı.
Hareketliliği duyunca kafasını hafifçe çevirdi ve Mo Ran’a doğru bir bakış attı.

“İşte, alev tilkisi kürkünden bir yorgan buldum. Sar kendini, geceleri soğuk oluyor.”

Chu Wanning cevap vermedi.

Mo Ran yanına geldi ve yorganı ona uzattı fakat Chu Wanning yorganı almadı, onun yerine kafasını salladı ve dinlenircesine yavaşça gözlerini kapadı. 

“Sorun ne? Sevmedin mi?”
“...”

“Gidip başka var mı diye bakayım o zaman.”

Dedi Mo Ran, Chu Wanning’in saçını karıştırıken gülümseyerek. Lakin başka bir yorgan aramak için arkasını dönmüşken birden kil kabın daha fazla masada olmadığını gördü. Şaşkınlıkla baktı: “Çorbam nereye gitti?”

“Kim demiş senin çorban diye.” Chu Wanning nihayet konuştu, sesi soğuktu, “Benim.”

Mo Ran’ın dudağının kenarı seğirdi, huysuzluk yaptığını düşünerek konuştu: “Tamam tamam, senin o zaman. Çorban nereye gitti?”

Chu Wanning düz bir şekilde cevapladı: “Çöpe attım.”

“A-attın mı?”

Chu Wanning yine onu umursamazlığa vererek hafifçe tabureden indi ve kapıyı açıp gitti.

“Hey? Shidi? Shidi nereye gidiyorsun?” Mo Ran yorganı falan boş verdi---- katil hala serbestti, dışarısı güvenli değildi---- ve peşinden koştu.
Küçük kil kabın şeftali çiçeği ağacının altında olduğunu gördü; atmamıştı işte. Mo Ran rahat bir nefes aldı ve en baştan kendi hatası olduğunu düşündü, az önce shidi muhtemelen şikayet etmemek için kendini tutmuştu fakat yine de kendini tutamayıp sinirlenmişti, ve sinirlenmekte haklıydı da.

Böylelikle Chu Wanning’e doğru yürüdü ve yanına oturdu.

Chu Wanning küçük kil kabına sarılarak şeftali çiçeği ağacının altında oturuyor ve Mo Ran’ı görmezden geliyordu. Kapağı açtı, yüzünden çok daha büyük bir kepçe çıkardı ve kepçeyi içine sokmaya çalıştı fakat bir türlü sığmıyordu ve bir anlık sinirle kepçeyi fırlattı. Kepçe yere vurarak çat sesi çıkardı ve parçalandı, o da orada kabı tutarken dalgınlıkla oturmaya devam etti.

Mo Ran, kafası yana çevrili ve yanağı elinde, ona bir öneri sundu: “Direkt içsene, zaten bir tek ikimiz varız, utanmaya gerek yok.”

“...”

“Hayır mı? Sen içmezsen ben içerim, bu shidi’min bana ilk kez çorba yapışı, ziyan edecek değilim ya.” Alayla konuştu ve sırıtarak kaba uzandı.

Beklenmedik bir şekilde Chu Wanning eline vurdu: “Defol.”

“...” Mo Ran gözlerini kırpıştırdı, bu konuşma ona dejavu hissi verdi. Ama sonra kalın yüzüyle sırıtarak tekrar ona yaklaştı, “Shidi, hata ettim, lütfen daha fazla kızma. Seni çok önceden alacaktım ama Mingjing-shixiong’un birden hastalandı ben de geciktim, seni bekletmek istememiştim.”

Chu Wanning’in kafası hala eğikti ve bir şey demedi.

“Hayır ama cidden, bütün gün çok meşguldüm ve henüz bir şey yemedim. Açlıktan ölüyorum.” Mo Ran kendini acındırarak kıyafetinin kolunu çekiştirdi, “Shidi, benim şefkatli shidi’m, lütfen, shixiong biraz çorba içebilir mi?”

“...”

Chu Wanning nihayet hareket ederek çorba kabını yere koydu. Kafasını hafifçe kaldırdı ve Mo Ran’a istiyorsa yemesini söylercesine biraz yana eğdikten sonra tekrar geri çevirdi.

Mo Ran gülümsedi: “Teşekkürler shidi.”

