Yukarı Çık




80   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   82 


           
19 Şubat (Cuma) – Okul Gezisi 3.Gün
– Asamura Yuuta





Maru ve Yoshida’nın dünkü olaylardan sonra erkenden kalkacaklarını tahmin etmiştim. Üstelik hemen maceralarına atılacaklarını da… Gerçi bu, otelin içindeki markete gitmekten ibaretti. Odada tek başıma kalacağımı bildiğim için alarm kurmuştum—Ama çalmamıştı. Gözlerimi açtığımda masanın üzerindeki saate baktım… ve saatin sabah 7 olduğunu fark ettim. Kahvaltı vakti geldiğini anladığımda ise panikledim.

Şimdiden 7 mi olmuş?! Başım hâlâ sersem gibiydi ve telaşla telefonumu aramaya başladım. Perdeler kapalıydı—muhtemelen diğer ikisi beni uyandırmamak için kapatmıştı—bu yüzden oda karanlıktı. Telefonumu bıraktığımı düşündüğüm masanın üzerinde elimle yokladım ama bulamadım. Garip. Odanın ışığını açtım ve sonunda telefonumu şarj aletimle birlikte yerde buldum.

Belki uyurken farkında olmadan ittim ya da bir deprem sırasında düştü… Yok, Singapur’da çok fazla deprem olmaz. Demek ki kazayla düşmüştü. Ekranı açmaya çalıştım ama açılmadı. Muhtemelen şarja takmamıştım ve şu an pili tamamen bitmişti. Panik seviyem iyice arttı. Eğer bir mesaj geldiyse ya da bir bildirim aldıysam, göremeyeceğim. Ya Ayase-san mesaj attıysa ve ben fark etmediysem—Tamam, sakin ol. Telefonumu şarja taktım ve açılmasını bekledim. Ekranda tanıdık bir logo belirdi. Sonra bir mesaj aldığımı gördüğüm an, kalbim hızla çarpmaya başladı.

“…Sadece Maru, huh.”

Bana kahvaltı vaktinin geldiğini haber vermişti ama aldığım tek mesaj buydu. Emin olmak için LINE’da dünden beri yeni bir mesaj olup olmadığına baktım ve ardından odadan çıktım. Telefonumun şarjı bittiği için onu prizde bırakmak zorundaydım.

“Yo, Asamura. Bugün biraz geç kaldın ha?”

“Telefonumun şarjı bitti,” diye yanıtladım ve açık büfeden yemek almaya başladım.

Kahvaltımı yerken düşünmeye başladım. Bu kısa sürede telefonumun tamamen şarj olması mümkün değil ama tamamen dolmasını beklemek için de odada kalamam. Gruplar hâlinde hareket etmekte özgürdük ama tüm gün odada kalırsam, insanlar hasta olduğumu düşünebilir.

“Maru, kahvaltıdan sonra markete uğrayacak vaktimiz var mı sence?”

“Bugün çok sıkı bir programımız yok, sorun olmaz. Ne oldu? Miden mi bozuldu?”

Olsa bile, bunu böyle pat diye söylemese keşke.

“Bende acı haplar var, istersen verebilirim.”

“Hayır, iyiyim. Taşınabilir bir şarj aleti lazım. Orada satılıyor mu diye merak ettim.”

“Zaman açısından bir sıkıntı olmaz. Sentosa Adası’na gidip gelmenin birçok yolu var. Toplanma noktasına geç kalmadığımız sürece sorun yok.”

“Anladım.”

“Yedek pilim var, istersen kullanabilirsin,” diye teklif etti Maru ama reddettim.

Muhtemelen acil bir durumda ona lazım olur.

“Bu arada, kızlar nerede?”

Dün, altımız kesinlikle kahvaltıyı birlikte yemiştik. Maru çenesiyle yan tarafımı işaret etti ve bakmamı söyledi. Döndüğümde, üç masayı birleştirerek oluşturdukları büyük bir kız grubunu fark ettim. Görünüşe göre bir tür toplantı yapıyorlardı. Üstelik yalnızca bizim sınıftan değillerdi, farklı sınıflardan gelenler de vardı.

