Peşi sıra gelen onca sorun hâlâ çözülmemişti ama en azından, başka bir aksilik yaşamadan varış noktalarına ulaşmışlardı. Jinshi—belki Ah-Duo ve Cariye Lishu’nun da orada olduğunu göz önünde bulundurarak—Maomao’ya sataşmaya kalkışmadı bile. Maomao ise bu yolculuk boyunca Suirei’yle bol bol vakit geçirme fırsatı buldu. İkisi de eczacıydı, ancak farklı ustaların yanında eğitim aldıkları için ilaç karışımlarında kendilerine özgü yöntemler geliştirip uyguluyorlardı. Yeni yaklaşımlar keşfetmek ikisine de büyük keyif veriyordu.
Zamanla çevrelerindeki yeşillikler solup yerini çakıl ve kumdan oluşan uçsuz bucaksız bir manzaraya bıraktı. Maomao hayatında ilk kez bu kadar geniş bir alana yayılmış kumu görüyordu; öyle ki, göz alabildiğine uzanan bu kum denizi neredeyse bir su kütlesini andırıyordu. Şaşkınlığını bastıramayıp hafifçe bir ünlemede bulundu. Gözüne kum kaçmasın diye başına bir bez sardı. Güneş ışınlarının yerden yansıması göz kamaştıracak kadar parlaktı, ama geceleri kamp kurduklarında hava öylesine soğuyordu ki Maomao bu kadarını hiç beklememişti. Neyse ki kıyafetlerini hazırlayan kişi bu koşulları önceden öngörmüş ve uygun giysiler koymuştu. Ancak iç çamaşırına kadar düşünülmüş olması konusunda kendini biraz tuhaf hissetmeden edemedi.
Gece vakti özellikle dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarılmışlardı; zira akrepler ve zehirli yılanlar bu saatlerde en aktif hâllerindeydi. Suirei, böcek ve yılanlara karşı duyduğu derin korku yüzünden neredeyse duvar örercesine kovucu tütsüler dizmişti. Bu sayede ortalıkta pek fazla haşere görülmüyordu—bu durum Maomao’yu biraz hayal kırıklığına uğrattıysa da.
Bu yolculukta Maomao’dan bile daha zor durumda olan biri varsa, o da Cariye Lishu’ydu. Saraylı bir cariye olduğundan, konaklayan topluluğun arasında pek görünmüyordu. Nedimeleri ise sürekli başında pervane gibi döndükleri için doğru düzgün konuşabileceği bir an dahi bulamıyordu. Ah-Duo’nun arada bir onunla sohbet etmeye vakit ayırması, neredeyse tek teselli kaynağıydı.
Ah-Duo... Ya Lishu’nun gerçekten de gizlice İmparator’un çocuğu olduğu ortaya çıkarsa, buna nasıl tepki verirdi? Veliaht prens olduğu dönemde İmparator’un yanında Ah-Duo’dan başka hiç cariye olmamıştı. Böyle bir durumda Ah-Duo kendini ikircikli duygular içinde mi bulurdu, yoksa her zamanki gibi metin mi kalırdı? Şu bir gerçekti ki, bu durum yaptığı her şeyin bambaşka bir anlam kazanmasına yol açabilirdi. Hatta bu, onun her şeyi başından beri biliyor olabileceği ihtimalini dahi gündeme getirirdi.
—Off. Bunu düşünmek bile istemiyorum.
Elbette Majesteleri böylesine genç bir kıza—yalnızca genç değil, gerçekten de hâlâ bir çocuk olan bir kıza—elini sürmemişti ve sürmezdi de. Ama bu durumda Jinshi’nin potansiyel bir eş adayı olması ne anlama geliyordu? Güçlülerin yakın akrabalarıyla evlenmesi öyle nadir görülen bir şey değildi. Geçmişte yeğenler, halalar, hatta üvey kız kardeşler bile arka saraya alınmıştı. Ancak bir soy çok fazla iç içe geçtiğinde, tüm üyelerini etkileyebilecek bir hastalık gibi tehditler karşısında kırılgan hâle gelebilirdi. Maomao, bir önceki imparatorun saltanatındaki hataların yeniden mi yaşanacağını merak etti.