Küçük kil kap ağzına kadar doluydu, tek bir bakışla shidi’nin pek bir şey yemediğini ve etin çoğunu ona bıraktığını anlayabiliyordu---- bir sürü et ve azıcık bir çorba vardı.

Mo Ran bir süre baktı, gözleri keyifle kıvrıldı. Nazikçe dalga geçti: “Bunun çorba olduğundan emin misin? Bu daha çok tavuk yahnisi gibi görünüyor. Shidi çok cömert.”

“...”

Sonrasında gevezelik etmeyi kesti; günün yarısını Shi Mei’e bakarak geçirdikten sonra gerçekten çok acıkmıştı, hem, shidi çorbayı yapmak için o kadar zahmete girmişti, onun iyi niyetinin boşa gitmesine izin verecek değildi ya. Şeftali ağacından iki küçük dal kopardı, parmak uçlarındaki ruhani enerjiyle pürüzleri gidererek onları bir çift çubuğa çevirdi ve daha fazla zaman kaybetmeden ağzına bir parça tavuk tıktı.

“Vaa, nefis!”
Mo Ran ağzı buharlı tavuk ile doluyken konuştu: “Cidden çok güzel, benim shidi’m ne kadar da becerikli.”

Aslında o kadar da güzel değildi ve biraz tuzluydu bile. Ama Mo Ran küçük shidi’sini mutlu etmek için içten bir şekilde hepsini gömerek tavukların çoğunu hemencecik bitirdi. Ve tüm bu süreç boyunca, Chu Wanning orada ona bakmadan sessizce oturmaya devam etti.

Bir ağız dolusu çorba suyunu yuttu---- etten daha da tuzluydu, o kadar tuzluydu ki neredeyse acı denilebilirdi, ama yine de katlanılamaz değildi.

Mo Ran bir tavuk budu daha çıkardı ve tam ağzına tıkacaktı ki aniden donakaldı: “Bir tavuğun kaç bacağı vardı?”

Tabii ki cevap gelmedi.

Bu nedenle kendi kendini cevapladı: “İki.”
Çubuklarının arasında tuttuğu tavuk buduna baktı, sonra daha yeni yediği diğer budun kemiğine baktı.

“...”
Bu salak sonunda kafasını kaldırdı ve Chu Wanning’e sordu: “Shidi, sen…” fakat devamını söyleyecek cesareti yoktu.

Sen bunca zamandır beni beklediğin için daha yemek yemedin mi?

Çorba kabı tamamen et dolu, yoksa beni bunca zamandır beklediğinden çorbanın suyu buharlaştı da geriye anca et kaldığından kaba koyabileceğin tek şey et miydi, ben de sandım ki…
Ben de sandım ki sen çoktan yedin… ve bana biraz bıraktın… yanlış pişirdiğin için de tavuk çorbasını tavuk yahnisine çevirdin….

Mo Ran ne söyleyeceğini bilemedi ve kil kabı yere koydu.
Fakat çok geç fark etmişti; içinde zar zor birkaç et kalmıştı.

Chu Wanning nihayet konuştu.
Sesi sakin ve düzdü, biraz da gençliğin izini barındırıyordu.

“Akşam yemeği için döneceğini söyledin. Ben de bekledim.” dedi yavaşça ve kısaca, “Daha fazla istemiyorsan en azından bana haber ver de ben de salak gibi beklemeyeyim. Tamam mı?”

“Shidi…”

Chu Wanning’in yüzü hala dönüktü, ona bakmayı reddediyordu. Mo Ran yüzünü göremiyordu.

“Onun yerine Shi… Mingjing-shixiong’a eşlik edeceğim diye bana haber yollasaydın ya. Çok mu zor olurdu?”

“...”
“Kabımı alıp yemeden önce o kadar konuştun ama bana yiyip yemediğimi sormadın bile. Sormak çok mu zordu?”

“...”

“İlk önce kaba bakıp kaç tane tavuk budu var diye bakmak çok mu zor olurdu?” Çektiği bütün vicdan azabına rağmen sonuncu cümle kulağa biraz komik gelmişti fakat Mo Ran’ın gamzeleri daha oluşamadan donakaldı.

Küçük shidi’si ağlıyordu.