“Birlikte mi dolaşacaklar ?”

“Öyle görünüyor.”

“Güzelmiş.”

Planlı olmak her zaman iyidir.

“Shinjou yine her zamanki gibi popüler.”

“Shinjou mu?”

Maru’nun bu sözü üzerine gruba tekrar baktım ve aralarında birkaç erkek olduğunu fark ettim. Tam ortalarında ise yan sınıftan Shinjou vardı. Başını kaldırınca göz göze geldik ve bana el salladı. Ben de nezaketen karşılık verdim.

“Dur bir saniye… Siz ikiniz birbirinizi tanıyor musunuz?” diye şaşkın bir ifadeyle sordu Yoshida.

“Eh, sayılır.”

“Cidden ya, nasıl oluyor da bir kız grubuna bu kadar kolay karışabiliyor? Kıskanıyorum.”

“Gerçekten mi?”

Sonuçta araları iyi olduğu için değil mi? Ama bu kadar büyük bir grubun parçası olmak bana sadece yorucu gelirdi.

“Bana öyle bakma. Neden bu kadar rahatsın sen? Resmen sevgilin varmış gibi davranıyorsun!”

“Hah? Öyle davranamaz mıyım?”

“Yasak değil tabii ama… Rakiplerim azalırdı en azından. Ama Asamura… Sen neden bu kadar sakin davranıyorsun? Yoksa gerçekten bir kız arkadaşın mı var, seni hain?!”

Panikle birkaç kez başımı salladım. Neyin krizini yaşıyor bu şimdi? Daha kahvaltı yapıyoruz.

“Yemin ederim… Ben de bir kızla takılmak, eğlenmek istiyordum ama gençliğim kül grisi gibi sönük. Hayaller dünyasında koşturup bir fareyi kovalarken el ele tutuşmak istiyorum.”

O zavallı fareyi rahat bırak. Suçu neydi ki?

“Hey, Maru. Şu engin bilgilerinle bana iyi bir lanet öğretemez misin? Mesela yirmi yıl içinde kel kalmasını ya da kilo almasını sağlayacak bir şey? Fark etmez, ne varsa.”

Oldukça spesifik lanetler bunlar.

“Lanetlerden pek anlamam ama belki ‘Eko Eko Azarak’, ‘Elohim Essaim’ ya da ‘Öcümü alacak ve yerine getireceğim!’ gibi bir şeyler olabilir? Her neyse, bu işten vazgeçsen iyi edersin.”

“Neden?”

“Düşünsene, ne olacağını bilemezsin. Ya dün karşılaştığımız grup gibi bir ekiple yine karşılaşırsak? Onları da mı lanetleyeceksin?”

“Bu… doğru!”

Yoshida’nın yüzü bir anda aydınlandı, sanki içi biraz olsun rahatlamış gibiydi. Sanırım işe yaradı.

“Asamura, o sadece sıradan insanların saçmalıklarını geveleyip duruyor. Dikkate alma.”

“Gerçekten mi?”

Ama epeyce içlenmiş gibi görünüyordu.

“Unutma: İçinden geldiği gibi konuşan, arzularını açıkça dile getiren kişilere ‘normie’ denir. Bizim gibi gölgelerde yaşayanlar ise düşüncelerimizi dile getirecek cesarete sahip değiliz.”

Hımm… Bir yandan mantıklı geliyor ama bir yandan da pek değil.

“Yani… Bu senin için de geçerli, Maru?”

“Yorum yok.”

Kahvaltımızı bitirdikten sonra Maru ve Yoshida odaya geri döndü, ben ise markete gidip taşınabilir bir şarj aleti aldım. Gayet iyi çalışıyordu ve pille de çalışabiliyordu. Birkaç pil de aldığım için gün boyunca idare ederim diye düşündüm. Odaya geri döndüm ve telefonumu kontrol ettim; şarjı %20’yi geçmişti. Tahmin ettiğim gibi, çıkış saatine kadar tam dolmayacak. Ayrıca, Ayase-san’dan da herhangi bir mesaj gelmemişti. Sabah yoğun olduğunu tahmin ediyorum.

