Efi beni sarsarak uyandırdı. Son zamanlarda uyanmakta gerçekten zorlanıyordum. Muhtemelen ne kadar yorgun düştüğüme bağlıydı bu.
“Şey… Saat kaç acaba?”
Benim de merak ettiğim buydu. Yatak kenarındaki çantadan küçük saati çıkardım. Öğleni çoktan geçmişti. Bu, sadece “fazla uyumak”tan öte bir şeydi.
Efi’yle birlikte odadan çıktık. Kapı açılır açılmaz, alt kattaki salondan berrak bir şarkı sesi yükseldi.
“Şarkıcı abla!”
“Her zaman orada mı şarkı söylüyor?”
“Evet! Gündüzleri tüm kasaba halkı geliyor, o da her gün onlara hem şarkı söylüyor hem sohbet ediyor.”
Uşak Phil’in, ilk geldiğimizde böyle bir şey söylediğini anımsadım. Ama bu saatlerde genelde malikânenin dışında olduğumdan, gerçekten her gün şarkı söylediğine pek ihtimal vermemiştim. İnsanlar varken gidip onunla konuşmak için şarkısını bölmekse... pek hoş karşılanmazdı.
Gerçi o insanlar her ne kadar neşeli ve umursamaz görünse de, sadece soru sormak bile sırtına bıçak yemene neden olabilirdi. Hem, Mischa’nın sesi bana gerçekten iyi geliyordu.
“Haydi, onun şarkısını dinleyelim.”
“Tamam!”
İkinci kattan ziyafet salonuna baktığımda, Mischa’nın sesi yavaş yavaş kulaklarıma ulaştı. Bu, gelişimizde duyduğumdan farklı bir şarkıydı.
“Şarkıcı ablanın sesi çok güzel, değil mi?”
“Boşuna ona ‘şarkı perisi’ demiyorlar.”
Ben ilgisiz bir yanıt verirken, şarkı en coşkulu yerine ulaşmıştı.
“...Hiç aynı şarkıyı söylediği oldu mu?”
“Hmm?” Efi kafası karışmış şekilde baktı. Demek ki olmamıştı.
“Hmm... Sanmam.”
“Anladım.”
Net bir cevap değildi ama Efi o kadar da saf biri sayılmazdı. Demek ki Mischa her gün başka bir şarkı söylüyordu. Bunu aklıma not ettim ve yeniden şarkıya odaklandım.
“Ah, Al ve Efi! Günaydın,” dedi Mischa, çay doldururken. “Eğer isterseniz, birlikte yemek yer miyiz?” Çaydanlık, elinde hafifçe titredi.
Kibarca reddettim. “Sadece biraz konuşmak istiyorum.”
“Buraya geldiğimiz gün Efi’ye biraz yiyecek götürmüştüm, şimdi aynısından yine istiyor... Ama ne olduğunu unuttum. O gün sen de bizimleydin Mischa, belki hatırlarsın diye düşündüm.”
Mischa’nın ifadesi biraz sertleşti. “Buraya… üç gün önce gelmiştiniz, değil mi?” dedi yavaşça.
“Evet, doğru.”
Cevabını bekledim. Dalgın görünüyordu, sonra başını hafifçe eğdi.
“Üzgünüm… Ben de hatırlamıyorum.”
“Öyle mi? Yok, esas ben rahatsız ettiğim için özür dilerim. Lütfen çayınızı keyifle içmeye devam edin.”
Mischa’ya hafifçe eğildim, sonra Efi’nin omzuna dokundum. “Ah!” diye bir ses çıkarıp hemen peşimden geldi, Mischa’ya el sallayarak veda etti.
. “Nereye gidiyoruz?”
“O uşağı görmeye.”
Efi, uşakla şarkıcı kadının uzun zamandır dost olduklarını söylemişti. Bu da, Mischa hakkında bir şeyler biliyor olması ihtimalini neredeyse kesin kılıyordu.
Aklımda iki olasılık vardı. İlki, Mischa’nın bir şekilde hafızasını yitirmiş olmasıydı.
Efi, son birkaç gün boyunca Mischa’yla epey vakit geçirmişti. Ona dair büyük bir olaydan hiç söz etmemişti, dolayısıyla o “bir şekilde” kısmı şimdilik belirsizdi. Ama belki, sadece belki, bu durum kasaba halkının tuhaf davranışlarıyla bağlantılıydı.