Yetişkin formunda asla böyle küçük bir şey için ağlamazdı; söğüt özütü tarafından çocuğa dönüştürülmesi zihnini pek etkilemese de anlaşılan az da olsa etki ediyordu---- yorgun olduğunda veya fazla efor sarfettiğinde mizacı daha çocuksu oluyordu.
Özütün bu gizli özelliğini saptamak son derece zor olduğundan nabzını ölçerken ne Madam Wang ne de Kıdemli Tanlang bunu fark etmişti.

“Ben de açlığı ve üzüntüyü hissedebiliyorum, ben de sadece insanım…” Şu an zihninin ön planında genç hali olmasına rağmen Chu Wanning hala kendini tutuyordu, sessizce hıçkırılarına karşı mücadele ediyordu fakat kızarmış gözlerinde yaşlar birikip aşağı aktığında omuzları kontrolsüzce titredi.

Tüm o yıllar boyunca Kıdemli Yuheng her şeye ses çıkarmadan katlanmıştı---- kimse onu sevmezdi, kimse ona eşlik etmezdi ve o da hürmetkar kalabalığın içinde yürürken umursamaz bir tavır takınırdı, sakin ve azametli.

Zihnini çocuksu fikrirler boyadığında, işte ancak o zaman kendinden geçer ve doğruları söyler, onca zamandır biriken ıstırabı dışarı kusardı.

Çevresindekileri önemsemiyor değildi, sadece sessizce önemsiyordu o kadar.
Fakat böyle bir sessizlik, görecek veya fark edecek kimse olmadan, günbegün, bu da bir tür işkenceydi.

Küçük shidi’sinin omuzlarının anlık titremesini izleyen Mo Ran’ın kalbi sıkıştı ve onu yatıştırmak için uzandı fakat eli daha ona temas edemeden vurularak uzaklaştırıldı.
“Shidi…”

“Dokunma bana.” Chu Wanning yaşı fark etmeksizin her zaman güçlü taklidi yapardı. Sertçe gözyaşlarını sildi ve ayağa kalktı, “Ben yatıyorum. Sen de gidip shidi’ne eşlik edebilirsin, benden uzak dur yeter.”

“...”

Öfkesinden Shi Mei’in Mo Ran’dan büyük olduğunu bile unutmuştu.
Mo Ran bir şeyler demek için ağzını açtı fakat Chu Wanning çoktan gitmişti. Diğer yatak odasına doğru kayboldu ve kapı yüksek sesle çarpılarak kapandı.

Lingxiao Pavilyonu’nda yalnızca iki yatak odası vardı.
Mo Ran shidi’si ile bir tanesinde yatarken Shi Mei’in diğerinde uyumasını planlamıştı fakat shidisi o kadar sinirliydi ki kapıyı bile kilitlemişti, bu yüzden shidi’nin odası imkansız gibi görünüyordu.
Ve öylece Shi Mei’in yanına kıvrılıp yatmak da istemiyordu. Dahası, küçük shidi tarafından azarlanmıştı ve onu ağlatmıştı, Mo Ran’ın kafası karmakarışıktı ve fazla samimi şeyler düşünecek ruh halinde değildi. Bu yüzden etrafı tamamen açılan şeftali çiçekleriyle sarılmış, küçük shidi’sinin buraya kadar getirdiği kil kabı tutarak sersem sepelek avluda oturmaya devam etti. Uzun bir süre sonra, iç çekti ve kendini tokatladı, sessizce lanet okudu: “Seni işe yaramaz.”

Ve böylece tüm geceyi zemini yatak, gökyüzünü de yorgan olarak kullanarak geçirdi, yere düşen şeftali çiçekleriyle kaplanmış şekilde uzanırken gökyüzünü boş boş izledi.

Küçük shidi… Shi Mei… Shizun… Xue Meng… Jincheng Gölü’ndeki sahte Gouchen, bilinmeyen katil… Chu Xun ve illüzyondaki oğlu…

Zihninde bir sürü bulanık figür belirdi; az çok bir şeylerin ters olduğunu hissedebiliyordu fakat bu his o kadar silikti ki o daha fark edemeden kaybolup gitti.

Şeftali çiçekleri güzelce açmıştı, yaprakları nazikçe havada süzülüyordu.
Mo Ran düşmüş bir çiçeği eliyle yakaladı, mahvolmuş çiçeği ay ışığına
doğru tuttu.

Önceki hayatının son anlarını hatırladı, önceden hazırladığı tabuta uzandığı zamanı; o gün, gökyüzünde yine düşen çiçekler sessiz ve hoş kokularıyla süzülüyorlardı.
Tek farkı, onlar haitang çiçekleriydi.