Otobüsümüz şu anda Sentosa Adası’na doğru ilerliyordu. Yolculuk sırasında Ayase-san’dan yeni bir mesaj geldi.

“Müsait olduğunda bana haber ver.“

Muhtemelen gruptan ayrılacak bir fırsat yakaladığımda onu aramamı istiyor. Eğer tahminim doğruysa, şu an onlar da Sentosa Adası’na geçmek için köprüyü geçiyor olmalılar. Hatta bizden bir veya iki otobüs önde ya da geride bile olabilirler. Sonuçta bu tür toplu taşıma araçlarında ücretsiz Wi-Fi oluyor. O yüzden mesajı hemen ulaşmalı, değil mi? Peki ya o, mesajı hemen okuyabilecek durumda mı?

“Asamura.”

Otobüste yanımda oturan Maru aniden adımı seslendi ve o kadar irkildim ki telefonu neredeyse elimden düşürüyordum.

“Ne oldu?”

“Bugün istediğimiz gibi dolaşabileceğimizi söylemiştim ama senin planın ne?”

“Huh? Zaten karar vermemiş miydik?”

“Ah, doğru ya. Hm, hmmm,” diye mırıldandı Maru, telefonuna bakıp ekranda bir şeyler kaydırırken.

“Hediyelik eşyalarını aldın mı?”

“Huh? Yarın almayı düşünüyordum.”

Yarınki programımız oldukça rahattı çünkü tek yapmamız gereken eve dönmekti. Ancak, havaalanında biraz ekstra zamanımız olacaktı ki hediyelik eşya alabilelim. Aileme küçük bir şeyler almayı düşünüyordum ama akrabalarımı pek sık görmediğim için fazla bir şey almama gerek yoktu. Yine de iş arkadaşlarıma bir şeyler almak zorundaydım, özellikle de beni dikkatle (?) kollayan kıdemlime.

“Onu demedim,” dedi Maru sesini alçaltarak. “Kız kardeşin için diyorum.”

…Huh? Dürüst olmak gerekirse, aklımdan bile geçmemişti. İlk başta, benim yeni bir küçük kız kardeşim olduğunu biliyordu ve onu çok daha küçük biri sanıyordu ama artık bu kız kardeşin Ayase-san olduğunu öğrenmiş olması gerekirdi.

“Aynı yere gittiğiniz birinden neden hediyelik eşya alırsın ki…?”

Hediyelik eşyalar, diğer kişiye yaşamadıkları bir deneyimin küçük bir parçasını sunmak içindir. Benimle aynı gezide, Singapur’da olan Ayase-san için neden bir hediyelik eşya alayım ki?

“Sanırım kendimi yeterince açık ifade edemedim. Ona özel bir şey almayı düşünüyor musun, onu soruyorum. Eminim güzel bir anı olur.”

“Ah.”

Demek bunu kastetti. Ne demek istediğini anlıyorum. Ortaokuldayken birbirimize tahta kılıçlar ya da flamalar alırdık. Şimdi düşündüğümde, büyük ihtimalle o anın heyecanıyla almıştım ama odamda duran flamaya her baktığımda, o zamanlardaki sınıf arkadaşlarımı hatırlıyorum ve ne kadar aptalca şeyler yaptığımızı düşünüp gülümsüyorum. Bu gezinin anıları, huh? Sanırım bunu birlikte almak daha anlamlı olur. Ya da ona küçük bir hediye olarak verebilirim. Eğlenceli bir fikir gibi geldi.

“Önerin var mı?” diye sordum Maru’ya.

“Güzel soru. Yoshida ve ben şimdi USS’ye gideceğiz, orada ve çevresinde bir sürü mağaza var.”

USS, Universal Studios Singapore’un kısaltmasıydı. Muhtemelen Sentosa Adası’nda görülmesi gereken yerlerin başında geliyordu. Birçok öğrencinin de oraya gitmek isteyeceği kesindi. Aslında bizim gruptaki kızlar da oraya gideceklerini söylemişlerdi. Belki Ayase-san da oradadır. Eğer öyleyse, gruptan sıyrılıp onunla buluşmam kolay olur.