İkinci ihtimalse, ilk tanıştığım Mischa ile şimdiki Mischa’nın aslında iki farklı kişi olmasıydı.
Eğer öyleyse, şu kasvetli adamın anlattığı “ölü dedesini görmek” gibi hayalet hikâyeleriyle bir bağ kurmak mümkündü.
Ama dürüst olmak gerekirse, iki farklı Mischa olduğunu düşünmek bana pek olası gelmiyordu. Gerçek Mischa’nın hangisi olduğunu bilmiyordum belki ama, o gerçek Mischa’nın yalan söylemesine gerek yoktu. Diyelim ki yine de yalan söyledi — o durumda Efi’nin bunu fark etmemesi imkânsızdı.
“İşte uşak amca!”
Efi’nin sesi beni düşüncelerimden çekip çıkardı. Parmağıyla gösterdiği yöne baktım. Phil, terasın ilerisindeki büyük bahçede temizlik yapıyordu.
Bizi fark edince durdu ve başını çevirip baktı. “Ah, günaydın. Bir sorun mu var? Yoksa yine mi kayboldunuz?”
“Hayır! Bugün kaybolmadım!” diye karşılık verdi Efi, enerji dolu bir sesle.
Gerçekten de malikânede o kadar kaybolup buralara kadar mı gelmişti? Ziyafet salonundan burası epey uzak görünüyordu… Ama bu—
Bunu sormanın zamanı değildi. İkisi arasındaki o huzurlu havayı bozdum ve Phil’e doğrudan sordum:
“Affedersiniz, biraz konuşabilir miyiz?”
Onu koruyacağım. Yüzü gülebilsin, mutlu bir hayat sürebilsin diye.
Küçüklüğümden beri, ne varsa ona adadım. Bunun için belirli bir sebebim yoktu. Sadece... öyle istediğim için yapıyordum.
Bahçeyle ilgilenirken, bir düşünce ansızın zihnime düştü.
Her şeyin böyle sürmesine gerçekten izin mi vermeliyim?
Bu soruya cevap veremeden, arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Döndüğümde, birkaç gün önce buraya gelen gezgin kardeşler —Al ve Efi— karşımdaydı.
“Ne oldu?”
Görünüşe göre bu ikili kasabaya geldiklerinden beri bir şeyin peşindeydi. Kalbim, farkında olmadan daha hızlı atmaya başladı.
“Bayan Mischa hakkında... Affedersiniz ama, onun özellikle unutkan olduğu zamanlar oldu mu hiç?”
Tam da duymak istemediğim şeyin sorulmasıyla, bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bu soruya nasıl yanıt verilir?
“Bugün onunla, malikâneye ilk geldiğimiz gün yaşanan bir şeyi konuştum. O da bizimle birlikteydi ama... hiçbir şey hatırlamıyordu. Bu tek başına, basit bir dalgınlık gibi düşünülebilir elbette... Ama geride bıraktığımız günlerdeki bazı konuşmalar beni ciddi şekilde düşündürdü.”
“...Ne gibi konuşmalar?”
...
“Daha açık söylemem gerekirse... Bildiği şeylere ilk kez duyuyormuş gibi tepki veriyor bazen. Ama bizi kandırmaya ya da alaya almaya çalıştığına dair hiçbir iz yok. O yüzden, hafızasına etki eden bir şey olmuş olabileceğini düşündüm.”
İçimi tarifsiz bir huzursuzluk ve sabırsızlık kapladı. “Mischa’ya... bunu söylediniz mi?”
Bu... son derece kötü olurdu. Mischa’ya, kendi anılarının silinmiş olduğunu söylemek... onu paramparça ederdi.
Üstelik yalnızca bu da değil. Onun bilmemesi gereken başka şeyler de vardı...
“Hayır, elbette doğrudan ‘Hiçbir şey hatırlamıyor musun?’ diye sormadım. Ama verdiği yanıtlarla bu sonuca varabildim.”
Benim sessizliğime aldırmadan Al konuşmaya devam etti. Sakinliğimi korumalıydım. Böylece hiçbir şey açığa çıkmazdı.
