Yukarı Çık




92   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   94 


           
1 Haziran (Salı) – Asamura Yuuta





Sınıf bugün çok daha aydınlıktı.

Haziran ayıyla birlikte, koyu renkli ceketlerimizi çıkarıp daha açık renkli üniformalara geçtik.

Havalar da ısınmaya başladı. Bugün, güneşin altında duruyormuş gibi sıcak bir gündü, bu yüzden sınıfın pencereleri daha sabahın erken saatlerinden itibaren ardına kadar açıktı.

Ruhumuzu canlandıran bir mevsim.

…Ama o gün, Suisei Lisesi’nin üçüncü sınıfları için tam tersi bir hava hâkimdi. Kasvetli, bulutlu bir gökyüzü ve beklenen yağmur ihtimaliyle mücadele ediyorduk.

Okul çıkışı etüt saatindeydik ve sınıfın içinde bir uğultu vardı. Konuşmaların tonu hem sevinç hem de hayal kırıklığı içeriyordu. Normalde sınıftaki gürültüyü bastırmak için bağıran sınıf öğretmenimiz bile bu kez sessizliği sağlamak için bir çaba göstermiyordu.

Bunu garip bulmadım. Önümde duran kağıda bakarken düşündüm—Ara sınav sonuçlarım.

Aslında, her dersin puanlarını zaten biliyordum. Öğretmenler sınav kağıtlarını geri verdiğinde, hangi dersten kaç aldığımı öğrenmiştim.

Ama elimde tuttuğum belge, tüm derslerden aldığım puanların özetini içeren bir karneden farksızdı. Sadece puanları değil, sıralamaları, ortalama puanları ve hatta okul genelinde hesaplanan standart puanları da gösteriyordu. Kısacası, akademik seviyemi aynaya bakar gibi görüyordum.

Gözlerimi sayılara çevirdim—kişisel ortalamam yaklaşık 74 puandı.

Düşmüş…

Genel olarak sınıf ortalamasına kıyasla kötü bir puan sayılmazdı ama önceki sınavlarıma göre kesinlikle düşüş vardı.

Geçen yıl olsaydı, bu kadar umursamazdım ama bu yıl farklıydı. Üniversite giriş sınavları yaklaşıyordu. Diğer öğrenciler de bunun farkındaydı ve herkes ciddi bir şekilde ders moduna geçmişti. Doğal olarak, genel ortalama da yükselmişti.

Böyle bir zamanda performansımın düşmesi ciddi bir sorundu.

Sıralamamın değişmemiş olması da moralimi pek yükseltmedi.

Yomiuri-senpai ile konuştuktan sonra, saf bir şekilde daha iyi bir üniversite hedefleyerek geleceğim için daha fazla seçenek yaratabileceğimi düşünmüştüm ama bu gidişle, sadece boş bir hayal olacak gibi duruyordu.

Her şeyden önemlisi, bu sonuçlarla gurur duyamazdım—ne ailemin ne de Ayase-san’ın karşısında.

İçimdeki hayal kırıklığıyla, Ayase-san’ın nasıl bir sonuç aldığını anlamak için ona doğru baktım ama yüzünden hiçbir şey okuyamıyordum. Belki iyi yapmıştı, belki de hiç değişiklik yoktu.

Sınıfa göz gezdirdiğimde, puanı yükselenler de dâhil olmak üzere, herkesin biraz keyifsiz göründüğünü fark ettim. Ara sınav sonuçlarını almak bile, hepimize üniversite sınavına girmek zorunda olduğumuzu sert bir şekilde hatırlatıyordu.

Bu yüzden, Ayase-san’ın yüzü biraz solgun görünse de ne hissettiğini tam anlamıyla çıkarmak zordu ama biraz endişeli duruyordu… Belki o da benimle aynı durumdaydı.

Ben ne düşünüyorum böyle?

Ayase-san’ın sonuçları ne olursa olsun, bu benim zavallı kişisel ortalamamı değiştirmeyecekti.

Yine de, kendi kaygılarımın etkisiyle, Ayase-san’ın sonuçlarından dolayı kötü hissedip hissetmediğini anlamak için onu izlediğimi fark ettim. Sanki, onun da benim gibi puanlarının düşmesini umut ediyormuşum gibi…

Berbat biriyim.

Anlık bir zaaf olsa bile, Ayase-san’ın başarısız olmasını dileyerek kendimi daha iyi hissetmeye çalışmak gerçekten de aşağılık bir düşünceydi.