Her hâlükârda, batı başkentine ulaştıklarında derin bir nefes aldı. Çölün ortasında bir vaha etrafında kurulmuş olan bu şehir, kumlu rüzgârların estiği ve İmparatorluk başkentinin alışıldık düzeninden bambaşka bir canlılıkla doluydu. İmparator’un sarayının bulunduğu şehir Go tahtası gibi düz, temiz çizgilerle döşenmişken, batı başkenti tam anlamıyla karmaşık bir düzen izlenimi veriyordu.
“Bunu duymuştum. Burada kaybolmak çok kolay olur gerçekten,” dedi Jinshi—Maomao’nun uzun zamandır sesini ilk kez duyduğu andı bu. Ah-Duo onun kim olduğunu tahmin etmiş gibiydi, ancak diğerleri hâlâ habersiz görünüyordu. Suirei belki bir şeyleri anlamıştı, ama öyleyse bile bunu dile getirmemişti.
Lishu bunu öğrense, yani “güzel prens”in yolculuk boyunca yanında olduğunu fark etse nasıl tepki verirdi acaba? Onu potansiyel bir eş olarak mı görürdü—yoksa belki de bir üvey kardeş, hatta bir amca olarak mı?
Jinshi sonunda yanığının üzerindeki makyajı tamamen temizlemişti, fakat yaklaşık bir ay boyunca makyajla dolaşmak yanağında iz bırakmıştı ve şimdi onu bilinçsizce ovuşturuyordu.
Diğer ileri gelenler ve yabancı ülkelerden gelen elçiler şehre onlardan önce ulaşmıştı bile, bu da batı başkentinde bayram havası yaratmıştı. Kurulmuş pazarlar vardı ve havai fişek sesleri yükseliyordu. Süt beyazı duvarlar ve tozlu kırmızı kiremitlerin arasında, güneşten korunmak için gerilmiş gölgelikler bulunuyordu. Kasap dükkânlarında sadece tavuk değil, koyun eti de vardı. Maomao, sokakta sunulan ve yoğun baharatlı kokular yayan yemeklere neredeyse kendini kaptıracaktı, ama kafile su kaynağı yakınındaki büyük konağa doğru yürümeye devam etti.
Evin inşasında bolca ahşap kullanılmış olması, sahibinin nüfuzunu açıkça gösteriyordu. Su kaynağına olan yakınlık sayesinde etrafta bolca yeşillik vardı. Maomao’nun alışkın olduğu geniş yapraklı bitkiler pek olmasa da, burada daha önce hiç görmediği türler dikkatini çekti.
Muhteşem bir kapının önünde, yumuşak görünümlü orta yaşlı bir beyefendi ve birkaç hizmetkâr onları karşılıyordu. Önce Jinshi, ardından Ah-Duo arabadan indi. Jinshi’nin görünüşü, kendi yol arkadaşları arasında bile gözlerin büyümesine neden oldu—demek ki gerçekten onun kim olduğunu fark etmemişlerdi.
Karşılarında duran kişi, ışıldayan güzellikte bir soyluydu. Maomao adamın yüzüne bakakalmıştı; gözlerindeki o nazik bakış, insana yakınlık duygusu aşılıyordu. “Hoş geldiniz, hoş geldiniz; uzun bir yolculuk oldu sizin için. Ben, bu toprakların efendisi You Gyokuen,” dedi adam. Fazlasıyla samimi görünüyordu, ama iyi niyetle yaklaştığı da belliydi. “Kızımla bu kadar güzel ilgilendiğiniz için müteşekkirim.”
Ah! Maomao nihayet orta yaşlı adamın kim olduğunu ve neden bu kadar tanıdık geldiğini anlamıştı. Saçları ve gözleri koyu renkteydi ama tavırları Gyokuyou’nunkilerin aynısıydı.
“Uzun bir yolculuktan sonra uzun bir konuşmadan daha kötü bir şey yoktur. Odalarınızda banyo malzemeleri bulacaksınız. Lütfen, rahatlayın ve keyfinize bakın.”
