Yukarı Çık




9   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   11 

           
Ç.N: Biz başta küçük taş heykeli 30-40 cm bir şey hayal etmiştik ama meğerse 10 cm falan küçük bir şeymiş arkadaşlar, el kadar. Bundan sonra öyle hayal edin :D
--------------
Birkaç bakır inci yerde yuvarlandı ve derbeder bir adam onları almak için eğildi. Teker teker, para kesesine koymadan önce onları temizledi. Kese kapanırken şıngırdadı. Karşısında duran yaşlı adam, abaküsünün üzerindeki boncukları oynattı ve bir dizi takırtı çıkardı.
"İşiniz bittiyse lütfen gidin." Yaşlı adam başını bile kaldırmadan onu yolladı. "Arkanızdakilere yol verin."
Bir kelime bile etmeden, adam döndü ve kalabalığı yararak sokağa çıktı. Buraya gelene kadar yol boyunca, Ah Yi, o kadar çok oradan buraya fırlatılmıştı ki gözlerinin önü kararmıştı. Şu anda tek yapabileceği yerde uzanmaktı, zaten çuvalın içinde taşınırken nefessiz kalmıştı, suçlunun kalabalığa karışmasını izledi.
Adam, yüzünü gizlemek için kafasını bir hasır şapkayla kapattı, şapkanın gölgesinin altında soluk yüzünün sadece hafif bir konturu görülebiliyordu. Canlı sokaktaki hareketli kalabalığın arasında insanları itip kakarak, ilgisizce ve göze çarpmayan bir şekilde, dümdüz ilerledi. Bir ara yola daldı ve küçük dar kapıyı tıklattı.
Kapı yavaşça açıldı ve yarıda durdu, yaşlı bir kadının yüzü göründü. Yüzündeki allık çoktan kısmen kaybolmuştu. Huadi kapıya yaslandı, dış kıyafet giymeye bile uğraşmamıştı. Adamı görünce, "Başka bir boş yolculuk ve cebin şimdi boş, değil mi? Pislik, bu yere bir han gibi davranarak şansını zorlamıyor musun?"
Huadi, ona küfür etmesine rağmen, yine de onun için kenara çekildi. Adam yanından geçerken ve içeri girerken yüzüne bir koku dalgası vurdu. Şapkasını çıkardı ve kadının koltuğuna oturdu. Şarap ve lapa küçük ocakta kaynıyordu; sonunda donmuş ellerini ve bacaklarını ısıtabilirdi.
Huadi, sırtını ona vererek yorganın içine girdi ve bir an gözlerini kapadı. O da arkasında hiçbir hareket hissetmedi ve adamı azarladı. "Issızlığa yaptığın geziden sonra nasıl yemek yenileceğini unuttun mu?!"
Adam şarabı hazırladı ve yudumladı. Gözleri yarı kapanmış şekilde düzgünce oturdu. Ev sessizdi. Eve girer girmez, bir tarafa kaldırılmamış ufak tefek eşyaları görmüştü, dün gece Huadi'nin müşterilerinin gelmiş olduğunu anladı. Adem elması çıkıp indi ve iç çekti. Arkasına yaslandı ve küçük kanepeye kıvrıldı, sonra gözlerini kapadı.
"Kuzeyden haber var mı?" Adam sessizce sordu.
Huadi gözlerini açtı ve şatafatlı perdeye baktı. Yukarıda asılı duran ayna o kadar küçüktü ki, gözlerinden sadece birini ve gözün köşesindeki ince çizgileri gösterebiliyordu. Parmağını kaldırdı ve saçlarını düzeltti. Cevabı keskindi. "Vazgeçtiğini sanıyordum. Yarım aydır sormadın. Demek hala endişelisin, ha?"
Adamın dönmesi için yer yoktu ve dar kanepenin üzerinde rahatsız bir pozisyondaydı. Ama sanki buna alışmış gibi görünüyordu.
"Sadece bir kızım var," dedi.