Üstelik, o kendi başına çalışmada oldukça iyiydi. Sıralamasını düşürmek yerine yükseltmiş olma ihtimali gayet yüksekti. Belki de sınıf arkadaşlarını düşünerek sevincini belli etmemeye çalışıyordu. Bu ihtimali düşünmek bile içimde tarif edilemez bir huzursuzluk yaratıyordu.

Bir şekilde bakış açımı değiştirmek ve notlarımı yükseltmek istiyorum. Bunu sağlayacak bir tetikleyici olsa keşke… Böyle bir şey olmadan, odağımın eski hâline dönmesi zor gibi görünüyor.

Serbest çalışma saati sona erdi ve sınıf arkadaşlarım yavaş yavaş sınıftan ayrıldı. Ayase-san, çıkmadan önce bana kısa bir bakış attı. O sırada Yoshida ise çoktan gözden kaybolmuştu. Üçüncü sınıf spor kulübü üyeleri genellikle Haziran ayına kadar kulüpten ayrılır ve yerlerini alt sınıflarına bırakırdı. Ya da Yoshida gibi, sonuna kadar var gücüyle mücadele ederlerdi.

Aklıma bir anda Maru geldi. Eğer yanımda olsaydı, her zamanki gibi sınav sonuçlarımız hakkında konuşuyor olurduk ama üçüncü sınıf beyzbol kulübü üyeleri için bu, son yazlarıydı. Kendi sorunlarımı ona yüklemek bencilce olurdu.

Muhtemelen tenis kulübünde olan Shinjo da aynı durumdaydı. Hem kulüp aktiviteleri hem de dersler arasında sıkışıp kalmış olmalıydılar. Onları rahatsız etmek istemiyordum.

Sonuç kâğıdımı çantamın derinliklerine ittim. Bunun için üzülmenin pek bir anlamı yoktu. Üniversite sınavları, şikâyet etsem de etmesem de yaklaşıyordu. Eğer bir şeyleri hemen değiştirmezsem, puanlarım düşmeye devam edecek—bunu çok iyi biliyordum.

Salı günü okuldan sonra, normalde işe gidiyor olurdum ama ara sınavlar nedeniyle kitapçıya, bugüne kadar ara vereceğimi söylemiştim.

Bu süreyi, dershanede ek derslere katılmaya odaklanarak geçirdim. Bugün de bir dersim vardı.

Bu yüzden bisikletime atladım ve tüm hızımla dershaneye doğru sürdüm.




Hayal kırıklığı yaratan sınav sonuçlarım hâlâ aklımdayken, dershanedeki derse her zamankinden daha fazla dikkat ettim.

Konsantrasyonumun normalden daha iyi olduğunu düşündüm ama yine de yeterli gelmiyordu. Dersin bitişini haber veren zil çaldığında, zihnimi nasıl değiştirebileceğimi düşünmeye başladım.

Bu, ders çalışmak için katıldığım dershanedeki son dersimdi. Artık zaman daha da değerliydi.

Aradığım tetikleyici, tam da dershaneden çıkarken ayağıma düştü. İşte bu! Gözüm ona ilk takıldığı anda içimden bunu geçirdim.

Girişin yakınındaki bir duyuru panosunun önünde durdum. Gözüme çarpan bir broşüre takılıp kalmıştım.

Kalın harflerle yazılmıştı: 『Yaz Dönemi Yoğun Çalışma Kampı』

Görünüşe göre, evlerine dönmeden, tamamen sınavlara odaklanarak yoğun bir çalışma programına katılacak öğrenciler için hazırlanmıştı.

Bu broşürün ne zamandan beri panoda olduğunu hatırlamıyorum ama şu an gözüme çarpması, derslerimle ilgili duyduğum endişenin bir işareti değil miydi?

Ama asıl ilgimi çeken şey, üzerinde yazan iki karakterdi: “Konsantrasyon.“ (Kanji ile alakalı)

Ara sınavlardaki hayal kırıklığı yaratan sonuçlarımın tek sebebinin konsantrasyon eksikliğim olduğuna hiç şüphem yok.

Ayase-san’la aynı sınıfa geçtiğimizden beri, onu her zaman farkında olmadan düşünüyorum.

Son zamanlarda aramızda belirgin bir şey yaşanmamış olsa da, aklım sürekli onunla meşgul. Aynı ortamda olduğumuzda gözlerim istemsizce onu takip ediyor.