“Gerçekten büyük bir rahatlama oldu. Teşekkür ederim,” dedi Jinshi ve konağın içine doğru yürüdü, Maomao da peşinden gitti. Bundan eminler mi acaba? Maomao, kendisine tahsis edilen odayı görünce afallamıştı. Evet, İmparator’un küçük kardeşine hizmet eden biri olarak oradaydı, yani onu tozlu bir köşeye tıkmaları olmazdı ama yine de gösterilen oda, onun konumunun çok ötesindeydi. Kalın, lüks bir halı döşemeyi kaplıyordu—dokusu sadece kürk değil, içine ipek ya da benzeri bir şey karıştırılmış gibiydi. Tavanlı yatağın etrafında zarif nakışlarla süslenmiş perdeler sarkıyor, masanın üzerinde gümüş saplı cam bir kupa duruyordu. Yanında kuru hünnaplarla dolu bir sepet vardı; tüm oda, adeta yabancı bir diyarı anlatan resimli tomarların içinden çıkmış gibiydi.
Sonradan bizden para falan istemesinler? diye geçirdi içinden Maomao, meyvelerden birini ısırırken. Suyunu kaybettiği için şeker oranı yoğunlaşmıştı—güzel sayılırdı ama Maomao’nun damak tadına göre biraz fazla tatlıydı; o yüzden bir tane ile yetinmeye karar verdi.
Köşkü biraz dolaşmak isterdi, ama izinsiz ortalıkta dolaşırsa birilerinin bundan hoşlanmayacağından korkuyordu. En azından o gün için herkes ayrı ayrı yemek yiyecek ve istirahat edecekti. Ertesi günden itibaren birkaç gün sürecek ziyafetler ve akşam yemekleri başlayacaktı; öğleden sonralarındaysa toplantılar ve işler vardı. Önemli kişiler bazen her küçük meseleyi büyük partilerle kutlamak isterdi; davetlilerin yorgunluğu umurunda bile olmazdı—ama Gyokuen, tıpkı kızı gibi, bu konuda ziyarete gelenlere karşı fazla dikkatli ve düşünceliydi.
Bu bölgede suyun son derece kıymetli olmasına rağmen onlar için banyo bile hazırlamış olması, Maomao’yu özellikle minnettar kılmıştı. Gerçi yekpare mermerden oyulmuş devasa küvetin kendisi biraz ürkütücüydü.
Banyodan çıktıktan sonra balkona geçti. Saçları muhtemelen çabuk kuruyacaktı ama dışarıda kalırsa üstü başı tekrar tozlanacaktı; bu yüzden içeri dönmeye niyetlendi—fakat o sırada bir konuşma sesiyle irkildi. Etrafta kimse görünmüyordu. Sesler, yan odadan geliyordu. Hmm. Pek de sessiz davranmıyorlar, değil mi?
Odaların kalın duvarları kasıtlı olarak yapılmıştı ama pencereleri açık bırakırlarsa ne anlamı kalırdı? Her şey net şekilde duyuluyordu. Maomao korkuluğa yaslandı, sonra biraz daha eğildi. Gözetlemek var, bir de gözetlemek var.
“Burada ne işin var senin?”
Hmm. Kadınca bir sesti bu, hâlâ genç. Yan oda Cariye Lishu’ya aitti ama ses ona ait değildi. Ardından Maomao’nun tam olarak anlayamadığı kadar kısık bir mırıltı geldi—muhtemelen Lishu’ydu bu.
“Öyle mi? Eee, ne olmuş yani? Her zaman olduğu gibi yine önüme çıkmak istiyorsun! Sürekli yoluma çıkıyorsun!” Kadın, Lishu’ya bariz biçimde öfke kusuyordu. Bir bakıma, Maomao sonunda birinin açık açık düşmanlık sergilediğini duymaktan memnun olmuştu. Ama bu sözleri bir tokat sesi izledi.
Maomao odasına döndü, ardından başını kapıdan uzatıp koridora göz attı. Yan odadan çıkan kadın, adeta asaletiyle göz kamaştırıyordu. Ağzını katlanır bir yelpazeyle kapatmıştı ama burnu havadaydı. Kapı önünde bekleyen nedimeler ona hürmetle eğildi; ikisi peşine takıldı, biri ise içeri girdi. Pekâlâ… iki kadının kavga edebilmesi için herkesi dışarı atmak mantıklıydı belki, ama Maomao genç hanıma bir dahaki sefere pencereleri de kapatmasını önermeliydi.
Yabancı kadının köşeyi döndüğünden emin olduktan sonra, Maomao Lishu’nun odasının kapısını çaldı. Hizmetçi açtı kapıyı, gelenin az önceki genç kadın olmadığını görünce gözle görülür şekilde rahatladı.