“Şimdi bakalım... Belki de başına şiddetli bir darbe aldı? Ya da, bazı hastalıklar veya genetik nedenler genç yaşta bile ağır unutkanlığa yol açabiliyor. Belki de birileri bilerek anılarını siliyor. Sizin bir bilginiz var mı, Phil?”
Daha fazla sorun çıkmasın diye tam olarak neyi araştırdıklarını sormadım. Ama bu konunun Mischa’yla ne ilgisi olduğunu merak ettim.
“Anlıyorum. ...Sanırım karşılaştığınız kişi Charlotte’tu.”
“Charlotte mı...?” Al’ın gözleri, bu kesinlikle beklenmedik cevap karşısında irileşti.
Ki bu gerçekten doğruydu — ya da belki de... değildi. Bu kadar beklenmedik olması, benim için bile şaşırtıcıydı.
Ama önce... Efi’den bahsedeyim. Öncelikle, Efi bir ejderha. Ejderhaları duymuş muydunuz?”
“Doğal olarak. Doğuştan tuhaf güçlere sahip bir tür, değil mi?”
“Doğru. Efi’nin özel gücü, yalanları yiyebilmek. Biri yalan söylediğinde, o yalanı somutlaştırıp yiyebiliyor. Ayağınızdaki yaratık da işte buydu.”
Gözlerimi yeniden bacağıma çevirdim. Yaratık yok olmuştu; onun yerine Efi’nin ellerindeydi.
Yaratığı ağzına tıkarken, ağzı dolu bir halde sanki nefis bir yemek yemiş gibi mutlu görünüyordu. Gerçekten de onu yiyor gibiydi.
“Evet, sanırım artık durumu anladınız. O zaman... Sıradaki soru: Neden yalan söylediniz?”
Üzerime saplanan keskin bir bakış hissettim. Her şeyi görmüştü.
“Özür dilerim…”
Bu söz, ağzımdan kendiliğinden döküldü. Bu insanların önünde yalan söylemem imkânsızdı. Bunu çok net görebiliyordum.
“Mischa... hasta. Doğuştan gelen bir hastalığı var. Her üç günde bir, tüm anıları siliniyor.”
Yavaş yavaş, Mischa’yla ilgili gerçeği anlatmaya başladım. Al, yüzünde ciddi bir ifadeyle dinliyordu.
“Adı, ailesi, şarkı söylemeyi sevdiği gibi onun için gerçekten önemli olan şeyleri hatırlıyor. Ama diğer her şey... hatta beni bile, üç gün içinde unutuyor.”
Sesim titredi. Bu gerçeği uzun zamandır biliyordum ama... kalbim yine de sızlıyordu.
“Ama... ona bunu söylerseniz—ona, üç gün içinde bu hastalığı bile unutacağını söylerseniz... onu mahveder. Yıllar önce, bir kez söyledim… Ve bir daha asla, onu öyle görmek istemem.”
“O zaman… Lütfen, ona hiçbir şey söylemeyin olur mu?” Başımdan aşağıya bakarak rica ettim.
Ne yapıyordum ben? Önce onlara yalan söylemiş, sonra da üstüne böyle bir istekte bulunmuştum. Ama başka çarem kalmamıştı.
“Tamamdır.”
Beklediğimden çok daha yumuşak bir sesle gelen bu yanıt beni şaşkına çevirdi.
“Aslında Efi’nin bir ejderha olduğu gerçeği de, başkalarının duymaması gereken bir şey. Nadir şeyler... daha kolay avlanır, bilirsiniz. Ve ben de bunu gizleyemez hale zorla getirildim. Yani... ikimiz de bir sır saklamış olalım.”
Al, hafif bir gülümsemeyle bana aynı şekilde karşılık verdi.
Az önceki o keskin ve acımasız halinden eser yoktu. Acaba... kendisi de daha büyük bir şey mi gizliyordu?
“...Anladım.”
Yerdeki utanç verici halimden doğruldum. Al, elini uzatıp bana yardımcı oldu.
“Uşak amca, artık yalan söylemeyecek misin?”
Birdenbire Efi, tam da can alıcı yerden vurdu. O an yorgunluğa benzeyen bir pişmanlık çöktü içime. Karnını hafifçe okşayarak, yemeğini bitirmiş gibiydi.
