Kâğıda yazılmış bir mektubu okumak için ışığa ihtiyacın vardır ancak telefondaki bir mesajı karanlıkta bile sorunsuzca okuyabilirsin. Hatta Asamura-kun’dan gelen bir mesaj bile, başımı battaniyenin altına sakladığım sürece kimsenin dikkatini çekmez. Başkalarının merakını uyandırmaz. Peki ya ben dışarıdan nasıl görünüyorum? Bunu hiç düşünmemiştim.
Uyandıktan sonra yaptığım ilk şey, telefonumu elime alıp battaniyemi yüzüme çekerek LINE uygulamamı kontrol etmek oldu… Ama cevap yoktu. Gerçi saat daha sabah altı. Kahvaltı yedide, muhtemelen hâlâ uyuyordur. Belki de grubuna bugün yalnız başına dolaşmak istediğini söylüyordur. Her an bir cevap gelebilir. Acele etmeye gerek yok.
“Puvah!“
Battaniyeyi başımdan atıp iç çektim. Yanımdaki yatakta Maaya saçlarını taramakla meşguldü ve göz göze geldik.
“Ah, Saki. Battaniyenin altında dalış şampiyonası mı yapıyordun yoksa?“
Böyle bir şampiyonanın var olduğunu sanmıyorum.
“Hava epey sıcak, değil mi?“
“…Kim bilir neden,“ dedi Maaya, bana soğuk bir bakış atarak.
Aptal gibi göründüğümün farkındaydım. Bu yüzden tamamen görmezden geldim. Üzerimi giyindim, kafeteryada kahvaltımı yedim ve telefonumu tekrar kontrol ettim ama hâlâ bir yanıt yoktu. İçimi bir endişe kapladı; acaba ona bunu sormamalı mıydım? Belki bir mesaj daha mı atsam? Ama yapışkan biri olduğumu düşünmesini istemiyorum. Tam bu düşünceler arasında gidip gelirken, yola çıkmak için hazırlanmaya başladık. Zaten aynı yere gidiyoruz, öyleyse grup halinde dolaşırken en azından bir ya da iki kez karşılaşmamız gerekmez mi? Panik yapmaya hiç gerek yok… Ya da en azından kendime böyle bahaneler üreterek yola koyuldum.
Sentosa Adası, Singapur’un güneyinde yer alan küçük bir ada. Universal Studios Singapore, Mega Adventure Park ve Palawan Plajı gibi popüler turistik noktalarıyla ünlü bir tatil beldesiydi. Giremesek de adada kumarhaneler bile vardı. Burası, Singapur ana adasına büyük bir köprüyle bağlanıyordu ve bu köprüden araba, otobüs, taksi, yaya, monoray ve teleferik gibi çeşitli ulaşım araçlarıyla geçilebiliyordu ancak giriş için bir ücret ödemek gerekiyordu. Grubumuz otobüsü tercih etti. Köprüde sadece bir yönde dört şerit vardı ve biz, solumuzda ve sağımızda uzanan geniş mavi okyanusa dalıp gitmiştik. Adaları birbirine bağlayan köprüye bakınca, Tokyo Körfezi Aqua-Line’dan pek farklı görünmüyordu—Aslında, bu doğru değil. Burada yalnızca bir yönde dört şerit var ve denizin rengi daha… tropikal bir his veriyordu. Herkes pencereyi seyrederek heyecanlanmıştı ama ben telefonuma bakıyordum.
Asamura-kun’a bir mesaj gönderdim:
“Müsait olduğunda bana haber ver.”
Tabii ki, adaya vardıktan sonra. Şu an, hepimiz öğrenciler olarak adaya doğru yol alıyor olmalıyız. Belki de… Başımı kaldırıp pencerenin dışına baktım. Yanımızda sıralanmış birkaç araba vardı ama başka bir otobüs göremedim. Belki o çoktan adaya varmıştır ya da belki de şu anda yola çıkıyordur. İç çekerken telefonum titredi ve beni gerçekliğe geri çekti. Hemen ekrana baktım.
“Geç yanıt verdiğim için üzgünüm! Öğleden sonra gruptan ayrılıp seninle buluşacağım!”
Oldukça kısa bir mesajdı ama içimi rahatlatmaya yetti. Şükürler olsun. En azından bir şekilde birlikte olabilmemiz için uğraşıyor qma hâlâ grubuna söylememiş mi? Maaya, Asamura-kun’la olan ilişkimi zaten biliyor, bu yüzden grup lideri olarak bana tam destek veriyor ancak, Asamura-kun için aynı şey söylenemez. Eğer grubuna adada yalnız dolaşmak istediğini söylerse, onu yalnız kurt olmakla suçlayıp sinirlenebilirler. Öğleden sonra buluşmayı planladığını söylediğine göre ona güvenmeliyim.