“İçeri girebilir miyim?” diye sordu Maomao, Lishu’nun da duyabileceği kadar yüksek bir sesle. Hizmetçi kadın hızla içeri girdi, ama kısa süre sonra geri döndü. “Buyurun, geçin,” dedi. Maomao, Lishu’nun normalde yanında olan başnedimenin bu yolculukta yer almadığını zaten biliyordu ama yerine geçen bu kadın fazlasıyla resmiydi. Cariye Lishu, Maomao içeri girdiğinde bir sandalyede oturuyordu, fakat yataktaki dağınık yorganlardan genç cariyenin az önceki tatsız olaydan sonra battaniyelerin altına saklanmaya çalıştığı belliydi. Yastıkta ıslak lekeler vardı ve Lishu’nun saçları hafifçe dağılmıştı. Maomao’ya doğrudan bakmıyordu—bu, göz göze gelmek istemediğinden değil; yanağındaki, hâlâ kırmızı ve sıcak olan tokat izini saklama çabasındandı.
“Bakabilir miyim?” diye sordu Maomao. Lishu bir şey demedi ama Maomao’nun ne olduğunu fark ettiğini anlayınca usulca başını kaldırdı. “Bize biraz su getirebilir misiniz?” dedi Maomao, resmiyetini koruyan hizmetçiye. Kadın ona oldukça güvensiz bir bakış attı, ama Maomao onu biraz dürtmekte beis görmedi: “Aman ne nazik hanımsınız, az önceki ziyaretçiye odadan çıkmakta hiç tereddüt etmediniz.” Bu laf kadını harekete geçirmeye yetti.
Maomao, Lishu’nun önünde durdu ve çenesini iki eliyle kavradı. Yanağı sıcaktı, ama kısa sürede soğuyacaktı. “Ağzının içini de görebilir miyim? Ne olur ne olmaz.”
Lishu biraz utandı ama Maomao’nun isteğini yerine getirerek ağzını açtı. Güzel, beyaz dişleri yerli yerindeydi ve yanaklarında ya da dilinde bir kesik görünmüyordu. Ama bu da ne? Maomao merakla genç kadının ağzına dikkatlice bakmaya başladı. Lishu giderek daha fazla huzursuz oldu, ta ki Maomao bu bakışlarının onu rahatsız ettiğini anlayıp istemeyerek de olsa gözlerini çekene kadar.
“Epey sert bir misafiriniz olmuş. Kim olduğunu öğrenebilir miyim?” dedi Maomao. “Üvey ablamdı,” dedi Lishu.
Lishu’nun annesinin ölümünden sonra babası Uryuu vakit kaybetmeden başka bir kadınla evlenmişti. Yeni eşi daha önce onun cariyesi olmuştu ve Lishu’nun o zamandan kalma üvey kardeşleri vardı. Az önce karşılaştıkları genç kadın, Lishu’nun ablasıydı. Lishu’nun anne ve babası ikinci dereceden kuzenlerdi; tıpkı Shi klanında olduğu gibi, annesi de U klanının ana koluna aitti ve sonrasında babası bu aileye evlatlık verilmişti. Shi klanından farkıysa, Uryuu’nun meşru eşinden doğan kızı Lishu’ya yapılan muameleydi. Lishu’nun annesinin ebeveynleri, yani onun büyükannesi ve büyükbabası çoktan ölmüştü, bu yüzden gerçek güç Uryuu’nun eline geçmişti. Eşinin iffetine dair şüpheleri vardı ve bu nedenle Lishu’yu tamamen yok sayıyordu. Maomao’ya göre bu oldukça küçük düşürücü bir hareketti; ne de olsa Uryuu çoktan başka bir cariyeden çocuk sahibi olmuştu. Gerçekten de Lishu İmparator’un gayrimeşru çocuğuysa, babası bunu kendi çıkarına kullanabileceği bir fırsat olarak görmeliydi. Kaldı ki, görünüşe bakılırsa Lishu’nun ablasını kayırıyordu.
“Anne-babalar ve çocuklarla ilgili tüm o sorular... Acaba saygıdeğer ablanızdan mı esinlendiniz?” diye sordu Maomao. Lishu cevap vermedi, ama sessizliği bunu doğrular gibiydi. “Ve o haydutlarla ilgili düşüncenizi tam dile getirmeyişinizin sebebi... arkasında kimin olduğunu tahmin ettiğiniz için miydi?”