Şu anki hızımıza bakılırsa adaya öğle vakti varacağız. Ayase-san’ın öğle yemeğini nerede yiyeceğini bilmiyorum ama onunla buluşmadan önce benim yemeğimi halletmem iyi bir fikir olabilir. Ona bir hediye almak da sürpriz olması açısından güzel olur, o yüzden şimdilik bundan bahsetmemeye karar verdim. Tüm bunları kafamda oturttuktan sonra Ayase-san’a bir mesaj gönderdim.

“Geç yanıt verdiğim için üzgünüm! Öğleden sonra gruptan ayrılıp seninle buluşacağım!”

Mesajı hemen okudu ve yanıtladı.

“Zaman ayırmak için kendini zorlamak zorunda değilsin. Sadece ne zaman uygun olursan bana haber ver.”

Bunu okuduktan sonra Maru’ya dönüp, “Ben de sizinle USS’ye geliyorum,” dedim.

Girişte, Maru ve Yoshida’dan ayrıldım. Önce alışveriş merkezine gidip bir şeyler atıştırdım, sonra da hediye almak için içeride dolaşmaya başladım. Acaba Ayase-san ne alsam mutlu olurdu? Bir peluş oyuncak mı? Bir takı mı? Şık bir parfüm belki? Yok, bunlar değil. Bu seferki anahtar kelime “anılar“ olmalı. Yani, ona on yedi yaşındayken (teknik olarak) birlikte Singapur’a geldiğimizi hatırlatacak bir şey. Eğer çok fazla USS temalı bir şey alırsam, yanlışlıkla Osaka’dan alınmış bir hediyeyle karıştırabilir. O yüzden bu ülkeye özgü bir şey olması daha iyi olur…

Etrafıma baktım ve Merlion anahtarlıkları gördüm. Gerçekten de Singapur’dan getirilecek mükemmel bir hatıra gibi duruyordu ama… ortaokulda aldığım flamadan çok da farklı hissettirmedi. Yine de ne olur ne olmaz diye iki tane aldım. Sonuçta elim boş dönmektense bir şey almak daha iyi. Ödemeyi yaptıktan sonra gerçekten özel bir hediye bulmak için dışarı çıkmaya karar verdim ama tam o sırada telefonum titredi. Ekrana baktığımda Maru’dan bir mesaj ve cevapsız bir çağrı gördüm. Acil bir şey olmalıydı.

“Evet, buyur—”

Daha cümlemi bile tamamlayamadan Maru konuştu.

“Girişe geri dönebilir misin?”

“—Dönüyorum.”

Hemen mağazadan fırladım ve alışveriş merkezinin içinden hızla geçerek girişe doğru koştum.

“Lütfen acele et. Birisi kansızlıktan bayıldı.”

“KİM?”

“Adını bilmiyorum. Hm?”

Biri Maru’yla konuşuyor olmalıydı.

“—Makihara. Yan sınıflardan birinin grubunda olan bir kız. Kalabalık bir grup gördüm ve ne olduğunu sordum, onlar da—”

“Anladım, şu an ayrıntılar önemli değil. Durumu nasıl?”

“İyi. Ciddi bir şey deği—”

Maru’nun sözleri yarıda kesildi. Telefona baktım ve çağrının düştüğünü fark ettim. Ya Maru bir yere yürüdü ya da ben kapsama alanından çıktım ama önemli olanı anlamıştım, fazlasına gerek yoktu. Başımı kaldırıp üstümüzdeki yarı saydam tavana baktım. Şu sıralar Singapur yağmur sezonunda olmalıydı ama gökyüzü olabilecek en berrak maviydi ve sıcaklık tehlikeli derecede yüksekti. Boğazım bile hafiften yanmaya başlamıştı. Muhtemelen sıcak çarpmasıydı.

Telefonuma tekrar baktım ama Maru’dan yeni bir mesaj gelmemişti. Yaklaşık on dakika sonra, ilk ayrıldığımız noktaya ulaştım. Kapının diğer tarafında Maru’nun iri siluetini ve etrafında endişeli yüzlerle duran kızları görebiliyordum. Yoshida ise birini sırtında taşıyordu. Bayılan kız kesinlikle oydu.
Son birkaç metreyi hızlanarak geçtim. Tam o sırada Maru beni fark etti ve bana doğru seslendi.