Huadi'nin boğazında bir yumru vardı ve aceleyle gözlerinin köşelerine bastırdı. Kadın öksürdü, "Karın öldü ve o kadar fakirsiniz ki, ay sonunu bile getiremezsiniz, kim sizi kollamak ister ki? Bir eş bile bulamamışken daha kaç kızın olmasını bekliyorsun?"
Adam, "Bana sadece bir tane yeter," diye yanıtladı.
Huadi, "Henüz kuzeyden kimse gelmedi. Karda hareket etmek zor. Birkaç gün daha sürecek. Dahası, Zhongdu toprakları çok büyük. Kaçırılan çocukları bulmak o kadar kolay olmayacak. Hala anlamıyor musun?"
Adam konuşmayı bıraktı ve uyudu. Peşinde bir iblis olduğunu fark ettiğinden beri buraya kadar koşarak gelmesi hiç de kolay olmamıştı. Neyse ki, hızını arttırabilecek bir hazinesi vardı ve bu şekilde kaçmayı başarmıştı. Şimdi şehre ulaştığına göre, kokusu şehirdekilerle karıştığından onu takip eden iblis hakkında endişelenmesine gerek yoktu.
Cang Ji'nin burnu kıpırdadı ve sordu, "Artık onu takip edemiyorum. Burası insan dolu. Kalabalığın içinde onu diğerlerinden ayırmak zor. Jing Lin, çanın nerede?"
Jing Lin kalabalığa göz gezdirdi ve "Gitti," dedi.
Alttaki kötülüğü bastırmak için ölümlülerin devlet bürosuna bağlı olsa da, burası en tepedeki Sınır Bölümü'nün* gözetimindeydi. Ayrıca sayısız insan ve iblis türü vardı, bu bakır çanı algılayabilme olasılığının azalması demekti.
*Önceki bölümlerde Sınır Bölgesi diye çevirmiştik, bundan böyle Sınır Bölümü diyeceğiz çünkü bir organizasyonmuş bu.
"Bu kasaba küçük değil. Bakır bir çan bulmak, samanlıkta iğne bulmaya benzer," dedi Cang Ji, "Tahminimce dışarıda dolaşmaya cesaret edemez, bu yüzden şimdilik endişelenmemize gerek yok. Hey, bütün gece hareket halindeydim. Açlıktan ölüyorum."
Jing Lin küçük taş heykelciği aldı ve sokakta yürüdüler. Gözlerini hafifçe kapattığında, etrafındaki kötücül aurayı hissedebiliyordu. İnsan derisi giyen iblisler her yerdeydi. Sadece bu kadar değil, tetik gözlerle tapınaklar arasında devriye gezen bu yerin sorumlu tanrısını bile tespit edebildi.
Bu daha da zordu.
"Yiyebilir miyim?" Cang Ji aniden yana eğildi ve Jing Lin'in kulağına konuştu. "Bana yemek ver, yoksa kendi yemeğimi kendim avlarım. Burada çok fazla insan var, bir veya iki tanesi kaybolursa kimse fark etmez. "
"Deneyebilirsin," dedi Jing Lin, "Buranın sorumlusu, Lord Sha Ge, Li Rong'un emrinde olan Hui'an. Bir iblisin orijinal formunu görebilen, illüzyonlarla bile yanıltılamayan, ona Cennet tarafından bahşedilmiş kartal gözleri var. Ayrıca, geniş manevi bir bilince sahip. Eğer uyumuyorsa veya dinlenmiyorsa hareketlerini bir şahin gibi izleyecektir."
"Bu mahremiyetin ihlali değil mi? Ne erdemi?" dedi Cang Ji ve göğsüne dokundu. "Kıyafetlerin içini görebiliyor mu?"
Jing Lin ona bir bakış attı, küçük taş heykelcik de Jing Lin'i taklit etti.
Cang Ji çenesini hafifçe kaldırdı. "Siz de görmek istiyorsanız söylemekten çekinmeyin. Ama onun gibi biri, gözleri yorulmaz mı? Burada iblislerden daha fazla insan var."
Jing Lin, "Gözleri açıkken iblisleri, gözleri kapalıyken ölümlüleri görür," diye yanıtladı.
