Okuldan eve yürürken, binaların arasındaki boşluklardan gökyüzüne baktım.
Ders sırasında gökyüzü masmaviydi ama şimdi beyaz bulutlar sinsice yayılmıştı.
Güneş saklanmıştı ve rüzgar tenime değdiğinde ürpermeme sebep oldu. Kısa kollu gömleğimin dışına çıkan kolumu ovuşturdum.
Hava biraz serinliyor, acaba yağmur yağacak mı?
Bakışlarımı indirince kaldırımdaki bir çatlağı fark ettim. Nedenini bilmiyorum ama bu beni rahatsız etti, bu yüzden loafer ayakkabımla ona bir tekme attım.
(Loafer ayakkabı : Türkçe’ye “mokasen” olarak çevrilen loafer alçak topuklu, bağcıksız, rahat giyilen ve kullanılan ayakkabı anlamına gelmektedir.)
...Ah.
Gerçekten acıttı. Tabii ki acıtacaktı.
“Ne yapıyorum ben?“ diye kendi kendime mırıldandım ama kelimelerim rüzgar tarafından savrulup gitti, kimse duymadan yok oldular.
Yenik düşmüş bir halde, Shibuya İstasyonu’nun yakınlarındaki kalabalık sokaklardan geçerek eve doğru sürüklendim.
Bugün, ara sınav sonuçlarımızı aldık ve hiç de memnun değilim.
Her derse ait puanlanmış cevap kağıtlarının yanı sıra, tüm sınıfın ortalama puanlarını, okulun standart puanlarını ve kişisel sıralamalarımızı içeren bir karne dağıtıldı.
Benim sıralamam düşmüştü.
Hem sıralamam hem de ortalamam.
İkinci seneme göre daha kötü bir sonuç almıştım ve gözlerimin önünü karanlık bir umutsuzluk kapladı. Asamura-kun’a bakmaya bile korktum, bu yüzden sınıftan adeta kaçarcasına çıktım.
“Neden...?“ diye mırıldandım ama aslında sormama gerek yoktu, cevabı çok iyi biliyordum.
Bunu kabullenmek istemiyordum ama iş buraya kadar geldiyse artık gözlerimi kaçırmaya devam edemem.
Asamura-kun. Homosapiens (İnsan) türünün bir bireyi olan Asamura Yuuta’nın varlığı. Daha doğrusu, onun varlığına tamamen dolanıp kalmış olmam ve bu zayıflığım ve işin kötüsü, onun varlığı ders çalışırken konsantrasyonumu bozuyordu.
Evet, açıkça söylemek gerekirse, Asamura Yuuta’nın üvey kız kardeşi olarak geçirdiğim günler tüm bu sorunların kaynağıydı...
Tamam Saki, sakin ol.
Sakin kal. Panik yapma.
Annemin ve onun eşiyle kurmaya çalıştığı hayatı mahvedemem. Önümüzdeki yıl üniversite giriş sınavlarına girecek bir genç varken, ebeveynler onun geleceğini düşünmeden birlikte yaşamaya karar vermezlerdi.
Annem bana, eğer bu durum benim için çok zor olursa mezun olana kadar ayrı yaşayabileceğimizi, hatta evliliğini o zamana kadar erteleyebileceğini söylemişti.
Ama ben inatla bekleyebileceğimi ve mezun olduktan sonra tek başıma yaşamaya başlayacağımı söylemiştim. Bu, annem ve üvey babamın evlenme kararını kolaylaştırmıştı.
Onun mutlu olmasını istiyordum. Evliliğini benim yüzümden ertelemesini ya da ondan vazgeçmesini istemiyordum. Asamura ailesinin evine giderken tüm risklerin farkındaydım.
Bu yüzden Asamura-kun’a açık ve net bir şekilde ondan hiçbir şey beklemediğimi ve onun da benden bir şey beklememesi gerektiğini söylemiştim. Ondan uzak durmak istiyordum.
Ama yine de…
Neden kendi duygularımı kontrol edemiyorum? Neden onları istediğim gibi yönlendiremiyorum?
“Ne yapmalıyım?“
Bu hislerle eve gitmek istemedim, bu yüzden gözüme ilk çarpan fast-food restoranına girdim.
Okul üniformamla böyle bir yere tek başıma ilk kez giriyordum, sanırım. Sadece bir fincan sıcak kahve sipariş ettim ve oturdum. Dirseğimi masaya dayayıp kahverengi sıvıdan küçük yudumlar alırken düşüncelerimin içinde kayboldum.
Şimdi, durumu analiz edip değerlendirme zamanı. İlk kısım kolay—üniversite giriş sınavlarına çok az zaman kalmış olmasına rağmen notlarım düşmüştü.
Yargıç tokmağını sertçe masaya vurdu, salonu susturdu ve savcıdan açıklamasını detaylandırmasını istedi.
Tüm salon, yani tüm benler, bir anda sessizliğe büründü. Herkesin yüzü ciddiydi.
Savcı tekrar konuştu:
— “Açıkça görülüyor ki Ayase Saki’nin derslerine olan konsantrasyonu azalmış durumda.“
Kimse itiraz etmedi. Bu, tartışmasız bir gerçekti.