Evde bile, yüz yüze olmadığımız zamanlarda dahi, onun yan odada olduğunu bilmek bile dikkatimi dağıtıyor. Bunun Ayase-san’la hiçbir ilgisi yok ama onun yanında kalmaya devam edersem, farkına bile varmadan işlerin kontrolden çıkmasından korkuyorum.

Ara sınav sonuçlarım hakkındaki asıl endişemin kaynağı artık benim için apaçık ortada. Beni tedirgin eden asıl sebebi elimle dokunamayacağım bir mesafeye koymam gerekiyor—onu bilinçli olarak düşünmemeye çalışmama bile gerek kalmayacak kadar uzağa.

Broşüre bakarken yaz tatili planlarımı düşündüm. Çalışma saatlerimi azaltmayı planlamıştım. Notlarım açıkça düşüşte ve üniversite sınavları da kapıda.

Bu zamanı dershaneye gitmek için kullanabilirim. Ayase-san burada öğrenci değil, dolayısıyla odaklanmam için hiçbir engel olmaz. Aslında, bugünkü ders bile bunu kanıtladı ama maddi açıdan daha fazla ders almaya gücüm yetmez. İşe ara verdiğim sürece, elimdeki para da giderek daralacak.

Muhtemelen derslere katılmaya devam edebilirim ama daha fazla ders almak maddi açıdan zor olacak. Fujinami-san gibi kütüphaneyi mi kullansam? Bir dakika… Yaz sıcağında kendimi sürükleyerek kalabalık Shibuya istasyonuna gitmek, yorgun düşmek ve sonra ders çalışmaya çalışmak inanılmaz verimsiz olmaz mı? Sonunda düşündüğüm şey buydu.

Ama şu anki durum devam ederse, ister istemez daha fazla evde vakit geçireceğim. Peki, sonra ne olacak? Ayase-san’la daha fazla zaman geçireceğim. Sabah uyanınca, öğle yemeğini hazırlarken, akşamları oturma odasında mola verirken ve akşam yemeğinde hep birlikte olacağız.

Bu kötü. Yani, hayır… kötü değil. Aslında, bu beni mutlu ediyor ama tam da bu yüzden mutlu olamıyorum. Günlük hayatımızda bile böyle hissediyorsam, yaz tatili başladığında ve 24 saat boyunca aynı çatı altında olduğumuzda ne olacak?

Duyuru panosuna sabitlenmiş zarftan yaz kampı broşürlerinden birini aldım. Ayase-san’la geleceğimizi düşünecek olursam, belki de bilinçli olarak bir süre aramıza mesafe koymam gerekiyor.

Bina çıkışına doğru yürüdüm ve başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Kalın bulutlar her yeri kaplamıştı. Hava bozmaya başlamıştı ve tenime çarpan rüzgâr nemliydi. Yağmur kokusunu hissedebiliyordum. Kararlılıkla dershaneden ayrıldım.





Bisikletimi park yerinden çıkarmak üzereyken telefonuma LINE’dan bir bildirim geldiğini fark ettim.

“…Babam mı?”

Uygulamayı açıp mesajı okudum.

[Acil bir toplantı çıktı. Akiko-san, Saki-chan’ın benim yerime yemek yapmasını ayarladı.]

Huh? Ah, yemek yapma sırasından bahsediyor.

Bugün salı olduğu için yemek yapma sırası babamdaydı. Normalde  bugün benim işim olduğu için o pişirecekti, bu yüzden dershaneye gidebilmiştim. Babam, geç geleceğimi biliyordu. Eğer değişiklik yapmamız gerekseydi, ya Akiko-san’a ya da Ayase-san’a güvenmek zorunda kalırdık. Muhtemelen Akiko-san’ın başka bir işi vardı ya da ara sınavlar bittiği için Ayase-san gönüllü olmuştu.

Bu, babamın bu akşam da geç geleceği anlamına geliyordu ve Ayase-san’ı tanıyorsam, muhtemelen ben eve dönene kadar akşam yemeğini yemeyecekti.

Eve gidip ona yardım etmeliyim. Bunu düşünerek bisikletime atladım.

Dershaneden getirdiğim broşür yanımda olduğu için ruh hâlim biraz düzelmişti.

Pedallara biraz daha güç vererek, Shibuya sokaklarından daireme doğru hızla ilerledim.

Görünüşe göre yağmur başlamadan önce eve varabilecektim.