"Peki seni görmesi için, gözleri açık mı olmalı yoksa kapalı mı? "
Jing Lin cevap verdi, " Kör."
"Sadece küçük bir sohbet." Cang Ji, sanki onu destekliyormuş gibi Jing Lin'in omzunu tuttu ve onu korumaya çalışıyormuş gibi vücudunun altına aldı. "Neden gerginsin?"
"Hemen samimileşip bana dokunmaya başladığında," Jing Lin, Cang Ji'nin ellerini üzerinden çekmek için elini kaldırdı, "Sadece sohbet olmaktan çıktı."
"Namusunu mu korumaya çalışıyorsun yoksa sadece inatçı mısın? Sen ve ben birbirimizi uzun zamandır tanıyoruz; bu kadar samimi olmamız normal." Cang Ji kolunu Jing Lin'in omzuna attı. "Yaklaş. Artık kalbime en yakın et sensin; seni kaybetmeyi göze alamam."
"O zaman sana zahmet olacak," dedi Jing Lin, "Yolu göster."
Cang Ji, kalabalıkta ilerledi ve yer yer kötücül bakışlara maruz kaldı. Cang Ji onları zihninde ölçüp biçti: Bu çok ince, bu da çok şişman, hepsi çok çirkin. Hiçbiri ağzıma layık değil.
Jing Lin, Cang Ji'nin gözlerini takip etti, çekingen ve gülümseyen bir leopar kedisi gördü. Cang Ji ona baktıkça, kızın kulaklarının uçları kızardı ve bir çift göz cilveyle Cang Ji'ye geri baktı.
"Boyutu mükemmel," dedi Cang Ji, "Ama başını kesmek ve çiğ yemek hiç uygun değil. Burada kafa gömecek hiçbir yer yok."
"Tek istediğin onu yemek mi?" diye sordu Jing Lin.
Cang Ji ona, "başka ne bekliyordun?" diyen bir ifade attı, "Çiğ yemek göz zevkini bozabilir, o yüzden önünde yemem. Ama sen ve ben birbirimizden ayrılamayız. Ben yemeğimi yerken gözlerini kapatabilirsin. Yoksa hala iblislere karşı merhametin mi var?"
Jing Lin "Hayır," diye cevap verdi ve başka soru sormadı.
Cang Ji başlangıçta caddede yürürken büyülenmişti, ama sonrasında sıkıldı. Gelip gidenler insandı, konuşmaları ve aktiviteleri onun tercihlerine hitap etmiyordu. Onları zar zor kavrayabiliyordu. Hala dağdaymış gibi, insanlara uzaktan bakıyormuş gibi hissetti. İnsanların neden güldüğünü ya da neden kızardığını anlamıyordu. Derisinin altındaki kalp soğuk ve sertti, ne insanlığı güzel buldu ne de onlara özendi.
Jing Lin bir handan içeri girdi. Değişen görünümü artık büyüleyici değil, sıradan bir insan gibi ortalamaydı. Sıra dışı görünmüyordu. Cang Ji, görünüşünü gizlediğini biliyordu. Jing Lin'in gümüş bir inciyi birine vermesini izledi, daha sonra onu merdivenlerden çıkarken takip etti.
"İnsanlar burada mı yaşıyor?" Cang Ji yatağın üzerine çıktı, bir kez yuvarlandı, sonra Jing Lin'e bakmak için başını uzattı. "Evden farklı değil."
Jing Lin, "Eğer fark yoksa odana git."
"Gitmemi istiyorsan sorun değil. Sadece beni alıp geçmişteki gibi at." Cang Ji elini kaldırdı, Jing Lin'in kıyafetinin bir köşesini tuttu ve çekiştirdi. "İnsan dünyası hakkında çok şey biliyorsun. Daha önce burada bulundun mu?"
Jing Lin yanıt vermedi. Küçük taş heykelcik Cang Ji'nin karnına sıçradı. Cang Ji, fazla düşünmeden parmağını kaldırıp ona fiske attı. Jing Lin'i çekiştirmeye devam etti.