Muhtemelen en azından sabah vakitlerini grubuyla geçirmek istiyor. Onun arkadaşlık ilişkilerine engel olmak istemem, ve eğer öğleden sonra görüşebilirsek, bununla yetinmeliyim. Açgözlü olmamalıyım ama bu konuşmalar bana tuhaf bir şekilde tanıdık geldi. Mideme ağır bir taş oturmuş gibi hissettim. Babamla annemin sürekli tekrarladığı konuşmalar gözümün önüne geldi. Annem Shibuya’daki bir barda barmen olarak çalışıyordu ve her gün eve geç dönüyordu.
Bunların hepsi iş ile ilgiliydi, dolayısıyla engel olunamazdı ve babam da bunu biliyor olmalıydı. Yine de şirketini kaybedip insanlara olan güvenini yitirdiğinde, herkesi yalnızca şüpheyle ve güvensizlikle görmeye başladı. Her gün, her an şikâyet ederdi. “Yine mi geç kaldın?“ diye sorardı anneme. Öfkeli sesi beni korkudan küçücük hale getirirdi, çocukken gerçekten dehşete kapılırdım. Nasıl olur da bunları söyleyip anneme kızabilirdi? O zamanlar bana göre asıl mantıksız olan oydu. Her şeyin suçlusu. Annemi her şey için suçlamasını istemiyordum ama annem sadece sessizce her şeyi kabullenirdi. Muhtemelen ona karşılık vermenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini biliyordu. Çünkü bu, mantıkla alakalı değildi. Her şey tamamen onun duygularıyla ilgiliydi.
Telefonuma tekrar baktım. Asamura-kun’dan hâlâ bir yanıt yoktu ama onun da kendi arkadaşlıkları, kendi ilişkileri vardı ve sonuçta hâlâ bir okul gezisindeydik. Sürekli boş vakti olamazdı. Anında cevap beklemekle bencilce davranıyordum. Böyle hissetmemem gerektiğini biliyorum. Bana hâlâ zaman ayıramadığı için rahatsız olmak adil değil. Aklına gelen her kötü düşünceyi anında söyleyen babam gibi olmak istemiyorum. Telefon ekranında parmaklarımı gezdirerek yeni bir mesaj yazmaya başladım.
“Zaman ayırmak için kendini zorlamak zorunda değilsin. Sadece ne zaman uygun olursan bana haber ver.”
Bu mesajı gönderdikten sonra başımı kaldırdım.
“Hey, Maaya.“
“Ne var, tatlım? Tuvalete mi gitmen lazım?“
“N-Ne saçmalıyorsun, kapa çeneni!“
Etrafımız insanlarla doluydu. Kim bu arsız ağzıyla böyle şeyler söylüyor ha?
“Fwav fwurfs!“
“Umarım acımıştır! Artık şaka yapmayı kes, tamam mı?“
“Ofay ofay, fwof fwuwing!“
Onun yanaklarını çekiştirmeyi bıraktım ve boğazımı temizleyerek konuya döndüm.
“Sadece neden bu kadar ciddi bir ifade takındığını merak ettim. Miden mi ağrıyor yoksa kabız mı oldun?“
“…Tekrar yanaklarını çekeceğim.“
“Özür dilerim!“
“Bu kadar Şaka yeter. Adaya vardıktan sonra ne yapacağımızı merak ediyordum.“
“Ah, doğru. Belirlenen zamanda belirlenen yerde buluştuğumuz sürece, bize neredeyse tamamen serbestlik tanıyorlar ama bu da fazla seçenek bırakıyor, o yüzden önerilen birkaç yeri araştırıp LINE’daki notlara ekledim.“
“Oooh!“
Grubumuzdaki diğer üyeler hayranlıkla mırıldandı.
Hatta Satou-san bile katıldı. “Bu gerçekten çok büyük bir yardım oldu! Vay be,“ diye mırıldandı. Haklıydı da. Bunca özgürlük verildiği halde, Maaya hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştı. İşte onu bu kadar güvenilir yapan şey de buydu.