Maomao bunu düşünmek istemese de, bir ablanın kıskançlık yüzünden küçük kardeşini öldürtmek istemesi hiç de imkânsız değildi.
Bu kez Lishu yanıtladı: “Korkarım gerçekten bilmiyorum.” Ama ifadesi, önemli ölçüde zulüm gördüğünü açıkça belli ediyordu.
O akşam herkes ayrı ayrı yemek yiyecekti, bu yüzden Maomao’nun bir fikri vardı. “Bu akşam sizinle birlikte yemeği paylaşmam mümkün mü, hanımefendi? Belki Lady Ah-Duo’yu da davet edebiliriz.”
Ah-Duo’nun adını duyunca, Lishu’nun yüzü ışıldadı. Maomao, Ah-Duo’nun bu daveti memnuniyetle kabul edeceğini biliyordu ve bu durum aynı zamanda Lishu’nun yemeğinde zehir olup olmadığını kontrol etmek için güzel bir bahane olacaktı. Haydut suikastçılar gönderen biri, muhtemelen bir öğünü zehirlemekten de çekinmeyecekti.
Lishu’nun gerçekte kimin çocuğu olduğunu Maomao bilmiyordu, ama her kimse, bu Lishu’nun suçu değildi. Genç kıza karşı içinde bir burukluk hissetti—evet, Maomao’nun içinde en azından bu kadar merhamet vardı.
Ah-Duo davetlerini memnuniyetle kabul etti. Tüm yemeklerin aynı yere getirilmesini isteyince, aşçı onlar için özel bir oda hazırladı—batıdan getirildiği belli olan, renkli camlarla kubbelenmiş bir salondu bu. Işık camlara vurduğunda mücevher gibi parlıyordu.
“Bayağı gösterişli bir yer,” dedi Ah-Duo, çenesini sıvazlayarak başını onaylarcasına salladı. Cariye Lishu’nun gözleri, camlar kadar parlak bir ışıkla doldu. Maomao ise, bu camlara o renkleri nasıl verdiklerini merak etti. “Buranın kullanılmasında bir sakınca yok, değil mi?” diye sordu Ah-Duo aşçıya, o da gülümsedi.
“Genç hanım eskiden arkadaşlarıyla hep burada yemek yermiş, ama son yıllarda neredeyse hiç kullanılmadı.” (Genç hanım derken… acaba İmparatoriçe Gyokuyou’yu mu kastediyor?) “Yapının tamamı başka bir ülkeden taşındı; orada önceleri tanrıları için bir ibadet yeriymiş. Eğer sizi rahatsız etmeyecekse, gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Merak etmeyin, ibadet eden kimseyle karşılaşmazsınız zaten!”
Garipti tabii: Bu ülke heretikleri ortadan kaldırmak gibi bir politikaya sahip değildi ama Maomao yine de bir dine zorla katılmak zorunda kalsa hoşnut olmazdı.
“Beni rahatsız etmez,” dedi Ah-Duo.
“Lady Ah-Duo kabul ediyorsa, elbette ki…”
“Bu camı nasıl yapmışlar ki?”
Kimsenin mırın kırın etmeyeceğini görünce, aşçı hemen bir garsona hazırlık yapılmasını emretti. Oda titizlikle temizlendi; aşçı, kötü niyetli bir kaynana gibi parmağını yüzeylerde gezdirip toz kontrolü yaptı ama tek zerre bile bulamadı. Ah-Duo, Suirei’yi de davet ettiğini ama onun teklifi geri çevirdiğini söyledi. Görünüşe göre Ah-Duo, Suirei’ye karşı özel bir ilgi besliyordu ama yemek matematiğinde tuhaf bir taraf vardı: dört kişi olduklarında, ister istemez bu bir tür “ikiye iki tanıştırma toplantısı“ havasına bürünebilirdi—her ne kadar hepsi kadın olsa da.
Maomao, sanki karanlık bir gölgede birinin onlara uzaktan bakıp iç çektiğini hissetti ama bunu görmezden geldi. Onun yerine, üç kadın egzotik atmosferin ve lezzetli yemeğin keyfini çıkardılar. “Burayı ben toparlarım,” dedi Maomao. Yemek sona ermişti ve Ah-Duo ile Cariye Lishu’yu önce göndermeye karar vermişti. Ah-Duo’nun odası Lishu’nunkinin çaprazında olduğundan, cariyenin kabadayı ablasıyla bir sorun yaşamayacaklarından emindi.