"Bana cevap ver."
Jing Lin dış kıyafetini çıkardı ve oradan ayrılmak için arkasına döndü. Beklenmedik bir şekilde, Cang Ji hızla kalktı ve Jing Lin'i iki elinden de tutup onu kollarıyla sardı.
"Buraya kadar geldikten sonra bile, hala anlamıyorsun." Cang Ji, Jing Lin'in kafasına doğru tehlikeli bir şekilde yaslandı. "Sen ve ben, buradaki efendi kim şu an?"
Jing Lin'in kıyafetinin kolu hafifçe düştü ve Cang Ji'nin kavramasından kızarmış bileğini ortaya çıkardı. İfadesini değiştirmeden yavaşça konuştu, "Her bir meseleye üstünlük getirmen senin için hiç iyi olmaz."
"Benim için iyi olan şey burada," dedi Cang Ji, "Ellerimde. Benim dışımda hiç kimse benim adıma karar veremez."
"Ne kadar da sevindirici." Jing Lin istifini bozmadı.
Jing Lin'in tavrı Cang Ji'yi sinirlendirdi. Jing Lin'i yatağın üzerine sürükledi ve hareket etmesini önlemek için Jing Lin'in sırtından ittirerek yüzüstü yatağa bastırdı. Cang Ji başını indirirken kötü niyetli bir ifadesi vardı. Yine de gülüyordu. "Bana hiç boyun eğmeye niyetin yok. Korkmuyorsun bile. Hatırlıyorum. Beni attığında da aynı böyleydin; üzülmedin veya bana acımadın. Bir kalbin olup olmadığını gerçekten merak ediyorum. İnsan sayılıyor musun ki?"
Jing Lin'in yüzünün yarısı yatağın içine batmıştı, ensesinde beyaz bir bölge açığa çıktı. Dudaklarını sıkıca kapattı ve Cang Ji'yi duyduğunda soğuk bir kahkaha attı. "Hatırlamıyor musun? Ben ölü bir adamım."
"Ölüler genelde konuşmaz." Cang Ji, Jing Lin'in ensesinin kolayca erişilebilir olduğunu görünce kendini heyecanlanmaktan alıkoyamadı. "Sana bir şans daha vereceğim. Hadi güzelce konuşalım. Daha önce burada bulundun mu? Ölümsüz olmadan önce ölümlü müydün?"
"Ben yemek yemeden önce, yemeğime asla nasıl hissettiğini ve evinin nerede olduğunu sormam." Jing Lin ona işkillenerek baktı. "Bazı konulara gelince, sen son derece..."
Jing Lin sözlerini bitirmeden gözlerini kapadı ve derin bir nefes çekti.
Cang Ji, Jing Lin'in ensesindeki eti ısırmıştı. Sıcaktı. Bu el değmemiş ve keşfedilmemiş yer çok lezizdi, o kadar lezizdi ki Cang Ji kendini durduramadı. Beklendiği gibi, yine zapt edilemeyen o ruhani besini tattı. Ruhani enerji kendi bedenine aktı, öyle şiddetli aktı ki kendisini zorlukla tutabildi.
Ye onu. Jing Lin'i yediği takdirde, Jing Lin'in kayıtsızlığı ve ihtiyatı, bir daha asla görülmeyecek şekilde karnında olacaktı.
Cang Ji dişlerini hafifçe batırdı ve deriyi parçaladı. Açgözlülükle kan damlalarını yaladı, Jing Lin'in kafasını indirdiğini ve hareketsiz yatmakta olduğunu fark ettiğinde kanı yutmak üzereydi.
Cang Ji aceleyle ağzını serbest bıraktı ve kendini kaldırdı. Jing Lin'i sırtüstü çevirdiğinde, Jing Lin'in uyuyakaldığını ve vücudunun soğuduğunu fark etti.
Bu doğru değil.