“Köprüyü geçtikten hemen sonra Universal Studios var. Biraz daha batıya gidersek Mega Adventure Park bulunuyor.“
“Hangisi daha iyi olur sence?“ diye sordum. Maaya kollarını kavuşturup düşünmeye başladı.
“Hangisini seçersek seçelim, elimizde yalnızca bir gün olduğu için her şeyi görmemiz mümkün değil. Ama özellikle görmek istediğiniz bir atraksiyon varsa ona göre karar verebiliriz.“
“Anladım.“
“Ayrıca dönüşte aynı otobüsü kullanacağız, yani zaman konusunda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Eğer bir şey olursa, mutlaka iletişimde kalın. Bildiğim kadarıyla buralarda her yerde ücretsiz Wi-Fi var.“
Grubumuzdaki herkes, güvenlik talimatlarını yeni öğrenmiş çocuklar gibi hep bir ağızdan “Tamaaaam!“ diye cevap verdi. Liderimize ne kadar güvendiğimiz ortadaydı. Ben de aynı şekilde hissediyordum.
“Ama teorik olarak, en uzaktaki yerden başlamalıyız. Çok erken alışveriş yaparsak, hediyeliklerle dolaşmak yorucu olur.“
Herkes başını salladı. Otobüsten indikten sonra, kısa bir değerlendirme sonucunda erkekler Mega Adventure Park’a gitmeye karar verdi. Biz üç kız ise yolda Satou-san’ın arkadaşı Mio-chan ile buluşup Universal Studios Singapore’a gidecektik. Sanırım “Adventure“ kelimesinin cazibesine erkekler karşı koyamamıştı.
“Hem bu sadece bir macera değil! Mega bir macera!“ diye hevesle söylediler ama bunun neden bu kadar harika olduğunu ya da neden bu kadar büyütüldüğünü pek anlayamamıştım. Maaya, erkeklerin mega ya da giga gibi kelimeleri sevdiğini söyledi. Küçük erkek kardeşleri olduğu için söyledikleri oldukça mantıklıydı.
Biz kızlar, Universal Studios’un giriş kapısına doğru yürümeye başladık. Burası uzaktan bile kolayca fark ediliyordu çünkü önünde kocaman, mavi bir küre vardı ve üzerinde büyük harflerle “Universal“ yazıyordu. Yaklaştığımızda, Maaya sessizce kulağıma fısıldadı.
“Bizimle gelmek istediğinden emin misin? İçeri girdikten sonra hemen çıkabileceğini sanmıyorum.“
Muhtemelen Asamura-kun ile buluşma planımdan bahsediyordu ama otobüsten indikten sonra ondan hâlâ bir mesaj almamıştım. Öylece durup beklemek beni sadece daha huzursuz yapardı.
“Önemli değil. Hadi eğlenelim.“
Şu an en çok ihtiyacım olan şey buydu. Asamura-kun bana mesaj attığında gerisini düşünürüm. Şu anda o da bir yerlerde dolaşıyor olmalı. Sorun değil. Bana haber vereceğini söyledi. Biletlerimizi aldıktan sonra ana girişten içeri girdik.
Güneş tam tepeye ulaşmıştı. Gün ışığı dünkünden bile daha güçlüydü ve sıcaklık buna paralel olarak artmıştı. Şubat ayının ancak yarısını geçtiğimizi tamamen unutturuyordu. Singapur’un şu anda yağmur mevsiminde olduğu ve neredeyse her gün yağmur yağabileceği söylenmişti ama gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Tema parkının içinde dolaşırken, umarım güneş kremim işe yarıyordur diye düşündüm. Şimdiye kadar sadece eğleniyorduk. Sadece kızlarla birlikte olduğumuz için biraz daha rahatlamıştım sanırım.
Beni en çok şaşırtan şey, en çok eğlenenin Satou-san olmasıydı—özellikle de rollercoasterda. Birkaç kez daha binmek istedi, bu yüzden ben bir çatının altına sığınıp biraz dinlenmeye karar verdim ve eğlenceye devam etmek isteyen kızları uğurladım. Yarım daire şeklindeki denge kanallarım bu tempoya fazla dayanamaz. Büyük ekranda 3D oyun oynarken bile başım dönüyor ve… dürüst olmak gerekirse, gerçekten korkuyorum.
Kızlar döndüğünde, parkın restoranında bir şeyler yemeye karar verdik. Öğleden sonra birkaç atraksiyon daha gezeceğimizi düşünmüştüm ama Maaya biraz daha etrafı dolaşmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Palawan Plajı’na gitmeye karar verdik.