...Gerçekten de yalanları yiyordu. Ejderhalar ne tuhaf yaratıklardı.
“Hayır, artık öğrendim. Sizin önünüzde yalan söyleyemem.”
Efina, biraz hayal kırıklığına uğramış gibi bir yüz ifadesi takındı. Yoksa... bir porsiyon daha mı umuyordu?
“...Pekâlâ. O zaman, bizim araştırmamıza devam etmemiz gerek.”
Al, bana doğru eğilip nazikçe gülümsedi. Ben de bir kez daha başımı eğerek özür diledim ve onları uğurladım.
“İyi misin? Zor geçmiş gibi duruyordu.”
Al ve Efi tamamen gözden kaybolduktan sonra, kimsenin olmaması gereken arkamdan bir ses geldi.
Arkamı döndüğümde, karşımda mavi kuş duruyordu.
“Mavi kuş...”
Her ne kadar ona “mavi kuş” denilse de, aslında sadece sırtından çıkan büyük kuş kanatlarına sahip bir insana benziyordu. O yüzden bu isme hâlâ alışamamıştım.
“Neden hiçbir şey söylemedin?”
“İnsanlara varlığımdan bahsedemeyeceğini söyleyen sen değil miydin?”
“Öyle mi demiştim?”
Aptala yattı, ardından da sakince gülümsedi. Sırtındaki koyu mavi kanatlar rüzgârla birlikte hafifçe titreşti.
Onunla ilk karşılaşmam, malikânenin kilerini düzenlerken olmuştu.
Gerçi tam olarak şimdiki hâliyle değildi o zamanlar. Onu bulduğumda sadece devasa bir yumurtaydı.
Ne yumurtası bu böyle? diye düşünmüştüm. Ama öylece bırakılırsa kırılabilirmiş gibi duruyordu. O yüzden dikkatlice kaldırdım—tam o anda kabukta bir çatlak belirdi.
Aman tanrım, yoksa çok mu sert tuttum? Endişeyle bakarken çatlaklar yayılmaya başladı. Derken yumurtanın içinden, insan çocuğunu andıran bir varlık yüzünü gösterdi.
“Ona ‘insan gibi’ diyorum çünkü sırtından çıkan dev kanatlar onu farklı kılıyordu. Mavi gökyüzünü içinde taşıyormuş gibi duran o güzel kanatlar... Birkaç saniyeliğine büyülenip kaldım.
“...Sen de kimsin?” demiştim o an, kim olduğunu anlayabilmek için.
Neyin nesiydi bu çocuk?
“Ha? Ben mi? Hım. Kim olabilirim ki?”
Sorumu yine bir soruyla karşılamıştı. Ne diyeceğimi bilemeden, buruk bir tebessüm ettim.
“Ah, ama şunu biliyorum. Ben senin dileklerini gerçekleştirmeye geldim.” “Ha?”
Benim... dileklerimi mi gerçekleştirecek? “O zaman... Yoksa sen şu meşhur ‘mavi kuş’ musun?”
Bu kasabada eskiden beri anlatılan bir efsane vardı. Her dileği gerçekleştiren ve insanları mutlu eden mitik bir varlıktan bahsederdi.
Sırtındaki mavi kanatları görünce, onun o olduğuna inanmaya başlamıştım.
“Bana öyle seslenmek istersen.”
Ne kadar da muğlak bir cevaptı. Ama bu umrumda değildi. Asıl önemli olan, dileğimi gerçekleştirebilecek olmasıydı.
“Şey, biraz ani olacak ama... şimdi bir dilekte bulunabilir miyim?”
“Tabii. Neymiş bakalım?”
Benim her zaman tek bir dileğim olmuştu.
“Mischa adında bir arkadaşım var. Onun hastalığını iyileştirmeni istiyorum.” “Hım...”
Dileğimi gerçekten yerine getirecek miydi? Karşılığında uygun bir bedel istemezdi, değil mi?
Dileğimi böylesine bir kararlılıkla dile getirmiş olsam da aniden içime bir kurt düşmüştü.
Ne var ki mavi kuş başını iki yana salladı. “Sanırım gücüm o dileği gerçekleştirmeye yetmez,” diye cevap verdi umursamaz bir tavırla.