Tahminim yarı doğru, yarı yanlıştı.

Apartmanın otoparkına girip bisikletimi park ettikten sonra, Ayase-san’a eve geldiğimi haber veren bir LINE mesajı gönderdim. O, sınav sonuçları açıklandı diye dışarı çıkıp eğlenecek biri değildi, dolayısıyla çoktan evde olması gerekirdi.

Cevabı neredeyse anında geldi.

[Üzgünüm, henüz hazır değil. Biraz daha bekleyebilir misin?]

Bu beni şaşırttı çünkü Ayase-san’ın özel bir planı olduğunu düşünmemiştim. Benden önce sınıftan çıkmıştı üstelik.

Kapıyı açıp içeri girdim ve seslendim.

“Ben geldim.”

Cevap yoktu, ama mutfaktan gelen sesleri duyabiliyordum. İçeri göz attığımda, Ayase-san’ın panikle akşam yemeğini hazırladığını gördüm.

“Ah, hoş geldin. Üzgünüm, biraz geciktim. Şimdi hazır olur.”

“Stres yapma, ben de yardım ederim.”

Çantamı odamın içine fırlattım, hızla üstümü değiştirdim ve mutfağa geri döndüm.

Ona yardım teklif ettim ama sadece onun sınırlarını aşmayacak kadar.

Çünkü görevleri bölüşmeye karar verdiğimizden beri, mümkün olduğunca bu düzeni bozmamaya çalışıyorduk.

Bazıları, boşta olan kişinin işi üstlenmesi gerektiğini düşünebilir ama önceden belirlenmiş bir sistemin bozulması riskli olabilir.

Alışkanlık tehlikeli bir şeydi; birkaç kez yardım aldığında, daha fazlasını beklemeye başlarsın ve bir noktada alamadığında bunun adaletsiz olduğunu düşünebilirsin.

Hepimiz birbirimize önem veriyorduk ve bu yüzden kararlaştırdığımız düzene bağlı kalmalıydık.

Uzun lafın kısası, babamın sırasını devralan Ayase-san’ın yemeği hazırlaması en doğrusu olurdu, ben de sadece ona asistanlık yapmalıydım.

Yemeği birlikte hazırladıktan sonra masaya oturduk.

“Afiyet olsun.”

Ayase-san’la birbirimize bakarak ellerimizi birleştirdik. Akşam yemeği, her zamankinden biraz daha geç kalmıştı.

Menüde miso çorbası, ıspanak ohitashi ve aburaage, tereyağında buharda pişmiş somon ve mantar, yanında da turşulu pilav vardı.

(Ohitashi, geleneksel bir Japon yemeği ve sebzelerin (ve bazen deniz ürünlerinin) kaynatılıp dashi bazlı bir sosa batırıldığı bir tekniktir.)

(Abura-age, soya fasulyesinden yapılan bir Japon gıda ürünüdür.)

İlk bakışta fark etmek zor olsa da, yemeklerde zamandan tasarruf etmeye yönelik teknikler ustalıkla kullanılmıştı.

Aslında birlikte çalışmamış olsaydık, ben bile bunu fark etmeyebilirdim.

Önce ağzımı miso çorbasıyla ıslattım.

Rahat bir nefes verdim. Kış çoktan geride kalmış olmasına rağmen bunu neden yaptığımı düşündüm. Belki de sadece miso çorbasının sıcak olmasındandı.

Çorbanın içinde wakame yosunu ve taze soğan vardı.

Denizin hafif aroması ağzımda yavaşça yayıldı. Lezzetliydi.

Wakame sadece suyla yeniden nemlendirilerek hazırlanabiliyordu, taze soğan ise doğrudan dondurucudan çıkmıştı. Yani hazırlaması neredeyse hiç çaba gerektirmiyordu. Ayase-san, mümkün olduğunca taze sebzeler kullanmayı tercih ederdi ama bu sefer lezzetten çok pratikliği seçmişti.

Yeşil soğanları doğrayıp zipli bir torbaya koyarak dondurmak ve gerektiğinde kullanmak iyi bir fikirdi. Taze sebzelerden biraz farklı bir dokusu olsa da, tadı yine de güzeldi.

Sıradaki lokmam için çubuklarımı ohitashi ve aburaage’ye uzattım. Kızarmış tofuyu yavaşça çiğnerken, beyaz dashi ve soya sosu karışımından yapılan nefis et suyu içime işliyordu. Ispanak da yumuşak ve lezzetliydi. 