Saat üç civarında, güneş batıya doğru ilerlemeye başladığında, ışınları biraz azalmıştı. Telefonumda saati kontrol ediyormuş gibi yaparak aslında mesaj kutuma baktım. Öğleden sonra geçtiğinden beri bunu çok daha sık yapmaya başladığımı fark ettim. Ama yine de hiçbir mesaj gelmemişti.
Evet, devlet tarafından sağlanan ücretsiz Wi-Fi’yi kullanabiliyorduk ama ne zaman kesileceğini bilmediğim için LINE’ı açıp Asamura-kun’a bir mesaj daha gönderdim.
“Şu an Palawan Plajı’na gidiyoruz.“
Zaman açısından en mantıklı olan, hediyelik alışverişini en sona bırakmaktı. Ayrıca birlikte güzel anılar biriktirmek için en iyi yer de sahildi, ya farkında olmadan birbirimizi geçersek diye endişeleniyordum. Büyük bir sorun değildi belki ama yine de olmasını istemiyordum. Bir dakika kadar bekledim fakat mesajım okunmadı bile. İçimde bir endişe yükseldi—acaba bir şey mi oldu?
“Orada bekleyeceğim, eğer yer değiştirirsek haber veririm.“
Umarım mesajlarım ona ulaşır…
“Hadi, hareket edelim!“
Maaya bunu dediğinde ayağa kalktım ve böylece günün son durağına doğru yola çıktık.
Sentosa Adası haritada ters bir üçgen şeklinde görünüyordu, güney kısmı biraz daha çıkıntılıydı ama bu haritada net belli olmuyordu. Gitmekte olduğumuz Palawan Plajı ise güneybatı kısmında yer alıyordu (haritada sol üstten sağ alta uzanan bir kıyı hattı gibi görünüyordu). Haritada bakıldığında, “3“ şeklindeki bir kıyı şeridini andırıyordu. Universal Studios’tan plaja olan mesafe yaklaşık 2 kilometreydi, yani aşağı yukarı 30 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeydi. Yürüyerek gidebileceğimiz bir mesafe olduğu için hemen yola koyulduk. Yol boyunca manzaranın tadını çıkarmaya da değerdi.
“Eğer kaybolursak, Saki birine yol tarifi sorabilir.“
“Ben mi?!“
“Sonuçta aramızda en iyi İngilizce konuşan sensin,“ dedi Maaya ve Satou-san da başını sallayarak onayladı.
B-Ben o kadar iyi değilim… demek istedim ama dün Melissa ile gerçekten konuşan tek kişi ben olmuştum.
Universal Studios’un arkasından sahile doğru ilerlemeye başladık. Çıktığımız çıkış, içinde birçok restoranın bulunduğu bir alışveriş merkezi gibiydi. Öğle yemeğimizi çoktan yemiş olduğumuz için oraya uğramayı düşünmedik ama yine de etrafımızı lunaparkın içinden gelen neşeli tezahüratlar sarıyordu.
Bulunduğumuz bölgeden ayrılıp muhtemelen ana yol olan patikadan yürümeye başladık. Üzerimizde yine masmavi bir gökyüzü uzanıyordu. Güneş ışığı daha önceki kadar yakıcı olmasa da hâlâ oldukça güçlüydü. Gökyüzüne baktığımda gözlerim kamaşıyor, cildimde ter damlaları birikmeye başlıyordu. Sıcaklık da iyice artmıştı.
“Böyle bir havada keşke bir şemsiyem olsaydı,“ dedi Maaya, Satou-san ise yine başını sallayarak onayladı.
Evet, bu hava gerçekten de güneş çarpması riski taşıyordu. Hele ki böyle yol boyunca yürürken. Yolun sağında ve solunda ormanlık alan vardı, sanki bir ormanın içinde yürüyormuşuz gibi hissediliyordu. Etrafta ne bir dükkân ne de dinlenebileceğimiz bir alan vardı.
“Ormanın hemen karşısında dev bir otel varmış,“ dedi Maaya.
Muhtemelen haritada gördüğümüz beş yıldızlı otelden bahsediyordu ama şu an ağaçlar manzarayı tamamen kapatıyordu. Ormanın içinde, sanki en başından beri oradaymış gibi sıralanmış palmiye ağaçları yükseliyordu.
“Ah, deniz…“
Satou-san’ın sesiyle birlikte hızla başımı kaldırıp önümüze baktım. Uzakta farklı bir mavi tonu gördüm; dalgalar, kıyıya düzenli aralıklarla çarpıyordu.