Cang Ji bir şeyin yanlış olduğunu hissetti. Tüm bu süre boyunca Jing Lin'i yemek istediği doğruydu. Etinin ve kanının cazibesine kapılmış olsa bile o kadar çılgınca değildi. Jing Lin'in kanıyla lekelendiğinden beri, tüketilmiş gibi görünen kişinin aslında kendi olduğunu belirli belirsiz bir şekilde hissedebiliyordu. Jing Lin'in tam olarak ne olduğunu anlamak için meselenin dibine inmesi gerekiyordu. Aksi halde, başkasının parmaklarında oynattığı bir kukla olduğunu, başka birinin melodisine dans ettiğini hissedecekti.
Cang Ji dudaklarının köşelerini sildi ve pencereden dışarı baktı. Küçük taş heykelcik sendeledi ve yatağın üstüne düştü. Cang Ji onu birkaç kez dürttü, bir sorunu yok gibiydi.
"Isırdığım Jing Lin'di." Cang Ji, küçük taş heykelciğin yüzünü dürttü ve onu seyretti. "Sen neden bu kadar halsizleştin?"
Küçük taş heykelcik hareketsiz kaldı ve Cang Ji'nin parmağını kendinden uzaklaştırdı, daha sonra kendini yatağa gömdü. Cang Ji onu aldı ve göğsüne koydu, sonra Jing Lin'e bakmak için yanına yaslandı.
"Keşke senin gibi konuşmasa..." Hemen, dediklerinden pişman oldu. "Unut gitsin. Başından beri bir gizem gibiydi. Ne zamandır onunla birliktesin? Neden sana karşı bu kadar kibar? İkimiz de onu eğlendirmek için yetiştirildik ama hala kıdeme göre mi sıralanmalıyız?"
Küçük taş heykelcik yuvarlanıp Cang Ji'nin üzerine yayıldı ve ona baktı. Sonra uyuyacakmış gibi başını çevirdi. Cang Ji başını zorla kendine çevirdi, küçük taş heykelcik de onu yumruklamak için kendini Cang Ji'nin parmağına doladı.
Cang Ji, yavaş yavaş kararan gökyüzünden habersiz bir süre onunla oynadı. Artık geceydi ve Cang Ji yemek yedikten sonra mayışmıştı.
Rüzgar gece yarısı esmeye başlamıştı ve pencerenin dışındaki dalların çılgınca sallanmasına neden oldu. Cang Ji aniden uyandı ve yataktan yuvarlanarak kalktı. Yavaşça pencereyi itti ve kar fırtınası yüzüne esti. Cang Ji geceye baktı, alışılmadık derecede kötü bir koku vardı.
Aniden, beyaz pençeleri ve yanıp sönen fosforlu gözleri olan devasa gri bir turna kuşu gece boyunca uçtu ve geçtiği yerlerde kötü bir koku bıraktı. Cang Ji kaşlarını çattı. Hangi kuş olduğunu bilmiyordu. Sadece çatının üzerinden atladığını, uçan karda hızla ilerlediğini ve uzakta bir yerde birdenbire iniş yaptığını görebiliyordu. Hayalet Gardiyanlar, büyük kuşun uçtuğu yöne doğru ilerlerken, zincirlerin sesi ıssız sokakta yayıldı. Aşağıdan geçerken, biri bir şey hissetti ve yukarıya baktı.
Pencere aniden kapandı. Jing Lin, Cang Ji nefes almasın diye eliyle ağzını ve burnunu kapattı. Cang Ji biraz nefessiz kaldı, çoktan iblis görünümünü açığa çıkarmıştı.
Jing Lin'in gözleri kağıt pencerede sabit kaldı. Başını hafifçe eğerek, Cang Ji'nin kulağına fısıldadı, "Isırma. Kıpırdama. Tek kelime etme."
Cang Ji'nin gergin vücudu yavaş yavaş gevşedi ve boynundaki parlamaya başlayan pullar kayboldu. Jing Lin'in kollarında kıpırdamadan durdu.
Jing Lin sanki onu övüyormuş gibi konuştu, "Ne kadar da itaatkarsın."
--------
Çeviri: Xiukei


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


9   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   11 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.