Ne...? Demek her dileği yerine getiremiyordu. Hayal kırıklığına uğradığım her halimden belli olmasına rağmen, beni hiç umursamadan yeni bir soru sordu.
“Başka bir dileğin var mı?”
Ama az önce dilediğim dilek, en içten dileğimdi. Başka hiçbir şey aklıma gelmezdi. Benim tek dileğim Mischa’ydı... O an düşünürken, bir fikrim vardı.
“Ah... Öyleyse, Mischa’nın mutluluğu. Onun hiç üzülmemesini, hep neşeyle gülmesini istiyorum.”
Bu sözleri söyledikten sonra, dileğimin oldukça muğlak olduğunu fark ettim. Belki de bu da yeterli olmayacaktı.
“Ahh, belki ben bunu bile yapabilirim. Elbette.”
“Hı?”
Gerçekten mi? Böyle beklenmedik bir yanıt duyunca, acaba gerçekten uygun muydu diye endişelendim.
Kanatları tüm kilerin üzerini kaplayınca, oda bir ışık patlamasıyla aydınlandı.
“Dileğin şimdi gerçekleşti.”
Çekinerek gözlerimi açtım. Mavi kuş, öncekine yakın ifadeyle orada duruyordu.
“...Hepsi bu muydu?”
“Evet.”
Bu biraz hayal kırıklığıydı. Ama henüz dışarı çıkmamıştım, o yüzden durumun nasıl değiştiğini bilmiyordum.
“Dileğin gerçekleşti, büyük ihtimalle,” diyerek, mavi kuş gururla ve beni daha da huzursuz eden bir kelimeyle cümlesini bitirdi.
“Ben mavi kuşum. Peki, sana ne diyeyim?”
Düşündüm de, daha adımı söylememiştim ona.
“Phil.”
Başımı kaldırıp mavi kuşa baktım.
“...Gerçekten dileğimi yerine getirdin, değil mi?”
“Öyle olduğunu düşünüyorsan.”
Mavi kuş, sorularıma hep böyle muğlak yanıtlar verirdi.
“Ne düşünüyordun?”
“Sadece seni ilk tanıdığım zamanı biraz anımsıyordum.”
“Ah evet... Ben çıplaktım, sen de çok kızarmıştın.”
...Keşke o konuyu açmasaydık.
“Mutlu olamasan da sorun değil mi, Phil?”
“Ben iyiyim. Mischa mutluysa, bu benim için de mutluluk demek... Ah, evet, temizlik yarıda kaldı. Ona dönmeliyim…”
Yanımdaki süpürgeyi elime aldım. Evet. Kendim mutlu olamasam bile, bu yeterliydi. @@@@@@@@@@ “Şimdi ne yapacağız?”
Al hızlı adımlarla yürüyordu. Ben de arkada kalmamaya çalışıyordum.
“Mavi kuşu aramaya gidiyorum.”
Giriş holündeki büyük kapıya vardığında, Al sonunda durdu.
“Nöbet mi tutuyorsun?”
“Evet.”
Yine... Ama sorun değil. İyi bir çocuk olduğum için sözlerimi tutarım!
“Efi, bu malikanede kal. Mavi kuşu bulursan, ben döndüğümde bana haber ver.”
Niye birden böyle aceleyle aramaya başladın ki?”
“Galiba... mavi kuşun bir ejderha olduğundan şüpheleniyorum.”
Mavi kuş... bir ejderha mı? Ama o kuş?
“Ejderha mı? Hani benim gibi mi?”
“Aynen. | Böyle bir şeyin insan işi olduğunu sanmıyorum. Ne zaman biri ‘gördüm’ dedi, şehirde tuhaflıklar baş göstermeye başladı. Mavi kuş gerçekten varsa, bu garipliklerin arkasında onun olduğuna dair güçlü bir ihtimal var.”
Al başımı okşadı, sonra kapının koluna uzandı.
“Ve eğer mavi kuş bir ejderhaysa, gücü ne olabilir ki...? Hafıza silmek mi? Öyleyse kötü anılarını kaybedenler mutlu olurdu, ama güzel anılarını yitirenler karamsar olurdu... Hmm, olabilir. Ama ejderhaların güçleri farklı farklı, o yüzden tam kestiremiyorum...”