“Yardım ederim,” dedi Ah-Duo.
“Teşekkür ederim, hanımefendi. Aslında sadece bir görevli çağıracaktım.”
Ah-Duo, yemek geldiğinde garsonu göndermişti, konuşmak istediğini söyleyerek. Gerçekte ise daha çok o ve Lishu konuşmuştu, Maomao yalnızca araya kibarca birkaç söz sıkıştırmıştı. Yolculuk boyunca yaşananlardan, anılardan ve bu şehrin ne kadar canlı olduğundan bahsetmişlerdi. Son derece sıradan bir sohbetti ama Lishu’nun buna bayıldığı belliydi; tüm zaman boyunca gülümsedi.
Gyokuyou’nun aile evi oldukça büyük çıktı; Maomao görevliyi bulmak için koridorlarda gezerken neredeyse kayboluyordu.
Sanırım buradan sağa dönmeliyim... diye düşünüyordu ki birinin onu izlediğini hissetti. Her adım attığında arkasından ayak sesleri geliyor ama ne zaman dursa, o sesler de duruyordu. Döndüğünde Basen’in ona garip bir ifadeyle baktığını gördü.
Hiçbir şey söylemedi.
O da bir şey demedi.
Sonunda Maomao sordu: “Bir sorun mu var, efendim?”
“Ah, şey, hayır,” dedi Basen ama tam bir kötü yalancıydı, gözlerini kaçırması her şeyi belli ediyordu.
“Yoksa siz mi kayboldunuz, efendim?”
“Ki-Kim ben mi? Hayır...”
Maomao, Basen’in Jinshi-sama’nın sağ kolu olarak hayatta kalıp kalamayacağı konusunda giderek daha çok endişeleniyordu. Onu izlemek neredeyse komik bir hâl almıştı. Şu anda daha fazla üstüne gitmek acımasızlık olacaktı, bu yüzden numaradan bir oyun sergilemeye karar verdi.
“Madem buradasınız, o hâlde beni odamın olduğu yere kadar götürseniz nasıl olur? Ek binaya epey yol var.”
“Evet, bu en kibarca olanı olur,” dedi Basen. Maomao’nun hatırladığına göre onun odası kendi odasının yanındaki binadaydı. Eğer onu oraya kadar götürebilirse, Basen oradan sonrası için artık yolu karıştırmazdı.
Ne çok zahmetli biri. Maomao yardım edecek kadar iyi kalpliydi ama Basen bu kadar baş belasıyken onunla muhabbet edecek kadar değil. Sessizce yürüyeceklerini düşünüyordu ama Basen beklenmedik şekilde sohbete başladı.
“Şey, sence Cariye Lishu nasıl biri?” diye sordu, sözleri ayak seslerinin ritmiyle yankılandı. “Bu sorunun cevabını verecek kişi ben değilim; Jinshi-sama daha uygun olacaktır sanırım. Belki de ona sormalısınız.”
“Zaten mesele de bu. Soramıyorum,” dedi Basen, ciddiyetle.
Ah hah. Anlıyorum. Basen belli ki bu yolculuğun asıl amaçlarından birinin Jinshi için bir eş bulmak olduğunun farkındaydı—ve muhtemel adaylardan biri olan, oldukça kolay okunabilir Lishu hakkında nabız yokluyordu.
“Bu biraz karmaşık bir mesele bence,” dedi Maomao sonunda.
Lishu ürkek, ağlamaya meyilli biriydi ve hâlâ birçok açıdan çocuk kalmış gibiydi—ama aynı zamanda, bu hâliyle masumiyetini koruyordu. Herkes bu kadar çocuksu davranan birini hoş karşılamazdı elbette, ama Lishu temelinde sevilesi bir insandı; bir erkeğin koruma içgüdüsüne hitap edebilirdi.
“Gerçekten mi öyle düşünüyorsun?”
“Neden şüphe ediyorsun?”
Basen, kollarını kavuşturmuş halde Maomao’ya baktı. Maomao onu eliyle işaret edip koridordan dışarı çağırdı, ardından bahçedeki bir kayanın ardına gizlendiler. Hava soğuktu, ve Maomao bu işi bir an önce bitirmek istiyordu.