Yemek basit görünüyordu ama deneyim fark yaratıyordu.

Ayase-san, önceden hazırlanmış ıspanak ohitashi ve doğranmış aburaage’yi küçük bir tencereye atmış, göz kararı baharat ekleyip tam zamanında ocağı kapatarak soğumaya bırakmıştı. Bana, haşlama yemeklerin soğudukça lezzetlerinin içine işlediğini söylemişti. Diğer yemeklerin de hazır olup yenilebilir sıcaklığa gelmesini hesaba katıp ocağı tam doğru anda kapatmak benim için oldukça zor olurdu.

Ayase-san bunu basit bir şey olarak görüyordu. Sadece tüm malzemeleri bir araya atıp işin bittiğini söylüyordu ama tecrübeli insanlar genellikle, onlar için sıradan olan şeylerin başkaları için pek de sıradan olmadığını unuturlar.

Öte yandan, bu tereyağlı somon ve mantar yemeği benim gibi sıradan bir aşçının bile kolayca yapabileceği bir şeydi.

Çubuklarımla somonu parçaladım, biraz mantar ekleyerek ağzıma götürdüm. Soya sosu ve tereyağının lezzeti hemen damağımı doldurdu. Çubuklarım doğal olarak beyaz pilava uzandı.
Mantarların adı bunashimeji idi. Piştikten sonra bile liflerinin hissedilebilmesini seviyorum.

(Bunashimeji: Japon mutfağında kullanılan, genellikle çorbalarda, güveçlerde, tava kızartmalarında ve pirinç yemeklerinde kullanılan hafif ve cevizli bir tada sahip bir mantar türü.)

Bugünün ana yemeği, pilavı resmen “çalıyor“—insanı bir lokma daha almaya zorluyor.

(Pirinç hırsızı, insanların sanki “çalıyormuş“ gibi çok fazla yemeye karşı koyamayacakları kadar lezzetli bir yemek veya mutfağa atıfta bulunabilir.)


Böylesine lezzetli bir yemeğin mikrodalgada yapılabilmesi gerçekten şaşırtıcıydı. Evet, bu yemeğin benim bile yapabileceğim kadar basit olduğunu söylememin sebebi, mikrodalgada pişirilmiş olmasıydı. Kızartma ya da ızgara yapmak yemek pişirmede daha yaygın yöntemler gibi görünse de, bugünün ana teması maksimum verimlilikti. Bunlara gerek bile yoktu. Ayrıca daha fazla uğraşmam, “asistan“ rolümü aşmam anlamına gelirdi.

Hızlı ve kolay.

『Kolay şekilde Mikrodalgada Somon ve Mantar Tereyağında Buharda Pişirme Tarifi』nin temel mantığı buydu.

Ayase-san’ın tarif yelpazesi beni her zaman şaşırtıyor.

Yemekleri düzgün bir şekilde pişirmek istiyor ama aynı zamanda elindeki zaman ve malzemelerle neler yapabileceği konusunda gerçekçi davranıyor. Tam ona yakışan bir yaklaşım.

Benim yaptığım tek şey, onun talimatlarını takip ederek malzemeleri belirli bir süre mikrodalgada ısıtmaktı. Kesip baharatlayan ise Ayase-san’dı ve sonuç tam benim damak tadıma uygundu. Ne fazla tuzlu ne de fazla yağlıydı—tam kıvamında. Oysa ben hiçbir zaman yemek konusunda seçici biri olmadım. Peki, ne zaman benim zevkime bu kadar ince ayar yapmıştı?

Sıcak pilavı yerken canım soğuk bir şeyler çekmeye başladı. İşte tam da bu noktada turşulanmış daikon turpu devreye girdi. Kıtır kıtır dokusu pilavın yumuşaklığına güzel bir zıtlık katıyor, yemeğe renk ve rahatlatıcı bir tat ekliyordu.
Ayase-san’ın yemekleri, her zamanki gibi gerçekten lezzetliydi.

Ben yemeğimi keyifle yerken, Ayase-san aniden bir konu açtı.

“Neredeyse… bir yıl oldu, değil mi?”

Yemek çubuklarım durdu.

Ne hakkında konuşuyor? Ah, doğru…

Tanışıp birlikte yaşamaya başladığımızdan bu yana gerçekten de bir yıl olmuş.