“Woow!“ Maaya heyecanla nefesini tuttu.
“Deniz! Koşarak ona doğru gidip aynı anda zıplamaya ne dersiniz?“
“Lütfen yapmayın. Kendinizi sakatlarsınız.“
Maaya’nın en korkutucu yanı, onu zamanında durdurmazsan gerçekten de böyle şeyleri yapabilmesiydi.
“Ama çok genç ve özgür hissettirmez miydi?“
“Peki ya seni gören tüm yerli halk ve turistler? Koşarak bağıran bir yabancıyı izleyip ne düşünecekler?“
“Ne kadar huzurlu bir yer burası diye mi?“
“Bunu inkâr etmeyeceğim ama yine de…“
“Narasaka-san, böyle şeyleri yapmamalısın—“
“Ama hadi Ryou-chan, artık bana Maaya diyebilirsin.“
“…Maaya-san. Bu tür şeyleri ancak kumlu sahile adım attığında yapmalısın, değil mi?“
“Ah, doğru ya! Ryou-chan, sen tam bir dahisin!“
Maaya, parmaklarıyla bir zafer işareti yaparak Satou-san’a uzattı. Satou-san’ın arkadaşı, onun bu kadar çabuk kaynaşmasına şaşırdığını ve hatta biraz kıskandığını söyledi.
“Kumlu sahilde omuz omuza verip bir amigo dansı yapalım!“ Maaya yine garip fikirlerinden birini ortaya attı.
“Kesinlikle olmaz.“
“Eğer bacağını yukarı kaldırıp bir fotoğraf çekersen, eminim abin çok mutlu olur.“
“Kesinlikle hayır!“
…Ah, bunu bu kadar yüksek sesle söylemek istememiştim.
“Yani bir abin var, Ayase-san? Yoksa bu yine küçük kız kardeş konsepti üzerine mi bir konuşma?“ diye sordu Satou-san.
“Um, yani… Evet, bir abim var.“
“Ne güzel. Ben tek çocuğum, hep bir kardeşim olsun istemişimdir.“
“Ve kendisi abisini çooook sever.“
“Biraz kıskandım açıkçası.“
“Bunun konuyla hiçbir alakası yok!“ diye itiraz ettim ve konuyu kapatmaya çalıştım ama Maaya bana sırıtıyordu.
“…Hâlâ mesaj atmadı, değil mi?“
“Ugh…“ Başımı salladım.
Her şeyi bu kadar net görmesi inanılmaz…
Yürüdükçe deniz gözümüzde daha da büyümeye başladı. Dalgaların kokusu burnuma kadar ulaşıyor, içimi gıdıklıyordu. Güney ülkelerinde her zaman böyle kayalık bir koku olur. Bu da mantıklı aslında, sonuçta denizle iç içe bir yer burası. Sonunda, plaj sağımıza ve solumuza doğru geniş bir şekilde açıldı.
Plajın hemen ilerisinde mavi deniz ve gökyüzü uzanıyordu. Hemen çaprazda, sağ tarafımızda küçük bir ada gördük.
“Orası Palawan Adası. Ünlü asma köprüsünü de görebilirsiniz.“
Bizim bulunduğumuz kıyıyı adaya bağlayan küçük ve dar bir köprü vardı. Uzunluğu… yaklaşık 50 metre civarında görünüyordu. Üstelik suyun yüzeyine neredeyse sıfır denebilecek kadar yakın duruyordu.
“Burası gerçekten ünlü mü?“
“Rehber kitaplarında, broşürlerde, hatta Palawan Plajı’nın internet sitesinde bile mutlaka bir resmi var.“
“Ama o köprü… pek sağlam görünmüyor.“
“Endişelenme, Ryou-chan. Orası en fazla bir metre derinliğinde ve her iki yanında düşmemen için halat şeklinde ağlar var.“
Gerçekten de Maaya’nın dediği gibi, köprünün iki yanında korkuluk işlevi gören ağlar vardı.
“Anladım… sanırım?“
Mantıklı görünüyor…
“Her neyse, hadi gidelim! Palawan Adası zaten küçük, hızlıca bir tur atıp geri dönebiliriz!“
“T-Tamam…“
Ama gerçekten o köprüden geçecek miyiz?
Kumsal boyunca yürüyüp kuralların yazılı olduğu bir tabelanın olduğu noktaya vardık. Burada rehberin açıklamalarını dinledik. Önümüzdeki uzun kapı açıldığında, yeşilliklerle kaplı bir patikadan ilerleyerek köprünün başlangıcına ulaştık. Bu ani geçiş kalbimi hızlandırdı. Acaba bilerek mi böyle tasarlanmış?