“Üzgünüm, Asamura.”

“Sorun değil. Ne durumda peki?”

“Bir süre serin bir odada dinlenmesini sağladık. Bir görevli gelip durumunu kontrol etti ama şu an bizimle birlikte ve kendini çok daha iyi hissediyor. Sınıf öğretmenine haber verdiler.”

Kızlar başlarıyla onayladı.

“Başka bir yerde de benzer bir durum olmuş, bu yüzden Tsuji-sensei önce oraya gitmiş…”

Anlatılanlara göre, Makihara-san sıcak havaya pek dayanıklı biri değilmiş. Şimdi toparlanmış görünüyordu ama yine de onu otele geri götürmeye karar vermişlerdi.

“Üzgünüm…” diye zayıf bir sesle özür diledi kız.

Maru’nun neden beni çağırdığını anlamıştım ve başımı salladım.

“Yani, onun güvenli bir şekilde otele dönmesini sağlamamı istiyorsunuz?”

Kızlardan biri hemen atıldı. “…Hayır, bunu bizim yapmamız gerekiyor. Yuka bizim grubumuzun bir parçası, sizi bununla rahatsız edemeyiz.”

Demek sorun, onu kimin götüreceğiyle ilgiliydi. Şu an otele geri dönmek, muhtemelen bir daha dışarı çıkamayacakları anlamına geliyordu. Öte yandan, öğretmenler başka yerlerde meşguldü ve onu bu hâliyle tek başına geri göndermek de mümkün değildi.

“Senin başka planların olduğunu bildiğim için yardımını istemekten kaçınmak istedim ama…”

“Anlıyorum. Sen grup liderisin.”

Bugün, bizim grup USS’de. Maru burada kalmalı ki başka bir sorun çıkarsa müdahale edebilsin. Ayrıca, insanlar bilet parası ödemişken birini zorla göndermek kötü olurdu. Benimse sadece stüdyonun yanındaki alışveriş merkezini gezmiş olmam şanstı çünkü giriş ücreti ödememiştim.
Bir de, taksi ücretinin oldukça pahalı olması meselesi vardı.Maru’nun neden beni çağırdığını şimdi daha iyi anlıyordum.

“Evet…Senden yardım isteyebilir miyim? Karşılığını sonra öderim.”

“Dert etme.”

“Onu geri götürme işini ben hallederim. Asamura, sen de eşyalarını al.”

“Huh? Ah, Yoshida!”

Daha ağzımı açamadan Yoshida hiç tereddüt etmeden bilet turnikesinden geçti. En çok şaşıran ise sırtında taşıdığı kızdı.

“Um! Yürüyebilirim aslında, o yüzden—”

“Merak etme, merak etme. Ben bu işlerde iyiyim. Hem zaten çıktım bile. Seni arkada bıraktığım için üzgünüm, Maru.”

“Benim için sakıncası yok… Neyse artık. Asamura, al bunlar Yoshida’nın eşyaları. Peki, kızın eşyaları nerede?”

Kızlardan biri bana muhtemelen Makihara-san’a ait olan sırt çantasını uzattı. İçinde birkaç şişe su ve temel ilaçlar vardı. Kızların grup lideri de bizimle gelmek istediğini söyledi.

“Eğer çok zorlanırsan ben de onu taşıyabilirim, biliyorsun değil mi?”

“Ben hallederim, sıkıntı yok. Sen bizim otele sağ salim dönmemize odaklan.”

“Ahhh.”

Evet, İngilizce meselesi. Yoshida’nın İngilizcesi pek iyi değildi. Ona kıyasla ben en azından temel düzeyde iletişim kurabilecek durumdaydım. Kızların grup lideri de İngilizcesine çok güveniyor gibi görünmüyordu.

Öncelikle, taksi durağını aramaya başladık. Neyse ki bilet turnikesinin çok uzağında değildi, ki bu da böyle popüler bir turistik yer için beklenen bir şeydi. Singapur’daki taksi kapılarının otomatik açılmadığını hatırladım, bu yüzden önce arka kapıyı açtım ve diğer üç kişiyle birlikte taksiye bindim. Klima havası tenime çarpınca rahatlamışcasına derin bir nefes verdim.
Zayıf bir özür dileme sesi duydum, ardından Yoshida’nın kızı neşelendirmeye çalıştığını fark ettim.

