Derin mavi denizin dalgaları sahile vuruyor, kumları yıkıyordu.
Martılar kanatlarını açarak aşağıda demirlemiş küçük teknenin üzerinden süzüldü ve aşağıdaki iki kişiyi gözleriyle takip ettiler.
Merlin ve Alice, sayısız zorlukla mücadele ederek, Orkney Boğazı’nı üç gün üç gece boyunca küçük bir kayıkla kürek çekerek aşmış ve nihayet buraya varmışlardı.
Tekne yavaşça kıyıya yaklaştı; önlerinde altın rengi bir sahil ve gür bir orman uzanıyordu.
Merlin tekneden atladı, etrafına göz gezdirdi ve bu yerin ona tamamen yabancı geldiğini fark etti.
Bir liman kenti ya da en azından bir köy beklerken, karşısına ıssız bir doğa manzarası çıkmıştı.
"Sakın ha!" diye düşündü, "Ölüm Bataklığı gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir yerden çıktık, sonra yine böyle bir yere mi düştük?"
Alice ise yorgunluktan bitap düşmüş haldeydi. Kürekleri elinden atarak sürünerek kıyıya çıktı ve kendini kumların üzerine bıraktı. Nefes nefese kalmış, sırılsıklam ter içinde kalmıştı.
Bunca zamandır Merlin’in şaka yaptığını sanmıştı ama meğer cidden bütün yol boyunca kürek çekme işi ona kalmıştı.
Merlin’de zerre kadar centilmenlik olmadığı gibi, bir de üstüne "Kürek çekmezsen seni balıklara yem ederim." diye tehdit ediyordu.
Denizin ortasında kaçacak hiçbir yeri olmadığı için Alice dişlerini sıkarak "köle" rolünü kabullenmek zorunda kalmıştı.
Hayatı boyunca maruz kaldığı en büyük aşağılanma buydu.
Ama insan gerçekten de köşeye sıkışınca sınırlarını aşabiliyormuş…
O güne kadar kendini hiç bu kadar zorlamamıştı ama saf iradesiyle, tek başına bir kürekle, Orkney Boğazı’nı aşarak bir insanlık mucizesi yaratmıştı.
"Gerçekten de insan, mecbur kalınca neler yapabileceğini bilmiyor..." diye düşündü.
Her şeye rağmen, bu yolculuk sırasında Merlin sayesinde—yılan boyunlu deniz ejderhası dışında—başka hiçbir tehlikeyle karşılaşmamışlardı.
Buna minnettar olabilirdi… ama…
Ama işte Merlin çok gıcık biriydi!
Geceleyin denizde sıkıldığı için, Alice’i şarkı söylemeye zorlamıştı!
Alice öfkeden köpürüyordu, ama çaresizdi.
Sonunda, Alpler’deki bir dağ köyünün halk şarkısını söylemişti.
Ama Merlin memnun kalmamıştı. "Bu bildiğin lama duası gibi! Çok ruhsuz!" diye mırıldanmıştı. Sonra ona başka bir şarkı öğretti ve onu söylemesini istemişti.
Alice, bunun bir çoban şarkısı mı, yoksa bir çocuk şarkısı mı olduğuna karar verememişti.
İçinde büyük bir direnç vardı ama yine de denize atılma korkusuyla usulca söylemeye başladı:
"Mutlu koyun, güzel koyun~?"
Ve işte böylece, kafaları yiyen o meşhur koyun şarkısı, başka bir dünyaya taşınmış oldu.
Merlin memnun bir şekilde başını salladı.
Alice ise utançtan kıpkırmızı kesilmiş, gözlerinde mağduriyet dolu yaşlar birikmişti.
O asil ruhu, Merlin tarafından ezilmiş, paramparça edilmişti.
Bu adam zalim ve insafsız biriydi!**
Alice ona tek bir gram bile sempati besleyemiyordu.
Hatta içinden Merlin’in atalarını ve soyundan gelecek herkesi lanetledi!
Ya nesli tükensin ya da bir bardak su içerken boğulsun!
Alice, içinden ant içti:
"Bir gün kutsal seviyeye ulaşıp, ustamdan mutlak buz kılıç sanatını öğrendiğimde…"
"Bu adamı bulacağım ve kafasını karpuz gibi ikiye ayıracağım!"
---
O sırada Merlin gözlerini kıyıya dikti ve sordu:
"Alice, burası neresi?"
"Sana Büyük Britanya’ya varana kadar kıyıya yanaşmak yok demedim mi?"
Alice hâlâ nefesini toparlamaya çalışarak, kızgın bir ifadeyle yanıt verdi:
"Ne bileyim ben?! Senin de gözlerin var, kendin bak, aptal herif!"
Merlin’in yüzü bir anda karardı.
Alice’in fazla rahatladığını düşündü.
Bir an için şeytani bir gülümseme takındı ve tehditkâr bir sesle konuştu:
"Kime, nasıl konuştuğuna dikkat et bakalım?"
"Senin gibi tahtası eksik cesur yürekler..."
"Göğsü küçük ama tripleri büyük oluyor."
"Bana kafa mı tutuyorsun, ha?"
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.