Haitang…

Sevdiği kişi, bu yaşamında ve öncekinde Shi Mei’di. Fakat nedense, kendini ölmeden önce TongTian Kulesi’nin önündeki haitang ağacının altına, Chu Wanning ile ilk karşılaştığı yere, gömmeyi seçmişti.

Önceki hayatında yaptığı şeylerin çoğunu düşünmek, onu korkutuyordu artık. Yeniden doğduktan sonra, zaman geçtikçe, önceleri neden o kadar cani olduğunu daha da anlayamaz hale geldi.

Koca şehirleri katletmek, güçsüzlere zulmetmek, hocasını öldürmek… hatta Chu Wanning’i kendisiyle öyle şeyler yapması için zorlamak…

Mo Ran şeftali çiçeğini attı ve elini alnına koydu, sonrasında da yavaşça gözlerini kapadı.

Az önce küçük shidi’nin o sözleri ---- “Ben de açlığı ve üzüntüyü hissedebiliyorum, ben de sadece insanım.”---- zihninde daireler çizip duruyordu. Bunu diyen küçük shidi’ydi fakat Mo Ran bir anlığına başka birinin silüetini görmüştü.

Kar beyazı kıyafetler giymiş biriydi; ama sonra gözlerini kırpıştırdı ve beyaz kıyafetler yerde sürünen kırmızı düğün kıyafetlerine döndü, tıpkı hayalet hanımın illüzyonundaki seremonideki gibiydi.

“Ben de sadece insanım…”

Ben de kederi ve acıyı hissediyorum.
Mo Ran…

Ben de acıyı hissediyorum.

Mo Ran aniden kalbinde bir sıkışma  hissetti, sanki bir şeyler dışarı çıkmak istiyordu. Alnında ince bir ter çizgisi oluştu.
Gözlerini sıkıca kapattı, zorlukla nefes aldı.
Mırılandı: “...Özür dilerim…”

Kime özür dilediğini bilmiyordu---- küçük shidi’sine miydi yoksa düğün kıyafetlerinin içerisindeki o kişiye mi…

Odanın içinde, Shi Mei doğrularak oturdu.
Işığı açmadan çıplak ayaklarıyla sessizce pencereye doğru ilerledi, penceredeki aralıktan dışarı baktı. Uzakta Mo Ran bir kolu kil kaba sarılı, düşen çiçeklerin arasında uzanıyordu, Shi Mei’in gözleri karanlıktı ve ne düşündüğünü bilmek imkansızdı.

Ertesi sabah, Mo Ran çim ve çiçeklerin arasında yattığı yerden burnunu kırıştırdı, temiz havayı içine çekti ve kalkmadan önce miskin miskin gerindi.
Fakat gerinmesi henüz bitmemişken tiz bir çığlık Lingxiao Pavilyonu’ndaki sükuneti bozdu.
“AAAA----!!!!!!”


Mo Ran ayağa fırladığı sırada gözleri fal taşı gibi açıldı. Önünde duran manzara kanını dondurdu ve yapabildiği tek şey şok içinde bakakalmak oldu.


Lingxiao Pavilyonu’na bekçi olarak atanan on beş kuş tüyü elitinin hepsi, parlak kırmızı ışıkla yanan söğüt asması boyunlarını çevreleyerek On Sekiz ile aynı yöntemle öldürülmüştü.
----Jiangui! [N’oluyor lan!]

*Jiangui bu ne cehennem diye de çevriliyor çünkü Çincede karakterleri ayırırsanız bu ne cehennem anlamı veriyor. Ama bu kalıp what the hell, yani ne bu halt, bu ne lan, neler oluyor anlamlarına geliyor çoğunlukla. O yüzden ben de böyle yazdım~

Hepsi, tamamen açmış şeftali çiçeği ağaçlarından sarkıyordu, kırmızı kıyafet kolları esintiyle dalgalanıyor, uzun etekleri yere değiyor, vücutları dondurulmuş çiçekler gibi rüzgarla sallanıyordu, ürpertici fakat esrarengiz bir şekilde güzeldi.

Çığlığı atan kişi kahvaltı getirmeye gelen kuş tüyü kabilesinin düşük rütbeli bir üyesiydi. Dehşet içinde titredi, taşıdığı bambu sepet yere serilmiş, her yere lapa ve hamur işleri dökülmüştü.