Şoföre otelin adresini söyledim ve geldiğimiz yolun tersinden geri dönmeye başladık. Tüm yol boyunca Makihara-san tekrar tekrar özür diledi ama Yoshida her defasında, “İhtiyaç anında birbirimize yardımcı olmalıyız,” diyerek onu teselli etti.

Kısa süre sonra otele ulaştık. Maru’nun önceden haber vermesi sayesinde bir öğretmen bizi lobide bekliyordu ve Makihara-san’ı teslim aldı. Kızların kaldığı kat bizim için girilmesi yasak bir bölge olduğundan, bu gayet anlaşılır bir şeydi.
Ayrılmadan önce yüzü hâlâ solgun görünen Makihara Yuka-san ve kız grubunun lideri bir kez daha özür dileyip bize teşekkür etti. Öğretmen ve grup lideri, ardından Makihara-san’ı odasına götürdüler.

“En azından onu odaya kadar taşımama izin verselerdi.”

“Buradan bile hayal kırıklığını ve gizli niyetini hissedebiliyorum.”

“Yalan söylemeyeceğim, evet.”

“Çok belliydi.”

“Neyse, önemli olan onu güvenli bir şekilde geri getirebilmemiz,” dedi Yoshida gülümseyerek, ben de başımı salladım. “Peki, şimdi ne yapacaksın, Asamura?”

Yoshida yorulduğunu ve biraz kestirmek istediğini söyledi. Sonuçta, taksi yolculuğu haricinde kızı hep o taşıdı. Gerçekten iyi iş çıkarmıştı ama bana gelince…

Bir şeyi unuttuğumu fark ettim ve hemen telefonumu çıkardım. İki yeni mesajım vardı. İkisi de Ayase-san’dan.

“Şu an Palawan Plajı’na gidiyoruz.”

“Orada bekleyeceğim, eğer yer değiştirirsek haber veririm.”

Ah, lanet olsun. O mesajdan bu yana kaç dakika geçti?!

“Benim gitmem lazım.”

“Hah?”

“Adaya geri dönüyorum. Sonra seninle iletişime geçerim, Maru’ya da haber ver!”

“...Ne? Hey, Asamura?!”

Yoshida’nın arkamdan seslendiğini duydum ama otelden fırlayıp koşturmaya başladım. Hemen harita uygulamamı açıp Palawan Plajı’na en kısa rotayı kontrol ettim. Tamamen yürüyerek gitmek iki saat on dakika sürüyordu—Bu imkânsız.
Metro ve monorail kullanmak… Bir saat sürecekti.

“Taksi tutmak en hızlısı olmaz mı?”

Harita uygulamasına baktım ve taksiyle gitmem yaklaşık otuz dakika sürecekti. Hemen otelden çıkar çıkmaz ilk gördüğüm taksiyi çevirdim ve beni Sentosa Adası’ndaki Palawan Plajı’na götürmesini istedim. Ayase-san’ın tam olarak nerede beklediğini bilmiyordum, ama burası en iyi ihtimaldi.

Şanslıydım ki henüz Ayase-san’a bir hediye almamıştım, yani param yeterdi—Ah. Sadece anahtarlık almıştım! Dişlerimi sıkarak pişmanlık içinde hediyeyi almaktan vazgeçtim.

Şu an en önemli şey, Ayase-san’ın beni bekliyor olmasıydı. Telefonuma bakarak mesajları tekrar kontrol ettim, arada bir camdan dışarı göz gezdirdim. Burada Wi-Fi yoktu, ne yazık ki…

Ayase-san Palawan Plajı’nda olduğunu söyleyen mesajı attığından beri yeni bir mesaj almamıştım. Hâlâ orada mıydı? Yoksa yerini değiştirmiş miydi? Bilmiyordum ama acele etmeliydim.