“Burada koşmak tehlikeli olabilir, o yüzden yavaş yavaş ilerleyelim, tamam mı?“
Bunu söyleyen kişi sen misin, Maaya? Sürekli en önden koşan sensin sonuçta ama haksız da sayılmazdı. Köprüye her adım atan kişinin hareketiyle, yapı sağa sola sallanıyordu. Bugün bindiğim tüm rollercoasterlardan çok daha korkutucu gelmişti bana. Adadan dönen biriyle karşılaştığımızda ya sola ya da sağa eğilerek yol vermek zorundaydık, bu da köprünün daha fazla sallanmasına neden oluyordu. Hatta bazen istemeden insanlara çarpıyorduk. Kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum ve düşmeyeceğimi bilsem bile bu tür heyecanları hiç sevmiyordum.
Sonunda kıyıya ulaştığımızda, ayaklarımın altında sağlam bir zemin hissetmek büyük bir rahatlama getirdi. Derin bir nefes aldım ve içimi çektim. Kıyı boyunca yürümeye başladık ve diğer tarafta denizi şimdiden görebiliyorduk.
“Gerçekten çok küçük bir ada!“
Maaya haklıydı. Açıkçası biraz hayal kırıklığı yaratıyordu ama en azından etrafını dolaşmak çok uzun sürmezdi. Yürümeye devam ettik, sahilden biraz kum aldık ve esen rüzgârın eşliğinde dalgaları izleyerek biraz vakit geçirdik. Sıcaklık biraz düşmüştü ama hâlâ yorgundum, bu yüzden etrafta duran rastgele bir sandalyeye oturdum ve dinlenmeye koyuldum.
“Yarın dönüyoruz, öyle mi…?“ dedi Maaya.
“Gerçek gibi gelmiyor ama Japonya dışında olduğumuz kesin,“ diye ekledi Satou-san, açık denizde ilerleyen büyük bir geminin fotoğrafını çekerken.
Güneş ışığının her şeyi tam olarak yansıtacak kadar güçlü olmamasından dolayı biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi.
“Aslında o kadar da fazla yer göremedik, değil mi? Tekrar gelmeyi çok isterdim!“
“Gerçekten gelebilir miyiz ki?“
“Seyahat masrafları çok büyük bir sorun olmasa, her hafta bile gelebilirdik ama gerçekten harika bir yer. Hem güzel hem de güvenli… fakat İngilizce bilmiyorsan biraz sıkıntı yaratıyor.“
“Sen biliyorsun ama, değil mi? Sadece düzgün bir konuşma yapamıyorsun,“ diye Maaya’ya laf attım.
“Ben de rehber tutarım o zaman.“
“Beni kastetmiyorsun, değil mi?“
“Söylesene Saki, balayı için Singapur’a gelmek ister misin?“
“Başkasının balayı bahanesiyle tatile çıkma fikrini aklından bile geçirme.“
Bu kızın aklında neler dönüyor, gerçekten anlayamıyorum.
Kısa bir mola verdikten sonra ana adaya dönmeye karar verdik. Plaja ulaştığımızda, son bir kez arkamı döndüm. Güneş yavaş yavaş ufka batmaya başlamıştı ama gökyüzü hâlâ mavi görünüyordu. Japonya’da şu an hava muhtemelen alacakaranlığa dönüyordur.
“Hâlâ aydınlık, değil mi?“
“Akşam yediyi geçtikten sonra bile güneş epey yukarıda duruyor.“
“Singapur’da güneşin yaklaşık 7:20’de battığını duymuştum,“ dedi Satou-san.
“Hm? Ryou-chan, bunu internetten mi baktın?“
“Evet.“
“Aa, doğru ya! Burada Wi-Fi var… Ah!“ Maaya birdenbire bir şey hatırlamış gibi bana döndü. “Burada kalmak ister misin?“
“Huh?“
Ne demek istiyor?
“Burası toplantı noktasına sadece bir durak uzaklıkta, biz önden gidelim mi? Seni hediyelik eşya dükkânında bekleriz.“
Maaya’nın sözleri, Asamura-kun’a gönderdiğim mesajları hatırlamama neden oldu.