“Dürüst olmak gerekirse, o zamanlar biraz şaşırmıştım. Üvey kardeşim olarak ilkokul çağında bir çocuk bekliyordum ama karşıma benimle aynı yaşta bir kız çıkmıştı.”

“Ah, evet, öyle olmuştu değil mi?”

Ayase-san gülümseyerek bana baktı.

Muhtemelen ilk tanıştığımız günü hatırlıyordu.

Fotoğraf çektirmeyi pek sevmediği için, çocukluk yıllarına ait sadece birkaç resmi vardı. Üstelik Akiko-san da yaşını söylemeyi unutmuştu, bu yüzden ben üvey kardeşim olarak çok daha küçük birini bekliyordum.

“Aslında, ben biraz hazırlanmıştım.”

“Hazırlanmış mıydın?”

“İletişim kuramayacağım biriyle yaşamaya… O yüzden, Asamura-kun, sen olduğun için mutluyum. Birbirimize uyum sağlamaya istekli birinin olması beni mutlu etti.”

“Bunu asıl benim söylemem gerekiyor…”

Ve bir anda fark ettim.

“Senden büyük bir beklentim olmayacak, bu yüzden senin de benim için aynısını yapmanı istiyorum.”

Ayase-san, ilk tanıştığımızda böyle demişti.

Birbirimizden hiçbir şey beklememek ve bu temelde iletişim kurmak—bu, aramızdaki ortak anlayış olmalıydı.

O an fark ettim ki, bu tıpkı yemek yapma sıramızla ilgili mesele gibiydi.

Sınırlarımızı aşmadığımız için şu anki düzenimizi koruyabiliyorduk ama aynı sebepten dolayı, aramızdaki sağlıklı iletişim de son derece önemliydi.

Şu an sahip olduğumuz ilişkiyi böyle inşa etmiştik.

Ev işlerini bölüşmeyi başarabilmişken, en önemli konuları konuşamıyor olmamız gerçekten saçmaydı.

Belki de onunla gerektiği kadar iletişim kurmuyordum.

Bunu bir kez daha hissettim.

“Hey, Ayase-san, dinle” dedim ve pirinç kasesiyle çubuklarımı nazikçe masaya bıraktım.

Sonra, son zamanlardaki tüm hayal kırıklıklarımı içimden geldiği gibi anlattım.

Onunla aynı sınıfa geçtiğimizden beri odaklanmakta zorlandığımı. Ne kadar çabalasam da içinde bulunduğum durumu değiştiremediğimi. Notlarımın düzelmediğini ve en önemlisi de, sorunlarımı kenara iterek görmezden geldiğimi.

Ayase-san da yemek yemeyi bırakıp beni sessizce dinledi.

Sonuna kadar dinledikten sonra, yavaşça ağzını açtı ve konuşmaya başladı.

“Bende de aynı şey oldu. Ben de gerçekten zorlanıyorum.”

“Huh?”

“Notlarım düştü ve hatta derste uyuyakaldım…”

Açıkçası şok oldum. Kulaklarıma inanamadım.

Her zaman dışarıda mükemmel bir şekilde soğukkanlı görünen Ayase-san, dersin ortasında uyuya mı kalmıştı?!

“Ben de sana uyum sağlamaya çalışmadım.”

Fark etmemiştim. Hayır, fark etmem mümkün bile değildi. Kendi sorunlarımla o kadar meşguldüm ki, Ayase-san’ın da zorlandığını düşünmeye fırsatım olmamıştı.

“Ama biliyor musun, eğer dünkü ben olsaydım, muhtemelen deneseydik bile birbirimize gerçekten uyum sağlayamazdık. Aslında…”

Sonrasında, bugün yaşadıklarını bana anlatmaya başladı.

Okuldan sonra, Ayase-san Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’ne gitmiş ve Profesör Kudou ile yaşadığı zorluklar hakkında konuşmuştu.

“Senin de, Profesör Kudou ile konuşarak öğrendiklerimi dinlemeni istiyorum, Asamura-kun. Sonra, bunları birlikte ele alalım. Bunu yapabilir miyiz?”

Bunu söyledikten sonra, Ayase-san Profesör Kudou ile yaptığı konuşmayı anlatmaya başladı.

Tekrar tekrar karşıma çıkan bir kelime vardı:
Bağımlı İlişki—Codependency.


(Codependecdy diğer anlamaları : karşılıklı bağımlılık, eş bağımlılık.)

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


92   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   94