“Çünkü hem Jinshi-sama, hem de babam o ismi duyduklarında tereddüt etti.”
“Neye tereddüt ettiler?” Maomao saf numarası yapıyordu. Eğer Basen, Lishu’nun İmparator’un kızı olduğu yönündeki söylentilerden haberdarsa, lafı dolandırarak geçiştirmeyi düşünüyordu.
Ama Basen birden hızla mırıldanmaya başladı: “U klanına mensup... Son zamanlarda fazlaca güç gösterisi yapıyorlar. Evliliğe engel olacak kadar değil belki, ama... Yani aslında...”
“Lütfen kendi kendinize söylenip durmayın efendim,” dedi Maomao, kendisinin de sık yaptığı bu alışkanlığı görmezden gelerek.
“Şimdi söyleyeceğim şeyi kimseye anlatmayacağına söz verir misin?”
“Eğer şart buysa, hiç duymasam daha iyi olur.”
“Bu kadarını duydun zaten! İçimde tutamıyorum!” Eğildi, kulağına fısıldadı: “Cariye Lishu’yu evlendirmeyi düşünüyorlarmış. Özellikle de Jinshi-sama ile.”
“Aman Allah’ım.”
Maomao zaten biliyordu; dolayısıyla gösterdiği şaşkınlık numaradan ibaretti. Ama bu sahte tepki Basen’in canını sıkmış gibiydi.
“Bu seni hiç rahatsız etmiyor mu? Korkunç bir şey olduğunu düşünmüyor musun?”
“Öhöm. Ben açıkçası başkasından önce kendi hâlim için endişelenmem gerektiğini düşünüyorum. Malum, artık gençlik devrimi geçmiş biri olarak.”
“Şimdi söyleyince, sanırım haklısın.”
Bu sözleri bu kadar kolay kabul etmesi, belki de neden kadınlar arasında pek popüler olmadığını açıklıyordu.
Jinshi ve Cariye Lishu. Yaşları gayet uygundu birbirine—Jinshi yirmi, Lishu on altı yaşındaydı. Dış görünüş açısından Jinshi yaşından biraz daha büyük—ya da daha doğrusu olgun—görünse de, birlikte oldukça sıradan bir çift gibi dururlardı. İmparatoriçe Gyokuyou’nun oğlunu saymazsak, Jinshi taht üzerinde kayda değer bir hakka sahipti; öte yandan, Lishu da arka sarayın acımasız rekabet ortamı yerine Jinshi gibi henüz başka kadını olmayan biriyle evlenirse daha iyi bir hayata kavuşabilirdi.
Bu durumda, Lishu belki ülkenin annesi unvanına ulaşamayabilirdi, ama en azından başvezirin karısı konumuna gelebilirdi. Elbette bu onu ülkenin tüm kadınlarının ve azımsanmayacak sayıda erkeğin düşmanı yapardı, ama aynı zamanda öyle bir konumdaydı ki, kimse kolay kolay ondan kurtulamazdı.
Nüfuzlu kimseler için evlilik siyasî bir araçtı. Onlar için, Maomao’nun ablası Pairin’in savunduğu “özgür aşk” denilen şey, yalnızca hayalden ibaretti. Jinshi ile Lishu’nun kan bağına dair karanlık gölgeler olsa bile—ve bu gerçek çıksa bile—farklı annelerden geldikleri için sorun sayılmazdı. Sağlık açısından ideal olmasa da, Basen’in bundan haberdar olmadığını varsaymak mümkündü.
Şu durumda, Lishu en güçlü aday gibi görünüyordu. Maomao yanındaki adama, Basen’e uzun uzun baktı: Jinshi’nin sütkardeşi olan bu adam da muhtemelen aynı gerçeği görüyordu. Ama belli ki bu fikir, içten içe onu rahatsız ediyordu.
Maomao nedenini anlıyordu. Kısacası: Onu baldızı gibi hayal ediyordu. Basen, hizmet ettiği bu yakışıklı ve becerikli efendi için Lishu’nun yeterli olup olmadığını kendi gözleriyle görmek istiyordu. “Babam bu işten pek memnun kalmışa benzemiyordu,” dedi Basen. Belli ki bu düşünceler kafasında bu şekilde başlamıştı.