“Şu an Palawan Plajı’na gidiyoruz.“ “Orada bekleyeceğim, eğer yer değiştirirsek haber veririm.“
Eğer tekrar hareket ettiğimizi söylemezsem, burada kalıp beklemek zorunda kalırım çünkü Palawan Adası’nda Wi-Fi çekmiyordu. Şimdi haber vermezsem, burada tamamen bağlantısız kalacağım.
“Burası muhtemelen en güzel manzaraya sahip son durağımız.“
“Ah, yoksa biriyle mi buluşacaksın?“ Satou-san’ın sözleri kalbimin hızla atmasına sebep oldu.
“Nasıl anladın…?“
“Bu zamana kadar sürekli huzursuz görünüyordun.“
Bunu duyan Maaya kahkahalarla güldü.
“Saki, sanırım ‘Soğuk kız’ tavrını bırakmanın zamanı geldi!“
Soğuk kız mı…? Bu nasıl bir lakap? Kendimi hiç soğuk ya da mesafeli biri olarak görmemiştim. Sadece, hayatımı başkalarının etkisiyle oradan oraya savrulmadan yaşamak istiyordum.
“Güneş hâlâ batmadı. Burada kalırsan onu kolayca görebilirsin ama buluşma saatine kadar dönmeyi unutma.“
“Ben de birkaç hediyelik eşya almak istiyorum,“ dedi Satou-san.
“Onu da hallederiz, sorun değil! Neyse… sonra görüşürüz, Saki.“
“Eğlen!“
“…Huh? Gerçekten emin misiniz?“
Daha ağzımı bile açamadan, Maaya ve Satou-san arkasına bakmadan uzaklaştılar. Maaya, bana bir başparmak işareti yapıp sessizce dudaklarını oynatarak “Bol şans“ dedi. Cidden, daha ısrarcı olamazdı… Onların ana yola doğru yürüyüşünü izlerken iç çektim ve telefonumu çıkardım. Evet, Maaya’nın dediği gibi hâlâ Wi-Fi bağlantım vardı. Ama ne bir arama ne de bir mesaj gelmişti.
Etrafıma göz gezdirip tekrar asma köprüye yöneldim. Köprünün tam ortasına vardığımda durdum.
Güneş ufka doğru inmeye devam ediyor, giderek küçülüyordu. Ve suyun ortasında, köprünün tam merkezinde durduğumda, sanki tamamen kendime ait bir dünyaya girmiş gibi hissettim. Başımın çok yukarısında uçan kuşların seslerini, dalgaların birbirine çarpmasını ve rüzgârın köprünün ağları arasından geçerken çıkardığı ıslık sesini duyabiliyordum. Uzaklardan bir geminin düdüğü ara ara yankılanıyordu.
Saat ilerledikçe çoğu turist günün sonuna doğru dönüş yoluna koyulmuş olmalıydı; köprüden geçen kimse yoktu, bu da çevremdeki seslere tamamen odaklanmamı sağladı. Plaja doğru baktığımda, hâlâ birkaç grubun oyalanmaya devam ettiğini gördüm. Ve sonra bana yaklaşan sesler duydum. Palawan Adası’ndan bir erkek ve bir kadın geliyordu, bu yüzden hızla kenara çekildim. Yeni evli bir çift olmalıydılar. El ele tutuşmuş, birbirlerine gülümseyerek yürüyerek yanımdan geçerken nazikçe “Affedersiniz“ dediler.
Geçip gittiklerinde, göz ucuyla onlara bir kez daha baktım. Onlar da, az önce benim baktığım gibi, batan güneşe hayranlıkla bakıyorlardı.
Deniz iki yanını da sarmışken, ufukta güneşin batışını izlemek gerçekten de nadir görülen bir manzaraydı. Eminim bu, onlar için harika bir anı olacaktır. Birkaç adım daha attıktan sonra, tıpkı benim gibi batıya döndüler. Adam, yanındaki kadının omuzlarını sımsıkı sardı, birbirlerine baktılar ve—
Kendimi fazla uzun süre bakarken yakaladım, panikle gözlerimi kaçırdım.
Böyle bakmak pek kibar bir şey değil. Neyse ki, çift sonunda birbirinden ayrılıp köprünün diğer tarafına doğru yürümeye devam etti. İçimde bir rahatlama hissiyle derin bir nefes verdim. Sanki varlığımı bile umursamamışlardı. O an Japonya’dan ne kadar uzakta olduğumu fark ettim. Bu his, yabancı bir ülkede olmamızdan mı kaynaklanıyordu? Yoksa tamamen birbirlerine odaklanmış olmalarından mı? Belki de benim değer yargılarım fazla gelenekseldi.