Kendi kendine böyle karmaşık şeyler mırıldanarak çıktı Al malikaneden.
“Şarkıcı abla burada değil...”
Salondaki yuvarlak masanın altına baktım, küçük ağaçların arkasına da... ama şarkıcı kadını bulamadım.
“Belki uyuyordur?”
Ama Al demişti, başkalarının odasına izin almadan girmek ayıptır diye.
“Ne yapsam ki şimdi...?”
Başımı yana eğip düşünmeye başladım. Al düşünürken hep böyle yapardı.
Ha evet, uşak amca büyük bahçedeydi en son. Belki onunla konuşabilirim?
“Hadi yapalım!”
Ve altı saniye sonra cevabımı buldum.
“Ha?”
Büyük bahçeye geri döndüm ama... uşak amca da gitmişti.
“Mmgh...” Uşağın da gitmiş olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şimdi ne yapacağım?
“Merhaba.”
Ne yapacağımı kara kara düşünürken, yanımda bir ses duydum. Daha önce hiç işitmediğim bir sesti bu.
Döndüm baktım, bahçeyi çevreleyen çitin üstünde oturan garip birini gördüm. Mavi kanatları vardı.
“Merhaba! Ben Efina! Ama Efi de olur!”
En önemli tanıtımımı bağırarak söyledim. Mavi kanatlı kişi hafifçe şaşırmış gibiydi.
“Enerjik çıktın ha. Ben de mavi kuşum.”
“Ha?”
Mavi kuş mu? Al mavi kuşu arıyordu, değil mi?
“Ama sen kuş değilsin ki?”
“Sen öyle diyorsan, Efi... belki de değilimdir.”
“Belki” mi? Hmm... Bu kişinin söyledikleri bana biraz karışık geldi. Ama Al’ın az önce söylediğini hatırladım.
“Mavi kuş abla, sen bir ejderha mısın?”
“Ben mavi kuşum.”
Mavi kuş... Kendini bana öyle tanıttı ve o yalan canavarları da ortaya çıkmadı. Demek ki doğru söylüyordu. Yani bu ne demekti... bilmiyorum.
Harika! Konuşabilirsek, belki mavi kuşla ilgili bir şeyler öğrenebilirim. Al mavi kuş hakkında bir sürü şey bilmek istiyordu, ona bunu anlatırsam kesin çok sevinir!
“Ejderha ne demek?”, diye sordu mavi kuş, çitten aşağı atlayarak.
“Uhh... Şey... Güçleri oluyor! Ve, ııı... Uçabiliyorlar!”
Ejderhalar hakkında söyleyebildiğim en temel şey buydu.
Tabii ben de uçabiliyordum ama Al, “tek başına uçup gitme,” demişti. O yüzden genelde uçmazdım.
“Hmm, güzelmiş.”
“Ben uçamıyorum çünkü yalnız uçmam yasak ama senin kanatların var ha?”
“Var. Hiç kullanmadım ama... belki uçabilirim.”
Mavi kuş abla hafifçe havaya zıpladı ve kanatlarını çırptı. “Flap flap!” diye bir sesle havada süzüldü.
“Vaaay beee!”
“Ama sonuçta bir kuşum, o yüzden uçmam normal, değil mi?”
Pek şaşırmışa benzemiyordu. Yumuşakça yere indi.
“Sanırım... öyle...”
“Kanatlara sahip olmak... havalı güçler... Evet, belki benziyoruz.”
“Ama sen ejderha değilsin, değil mi?”
“Evet. Çünkü ben mavi kuşum. Phil öyle diyor, o yüzden ben de öyle olduğumu düşünüyorum.”
Phil... yani uşak amca yüzünden mi? Al da bana “sen Efina’sın” demişti. O yüzden ben de kendime öyle diyorum. Belki herkes böyle yapıyordur?
Yani uşak amca... Phil, senin baban mı, mavi kuş abla?”
“Hmm, sanmam. Phil işte, Phil. Eğer bir şey demem gerekirse... belki arkadaşım diyebilirim.”
Ben doğduğumda, Al’ı içgüdüsel olarak babam sanmıştım. Al da bunun ejderhalara özgü bir “özellik” olduğunu söylemişti. Demek ki mavi kuş abla gerçekten sadece bir mavi kuştu.