Anlaşılır bir şeydi, diye geçirdi içinden Maomao. Ne de olsa Gaoshun, Jinshi ve Lishu’nun doğumları hakkında Basen’den çok daha fazlasını biliyordu. Jinshi’nin kendisine gelince… Lishu hakkında ne düşüneceği belirsizdi. Kız kesinlikle yeterince güzeldi, birkaç yıl içinde muhtemelen olgunlaşırdı da. Doğuştan yetenekli sayılmazdı ama Jinshi’nin hayatını zorlaştırmak için özellikle çabalayacak biri gibi de durmuyordu. Ailesiyle ilişkileri biraz karışık olabilirdi ama... Hangi evlilikte kayın hısım tarafıyla birkaç sürtüşme yaşanmazdı ki?
“Muhtemelen bir kusuru vardır,” dedi Basen sabırsızca yerinde kıpırdanarak.
Böyle söylemesen daha iyi olur, diye düşündü Maomao kendi kendine. Biri duyarsa, sağlam bir dayak yiyebilirdi.
“Bu kadar merak ediyorsan, neden gidip kendin bakmıyorsun?” dedi Maomao.
“Ne?”
“Şu an için onunla hiçbir tanışıklığın yok, tabii. Üstelik bu seyahat boyunca bir erkeğin karşısına her çıktığında peçe takıyor. Ama zamanla açılır. En azından biraz.”
Gerçekten de, Lishu artık zaman zaman Suirei’nin yanında konuşuyordu. Hâlâ doğrudan Suirei’ye hitap etmiyordu—çünkü Suirei’nin bir erkek olduğunu sanıyordu—ama yine de... Maomao, Lishu’nun arka sarayda geçirdiği zamanlarda Suirei’yi tanımamış olmasına memnundu. Belki bir iki kez yolları kesişmişti, ama Lishu’nun hafızasında yer edecek türden bir karşılaşma olmamıştı.
“Sonuçta, Leydi Ah-Duo’nun arabasına yardıma koşan sen ve adamların değil miydi? Bu bahaneyle onu ziyaret edebilirsin—ve aynı zamanda Cariye Lishu’ya da biraz daha yaklaşmış olursun.”
“Ee... Evet...” Basen’in sesi biraz gönülsüz çıkmıştı ve Maomao’nun gözlerine doğrudan bakamıyordu. “Sadece... şey, sonuçta o bir kadın... Ve kadınlar... benim gibilerden korkmaz mı?”
Ne alaka şimdi? Maomao, ne demek istediğini hiç ama hiç anlayamamıştı. “Daha yeni benim genelevimden bekâretini zor kurtaran sen değil miydin?”
“Sus artık!” diye bağırdı Basen, Pairin’i hatırlayıp kıpkırmızı kesilerek. Ne yazık ki bu çıkışı başkalarının dikkatini çekmişti. Ayak sesleri onlara doğru yaklaşıyordu.
Basen, Maomao’nun ağzını avcuyla kapadı; öylesine güçlü bir şekilde bastırmıştı ki Maomao neredeyse acıdan inleyecekti. Bağıran kendisi ama acısını çeken ben, diye söylenirken yine de sessiz kaldı.
“Orada biri mi var?” diye kibar bir ses sordu. Yaklaşan birden fazla kişi vardı. Maomao, Basen’in yüreğinin kulakları tırmalayacak kadar hızlı çarptığını duyabiliyordu; adam hâlâ onu bırakmamıştı. Güçlü olduğu kesin, diye geçirdi içinden Maomao, yüzünü buruşturarak. Ama artık bıraksa iyi olur.
Karanlıkta seçmek zordu ama gelenler üç kişilik bir gruba benziyordu. Durup beklediler. İçlerinden biri Maomao ve Basen’in saklandığı kayaya kadar yaklaştı.
“Sanırım kulaklarım beni yanılttı,” dedi adam ve geri dönmek üzere arkasını döndü.
Ama sonra tanıdık bir ses işitildi: “Belki öyledir. Ama Basen’e ne olduğunu çok merak ediyorum.”
Basen istemsizce nefesini tuttu; kalbi şimdi gerçekten deli gibi atıyordu. Ardından bir dalın çatırdayarak kırılma sesi geldi.
Of ya...
Jinshi-sama, Basen’i arıyordu. Ve yanında, gözlüklü Lahan ile otuzlarında, şık giyimli Rikuson da vardı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.