Zaman her zamankinden daha hızlı akıyor gibi geliyordu ama araba sanki çok yavaş gidiyordu. Sentosa Adası’na giden bu köprü önceden de bu kadar uzun muydu?

Sonunda adaya girdik ve sağ tarafımda USS’nin girişini gördüm. Taksici yoluna devam ederken birden bir şey sordu. Onun sözlerini doğrudan çevirmeye çalıştım, tıpkı Ayase-san’ın yaptığı gibi. Böyle alıştırmaların gerçekten işime yarayacağını hiç düşünmemiştim. Eğer tahminim doğruysa, büyük ihtimalle plajın neresinde inmek istediğimi soruyordu…

“Plajı görene kadar devam et.“

“Zaten görebiliyoruz.“

Hah? Şoförün işaret ettiği yöne baktım. Sağımda ve solumda, ileride biraz mavi gökyüzü görünüyordu. Ve ufuk çizgisinde, yavaş yavaş yoğunlaşan o renk… Denizdi.

“O zaman bu yolu takip edin. Ta ki tamamen görebilene kadar.“

Şoför başını salladı. Yavaş ama istikrarlı bir şekilde, gözümün önündeki deniz büyümeye başladı. Sonunda terminale ulaştık ve taksiden indim. Ücreti ödedikten sonra yaya yoluna çıktım. Nereye gideceğimi bilmediğim için hemen telefonumu kontrol ettim.

Wi-Fi’ye bağlanabiliyordum. Güzel ama… Yeni bir mesaj gelmemişti.

Öncelikle, Maru’ya nereye gittiğimi açıklamam gerektiğini düşündüm. Muhtemelen adaya geri döndüğümü bilmiyordu. Ayrıca, Ayase-san’la buluşmaya gittiğimi de bilmediğinden, benim için endişelenebilirdi. Rastgele bir yere koşmaya başlamamak için kendimi zor tutarken ona mesaj attım. Tam o sırada yeni bir mesaj geldi.

“Palawan Plajı’ndaki asma köprüde seni bekliyorum. Lütfen gel.“

Panikle hemen yanıt yazdım.

“Beklettiğim için üzgünüm. Şu anda yoldayım!“

Ve koşmaya başladım.

Palawan Plajı’nda, denize doğru çılgınca koşan Japon bir lise öğrencisi… Dışarıdan görenler ne düşünürdü acaba? Suisei Lisesi’nin itibarına zarar veriyor olabilir miydim? Bunu düşününce biraz kötü hissettim ama o an önemli olan tek şey Ayase-san’dı.

Koşarken cebimdeki telefon titredi. Bir yandan hızımı kesmeden çıkarıp baktım.Maru’dan bir mesajdı. Muhtemelen Yoshida ona haber vermişti. Bana tek bir satır yazmıştı.

“İlişkisi olan herkes böyle yapar, o yüzden dert etme. Hatta senden yardım istediğim için özür dilerim.“

Maru’nun “ilişki“ kelimesini kullanması beni bir an afallattı ama bunu sorgulayacak vaktim yoktu. Telefonu cebime geri tıkıştırıp koşmaya devam ettim.

Ayase-san’ın mesajını hatırladım.

Beni doğrudan çağırmıştı. Daha önce hiç bu kadar açık ve net bir istekte bulunduğunu görmemiştim. Bu mesajı yazarken neler hissetmiş olabileceğini düşündükçe, durmam imkânsızdı.

“Tüm çiftler böyle yapar“—Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum ama en azından, sırf havalı görünmek için Ayase-san’ı yalnız ve üzgün hissettiremem.

Palawan Plajı’na doğru koşmaya devam ettim. Yaklaştıkça, etraftaki insan sayısı arttı. Her geçtiğimde yerel halk, diğer turistler ve çiftler dönüp bana bakıyordu. Baktıklarını hissedebiliyordum. Ama bu umurumda bile değildi. Belki aradakilerden bazıları sınıf arkadaşlarım bile olabilirdi ama ne fark ederdi? Bizi fark etseler de, varsın merak etsinler.
İlişkimizin açığa çıkması umurumda bile değil.
Çünkü en önemli şey—Saki’ye verdiğim sözü tutmaktı.