“Ha evet! Beni başkalarına söyleme, tamam mı?”
“Neden?”
“Özel bir sebebi yok. Herkese öyle diyorum,” dedi ifadesiz bir yüzle. Ama ben söz verirsem tutarım!
“Tamam! Kimseye söylemem!”
“Güzel.”
Bu cevap... “söz verdik” mi demekti acaba?
“Şey, uykum geldi... biraz kestireceğim.”
Mavi kuş esnedi, ben de esnedim.
“Senin de mi uykun geldi, Efi? O zaman... iyi uykular.”
Mavi kuş yerden hafifçe yükseldi, çitin öbür tarafına geçti.
“Uhh... Hadi şimdi bildiklerimizi toparlayalım! Mavi kuş abla, mavi kuş ablaydı... ve uçabiliyor! Bu kadar!”
Tamamdır. Artık Al geri geldiğinde, her şeyi anlatmaya hazırım!
Afedersiniz, bir dakikanızı alabilir miyim?”
Yanımdan geçen bir kasaba sakinine seslendim. Daha doğrusu, saklanmakta olduğum heykelin arkasından seslendim.
“Ha? Ah, şey, ben...”
“Sadece bir dakikacık!” Öyle bir şekilde rica ettim ki, geri çevirmek neredeyse imkânsızdı.
Ne kasvetli ne de ciddi görünüyordu. Somurtkan, orta yaşlı kadın tereddütle isteğimi dinledi.
“Mavi kuşla ilgili söylentileri duydunuz mu?”
“Ah... evet. Sanırım yaklaşık bir yıl önce ortaya çıkmıştı...”
“Bir yıl önce mi?”
Eğer doğruysa, epey işe yarar bir bilgiydi bu. Doğruluğundan emin olmak istedim.
“Efendimden duydum... Yaklaşık bir yıl kadar önce, mavi kuşla karşılaşmış. Kadın kendini mavi kuş olarak tanıtmış, mavi kanatları da varmış...”
“... Mavi kuş konuşabiliyor muymuş?”
“Öyleymiş. Efendim, sırtında kanatları olduğunu ama dış görünüşünün insana benzediğini söyledi.”
İnsana çok benzeyen bir görünüş... Belki de mavi kuş gerçekten bir ejderhaydı. Ama... aslında, bazı insanların da kanatları olabiliyordu. Benim de tüylü bir tanıdığım vardı öyle.
“Şey, hepsi bu kadar mıydı?” Kadın şüpheli bir bakışla bana döndü.
“Ah, evet. Paylaştığınız için çok teşekkür ederim.”
Eğilerek teşekkür ettim ve konuşmayı hızla sonlandırdım. İnsanlara fazla soru sorarsam, kasvetli kasaba halkı arasında “etrafta dolaşıp herkesi sorguya çeken garip yolcu” söylentisi yayılabilirdi.
“...Keşke Efi de bir şeyler bulsa,” Kadın gözden kaybolduğunda, istemsizce böyle düşündüm.
Bu sabah malikaneden çıktığımdan beri, şehri didik didik ederek mavi kuşu arıyordum. Görüştüğüm kasabalılar bildiklerini anlatmıştı ama çoğu daha önce işittiğim şeylerdi.
Bunun ardından, daha çok böyle durgun ve karamsar insanlara yönelmeye karar verdim. Ama onlar da benden kaçındıkları için, konuşabildiğim kişi sayısı oldukça azdı. Ama...
Görüştüğüm o üç kişiden biri mavi kuşla bizzat karşılaşmıştı, diğer ikisi de karşılaşan birini tanıyordu. Bu sayede elimde epey sağlam bilgiler oluştu.
Ve bu üç kişiden aldığım bilgilerin ortak bir noktası vardı: Hepsi, mavi kuşun insan diliyle konuştuğunu ve sırtından kanatlar çıkan bir insan görünümünde olduğunu söylemişti.
Zaten dediğim gibi, bazı insanların da kanadı olabiliyordu. Ama onların insanları mutlu etme gibi özel güçleri olduğunu hiç duymamıştım.
“... Artık dönsem iyi olur.”
Düşünmek bile bir işe yaramıyor gibiydi. Günlerdir süren soruşturma yavaş yavaş üzerime çökmeye başlamıştı. Belki düşünmeyi erken bıraktım ama, bugünlük malikaneye dönmeye karar verdim.