Mo Ran’ın avluda dikildiğini görünce daha bir titredi ve bir şey için elini sırtına götürdü.

Mo Ran düşünmeden öne çıktı: “Hayır bekle, düşündüğün gibi değil…”

Ancak artık çok geçti---- sırtındaki Yakın Tehlike Mührü’nü etkinleştirmişti. Mühür, kuş tüyü kabilesinin anında toplanmasını sağlıyordu ve göz açıp kapayıncaya kadar, Şeftali Çiçeği Pınarı’ndaki her yerden kabile halkı ateşli kanatlarıyla Lingxiao Pavilyonu’na indi.
Onları karşılayan manzara yüzünden hepsi afalladı.

“A-Jie!!!!”

“Jie----!!”

Baştaki şokun sessizliğinden sonra her yer çığlıklar ve feryatlar ile doldu. Kargaşa bütün kültivatörleri de buraya çekti. Çok geçmeden Lingxiao Pavilyonu’nu şok ve kuşku, öfke ve keder kapladı.

“Mo Ran! İşler bu noktaya kadar gelmişken daha söylenecek ne var!”

“Katil! Deli!”

Toplanan Kuş tüyü kabilesi öfkeyle dolup taşıyordu, haykırıyor ve ağlıyorlardı: “Canıyla ödemek zorunda! Öldürün onu! ÖLDÜRÜN ONU!”

Mo Ran’ın bin tane ağzı olsaydı bile kendini savunması çok zor olurdu, ki onun sadece bir tane vardı: “Gerçekten katil olsaydım ve onları böyle kolay bir şekilde öldürebiliyor olsaydım neden burada kalayım? Yakalanmayı mı bekleyeyim?”

Alev kırmızısı saçlı bir kuş tüyü kabilesi üyesi gözyaşı lekeleriyle kaplanmış yüzüyle konuştu: “Kapa çeneni! İşler çoktan bu raddede ve sen, ve sen, hala konuşmaya cüret ediyorsun…”

Başka biri daha bağırdı: “Eğer katil sen değilsen neden senin dışındaki herkes öldürüldü?”

“Çok doğru!”

“Düzenbaz hain!”

“Katil sen olmasan bile kesin seninle bağlantılı! Yoksa seni neden öldürmesin! Ha?!”

“Kana kan!”
Mo Ran o kadar öfkeliydi ki gülmek istiyordu.
Önceki hayatında gereksiz yere o kadar insan katletmişti ve ona “kana kan” ve benzeri şeyler söyleyebilecek zar zor birkaç kişi olmuştu, ama şimdi gerçek katil o olmamasına rağmen sonuna kadar suçlanıyordu; bu dünya gerçekten de çok… bir anlığına gözlerini kapadı ve tam bir şey diyecekti ki gökyüzü kırmızı bir ışıkla aydınlandı.

Kuş tüyü kabilesinin Kıdemli Ölümsüzü buluttan hafifçe alçaldı ve soğukça etrafını gözden geçirdi, ifadesi son derece karanlıktı.
“Mo Weiyu.”

“Kıdemli Ölümsüz.”

Kıdemli Ölümsüz bir süre ona baktı, sonra cesetlerden birine doğru yürüdü ve cesedin boynuna sarılı kanlı söğüt asmasını kaldırdı.

“Silahın nerede? Silahını çıkar ve bana göster.”

“...”

“Bana karşı mı geliyorsun?”

Mo Ran bir iç çekti. Silahı Jiangui’di; antrenman sırasında kim bilir kaç kişi görmüştü zaten, ve bir hayli de On Sekiz öldüğünde görmüştü. Şimdi jiangui’i çıkarırsa ölen bekçilerin boyunlarındaki söğüt asmalarıyla karşılaştıracaklardı ve kesin onu suçlu bulmak için kullanacaklardı. Ama karşı çıkarsa da vicdan azabı çekiyormuş gibi bir görüntü verecekti.


Avucunda kırmızı bir kıvılcım “vuuş” sesiyle belirirken Jiangui oluştu, çatırdayan titrek bir ışık uzunluğunca dolaşıyordu, “İstediğiniz gibi bakın, Kıdemli Ölümsüz.”


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


73   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   75 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.