“Ne güzel…“
Kendi kendime mırıldandığımı fark edip hızla ağzımı kapattım. Panikle etrafıma bakındım, acaba biri duymuş muydu?
İstekler ve mantık arasındaki denge—hangi çağda olursa olsun, bunlar neredeyse hep paralel çizgiler gibi ilerliyordu.
Shirakawa no kiyoki ni gyo mo sumikanete Moto no nigori no Tanuma koishiki
Japonya tarihi dersinde öğrendiğim yüzeysel bir bilgiyi hatırladım. İnsanların başkalarının önünde içlerinden geldiği gibi davranmaları bana, insanların nihayetinde içgüdüsel varlıklar olduğunu düşündürdü ama buna kıyasla, ben hâlâ Asamura-kun konusunda tereddütlüydüm. Kendi isteklerimde fazla ileri gitmekten mi korkuyorum? Hayır, asıl korktuğum şey, kendi arzularımı açıkça kabul etmek. Halbuki birbirimize uyum sağlamanın ne kadar önemli olduğunu söylemiştik.
Ve bunun mümkün olabilmesi için, en başından itibaren dürüst olmalıydım. Başkalarının beni sevip sevmemesinden bağımsız olarak, kendi isteklerimi ortaya koymalıydım. Sonrası… Sonrasını sonra düşünürdüm. Belki de fazla acele ediyordum.
Telefonumu sıkıca kavrayarak köprüden aşağıya indim. Plaja ulaştığımda hâlâ Wi-Fi bağlantımın olup olmadığını kontrol ettim.
Buluşma yerimizi olabildiğince net belirttim ama “Burada bekliyorum“ demek yerine daha doğrudan bir şekilde ondan gelmesini istedim. Hemen ardından mesajımın okunduğunu gösteren bir bildirim geldi.
“Beklettiğim için üzgünüm. Şu anda yoldayım.“
…Ne?
Hızla başımı kaldırdım ama uzakta onu göremedim. “Şu anda yoldayım“ dedi ama bu ne kadar sürecek? Endişeyle tekrar köprüye doğru koştum.
Güneş, ufkun arkasına doğru kayboldukça gölgem giderek uzuyordu. Gece karanlığının beni yavaşça sarmaladığını hissettim. İçimde yükselen heyecan ve sabırsızlık, bir tür huzursuzlukla birleşiyordu.
O anda asma köprü sallandı. Yaklaşan ayak sesleri duyuluyordu. Batmakta olan güneşten gözlerimi ayırıp arkamı döndüm. Nefes nefese, ter içinde kalmış bir çocuk bana doğru koşuyordu. Göğsüm sıkıştı. Sadece siluetine bakarak onun kim olduğunu anlayabiliyordum.
“Asamura-kun…“
Zor nefes alarak, gözleri kısılmış şekilde bana doğru koştu ve konuştu.
“Üzgünüm… Çok geciktim…“
Onu görmek içimi rahatlatmıştı. İçimi dolduran tüm endişe ve kaygılar bir anda uçup gitti ama yine de aklımda pek çok soru vardı. Bu kadar gecikmesine ne sebep olmuştu? Neden bu kadar geç kaldı? Aklımda sayısız soru dönüp duruyordu, oysa biliyordum—Asamura-kun’un geç kalması için mutlaka geçerli bir nedeni vardı. Mantığım bunu söylüyordu ama fark ettim ki, sürekli kendimi bastırarak bazı şeyleri dile getirmemek, duyguların iletilmesini engelliyordu.
Az önce içimi kaplayan huzursuzluk ve sabırsızlık, öylece silinip gitmezdi ve bu duygular… Babam, annemi suçlamak için kullanmıştı. Onunla çatışmış, öfke nöbetleri geçirmiş, onu küçümsemişti ve işte her şey böyle sona ermişti.
“Uzun süre bekledim,“ dedim. Asamura-kun’un yüzü, pişmanlıkla gerildi.
Annemin yıllar önceki yüz ifadesini onunkinde görebiliyordum. Bu yüzden devam ettim.
“Benim için geldin, o yüzden...“ Söylemem gereken daha da önemli bir şey olduğunu hatırladım.
Adımlarımı ona doğru attım ve iki kolumu da açarak ona sıkıca sarıldım.
“Birbirimizi görebildiğimiz için çok mutluyum.“
Ve batmakta olan güneşin rengi gökyüzüne karışırken, siluetlerimiz tek bir gölgeye dönüştü.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.