Sıcaklık biraz düşmüştü, bu yüzden hiç durmadan koşabildim. Plaja vardığımda, güneş batı ufkunun altına inmeye başlamıştı. Asma köprü nerede? Sağıma soluma baktım ve ana adayı uzaktaki küçük bir adaya bağlayan dar bir çizgi gördüm, suyun hemen üzerinde asılı duruyordu. Yaklaştıkça, bunun gerçekten bir asma köprü olduğunu fark ettim ve tam ortasında duran tanıdık bir siluet gördüm.

Köprünün çevresi ağaçlarla kaplıydı, bu yüzden bir anlığına görüşüm kapanmıştı. Birkaç turist bu ağaçların önünde toplanmıştı ama hiçbiri köprüyü geçmeye yeltenmiyordu. Sadece köprünün girişinde tabelanın yanında duran bir görevli vardı. Beni selamladı ve dikkatli olmamı söyledi…sanırım. Teşekkür edip yürümeye devam ettim ve sonunda, köprünün başlangıcına vardım.

Ortada duran kız, batmakta olan güneşi izliyordu. Şimdi ise yavaşça bana döndü. Kısa ama canlı renkli saçları, arkasındaki küçük adanın yeşilliğiyle parlak bir kontrast oluşturuyordu. Bana bakıyordu. Göz göze geldik. Hemen yanına koşmak istedim. Ama köprüye adım attığım an, altımdaki zeminin sallandığını hissettim. Onu ürkütmek istemiyordum ama çok da yavaş hareket edemezdim. Her adım attıkça, köprünün altında küçük bir titreşim hissediyordum. Saki’nin yüzündeki şaşkınlık bir an içinde sevince dönüştü ama sonra başını yana çevirdi ve sonunda yanına vardım.

“Üzgünüm… Çok geciktim…” dedim, nefes nefese kalmış halde. Başını kaldırıp bana baktı.

“Uzun süre bekledim,” dedi, gözleri ışıldarken.

Kızgındı. Bunu anlıyordum. Gözler, sözlerden daha fazlasını söyler, derler ya, işte tam olarak öyleydi. Dünyadaki hiçbir çeviri yazılımı şu an hissettiklerini bana bundan daha iyi aktaramazdı. Narasaka-san haklıydı. O zaman da öyleydi, şimdiki gibi. Onun ifadeleri kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu ama öfkeyle parlayan bakışları anında kayboldu ve yeniden gözlerini kaçırdı.

“Tüm duygularımı sana zorla kabul ettirmem adil değil, huh?”

“Hayır, dürüst olman beni mutlu ediyor,” dedim ve ona biraz daha yaklaştım.

Küçük omuzlarının titrediğini görebiliyordum. Ne kadar yalnız hissetmiş olabileceğini doğrudan hissedebiliyordum.

“Üzgünüm,” diye fısıldadım ve ellerimi omuzlarına koydum. Başını iki yana salladı.

“Benim için geldin, o yüzden…” dedi ve bir adım attı—kollarını sırtıma dolayarak.

“Birbirimizi görebildiğimiz için çok mutluyum.”

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjInO-d_8Ct2edXHGrZRA1qXJSfB_gQfYwrDoHyaSo1e84JbgtqCCSHt2L07LqmuwTSSbROlDCdCtFmxOjkwAfH4EBDtE3Evplb_rO_378RWXcupuyGSwQJMecR4_oh2S1qLfzKT9IkljuaQPiKf36hv-JyFXEsuUWFNkPRbV3aC4eNIROmIm9fZNFx0Q/s2048/Chapter%2010.jpeg

Yüzünü göğsüme gömdü, bu yüzden hangi ifadeyi yaptığını göremiyordum. Ben de kollarımı ona doladım ve kendime doğru çektim. Sonra başını kaldırdı, aramızda sadece birkaç santim vardı.
Göz göze geldik, başlarımızı salladık ve sonra düşünmeyi bıraktık.

Batan güneşin kızıl ışığında küpesinin parladığını hatırlıyorum ama başka hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Sadece dudaklarımızın üst üste geldiğini ve uzun bir öpücüğü paylaştığımızı biliyorum.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


80   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   82