Ön kapıyı açtığım anda, Efi üstüme atladı. Tam mideme çarpınca inleyip neredeyse yere kapaklandım.
“Ne var? Enerjikliğin üst seviyede bugün.”
“Şey, mavi kuşla tanıştım!”
“...Ne?”
Yok artık. Efi gerçekten kendi başına bir şeyler öğrenmiş miydi? Bu bayağı şanstı.
“Gerçekten mi? Aferin sana. Hadi o zaman, odaya geçelim, konuşuruz.”
“Tamam! Aa!”
Efi bir şey hatırlamış gibi bir ifadeyle elini uzattı.
“Bugünkü atıştırmalık nerede?”
“Ah.”
Tamamen unutmuştum.
“Artık biraz neşelen.”
“Ama sözünü tutmadın, Al!”
Odaya döndüğümüzden beri Efi böyleydi. Göz göze gelmemeye kararlıydı. Onu gerçekten üzmüştüm.
“Zaten her gün sana bir şey alacağım demedim ki.”
“Mmegh...” Gözü ucuyla bana baktı.
Yatak kenarındaki çantaya uzanıp önceki günden kalan şekeri çıkardım, sallayarak Efi’ye gösterdim. “Al, kalan şeker. Bugün de bir yalan yedin, bununla idare et.”
Efi gözlerini sallanan şekere dikti, sonra usulca elimden aldı.
“Kabul ediyorum!”
“Şimdi anlat bakalım mavi kuşu. Görüştünüz mü?”
“Mimfh, fhuh mhh mgh mhuh!”
“...Konuşmadan önce şekeri yana kaydır.”
Efi hemen şekeri yana çekti. Konuşmaya başladı ama sesi hâlâ biraz boğuktu.
“Mavi kuş abla ejderha değildi. Sordum, ‘Sen ejderha mısın?’ diye. Dedi ki, ‘Ben mavi kuşum!’”
“Yalan canavarı da çıkmadı?”
“Hayır. Demek ki mavi kuş abla gerçekten mavi kuş ablaydı! Hem uçuyordu da!”
Efi elleriyle kanat çırpma hareketi yaptı.
“Senin de kanatların var… O hareket ne peki?”
“Benimkiler onunki kadar büyük değil ki...”
Demek ki büyük kanatları vardı. Ejderhalarda kanat büyüklüğü güç göstergesidir derler.
“Son bir şey: Mavi kuş insana benziyor muydu? Sırtında sadece kocaman kanatlar mı vardı?”
“Evet, aynen öyle!”
Yine, kasaba halkından duyduklarımla örtüşüyordu. Ama malikânede ortaya çıkmasını beklememiştim.
“Peki mavi kuş nereye gitti? Bir dahaki gelişinde ne zaman çıkacak ortaya?”
“Hmm... Bilmiyorum...”
Efi, mavi kuşun uykusu geldiğini söyleyip gittiğini anlattı. Kasabalıların dediği gibi gerçekten haftada bir geliyorsa, bu iş çabucak sinir bozucu bir hâl alacaktı. Kaldı ki...
“Yani ejderha değilmiş...”
Yalan canavarı çıkmadığına göre, söylediği şey doğruydu. Gerçeğe bir adım daha yaklaşmıştım ama aynı zamanda ondan bir o kadar uzaklaşmış gibi de hissediyordum.
“...Ben uyuyacağım, kafam netleşir belki.”
“Uyumak bunu mu sağlar?”
“İnsanlar uyuyunca beyinleri kendi kendine bilgileri toparlar.”
Bunu bir yerden duymuştum sanki. Ne kadar doğruydu bilmiyorum ama çok da umursamıyordum. Deneyimle bildiğim tek şey, uykusuz kafayla uğraşmak yerine iyi bir uykudan sonra düşünmenin daha kolay olduğuydu.
“Ben de toparlarım her şeyi! İyi geceler!”
“Dur.”
Yatağa atlamaya yeltenen Efi’yi yakasından tutup kaldırdım.
“Ne?! Uyumaya çalışıyorum!”
“O benim yatağım.”
Efi bana dil çıkardı ve yüzünü başka yöne çevirdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.