— “Bunun sebebi Asamura Yuuta. Onun varlığı aklımda beliriyor, gözümün önündeki kelimelerin kitap sayfasında dans etmesine, kalemimin durmasına ve hipokampusumun sabotaj yapmasına neden oluyor!“ Tüm bu suçlamaları tek nefeste sıraladım.
Seyirciler arasında oturan 7 yaşındaki ben, hipokampus kelimesinin ne anlama geldiğini merak edip kafasını yana eğdi. 13 yaşındaki ben, annemin öz babam tarafından gördüğü sert muamele yüzünden gözleri acıyla dolmuş halde omuzlarını silkti. 17 yaşındaki ben ise açıklama yaptı:
— “Hipokampus, öğrendiklerini uzun süre hatırlayıp hatırlamayacağına karar veren beyin bölgesidir.“
Kısacası, savcı süslü kelimeler kullanarak sanığın derslerinde gevşediğini söylüyor. Önemli insanlar genellikle karmaşık kelimeler kullanır.
Bu arada, bu sefer de kimse itiraz etmedi. Görünüşe göre Ayase Saki, buraya kadar olan her şeye tamamen katılıyordu.
— “Dolayısıyla, sanık derslerine odaklanmakta başarısız olmuş ve sebebi ortadadır. Sanık, derslerinden çok Asamura Yuuta’nın varlığıyla ilgilenmektedir.“
Savcı bu sözleri söyledikten sonra savunmaya sert bir bakış attı. Savunma avukatı ise aynı sertlikte karşılık verdi.
Yargıç savunmaya döndü.
— “Savcının beyanını kabul ediyor musunuz?“
— “Evet, kabul ediyoruz,“ diye yanıtladı savunma avukatı.
Ne!? İçimden çığlık attım. Kabul mü ediyorlar!? Yani, evet... sanırım bu beni gerçekten rahatsız ediyor. Sonuçta bu, sevdiğim kişiyle ilgili…
— “Ama Sayın Yargıç!“ Savunma avukatı itirazına başladı. Aferin ona.
— “Sanık, Asamura Yuuta’ya karşı romantik duygularını fark ettiğinde…“
R-r-romantik duygularım mı!? İçimde bir kez daha çığlık attım. Bunu söylemenin daha utanç verici bir yolu olamazdı!
Zihnimin mahkeme salonunda, seyirci sıralarında oturan bir ben, yüzü kıpkırmızı olmuş halde ellerini panikle sallıyordu.
Yargıç tokmağını masaya vurdu.
— “Sessizlik, Ayase Saki!“ diye bağırdı.
Ben neden kendi kendime kızıyorum ki...?
— “Devam ediyorum. Sanık Ayase Saki, aşk ya da daha doğrusu sevgi diyebileceğimiz bu duygularının farkına, lise üçüncü sınıfa gelmeden çok önce varmıştı. Eğer bu duygularını bir erkek öğrenciye yöneltmesi notlarının düşmesine sebep olsaydı, bu düşüş çok daha önce gerçekleşirdi!“
Savunma avukatının argümanı mantıklıydı. Bu avukat gerçekten zeki! Gerçi o da benim bir parçam…
Tam o anda, zihnimdeki mahkeme salonunda bir farkındalık anı yaşadım.
Notlarım, üçüncü sınıfa geçtiğimde düşmeye başlamıştı… Peki ama neden?
— “İtiraz ediyorum!“ diye bağırdı savcı.
— “Romantik duygularımın sebebini henüz açıklamadım!“
Bunu duyunca nefesimi tuttum.
Her ne kadar bu yalnızca hayali bir mahkeme olsa da, savcının sonraki sözlerini büyük bir dikkatle bekledim.
— “Bu durumun sebebi açıktır. Notlardaki düşüş, sanık üçüncü sınıfa geçtiğinde belirgin hale gelmiştir, yani sanığın çevresinde bir değişiklik olmuştur.“
Evet, bu doğruydu.
— “Sanık Ayase Saki, ikinci yılının ikinci yarısında Asamura Yuuta ile karşılıklı hislerini teyit etmiş ve bu noktada romantik bir anlaşmaya varıldığı kabul edilmiştir.“
R-r-romantik bir…? Daha kelimeyi tamamlayamadan yargıç tokmağını masaya vurdu.
Tamam, susuyorum.
— “Üstelik, Palawan Plajı’ndaki asma köprüde birbirlerine sarıldılar, öpüştüler ve hatta aynı yatakta uyuyakaldılar. Bu yüzden, sanığa soruyorum…“
Bana doğru bir kurşun saplandı.
— “Beraber uyuyakaldıktan sonraki gün nasıl hissettin?“
Anılarımı karıştırdım. Asamura-kun’la uyuyakaldığım günün ertesi… Evet, hayatımda ilk kez derste uyuyakalmıştım. Dikkatsizdim. Akademik performansım kesinlikle bundan etkilendi…
— “Hayır, hayır, derslerinden bahsetmiyorum. Nasıl hissettin?“
Ha? Ah, doğru. Bütün gün moralim bozuktu, hatırlıyorum. İşte bile hata yapmıştım. Eve döndüğümde, kulaklıklarımı takıp uyuyakalmıştım. Elimde değildi, o kadar uykuluydum ki gözlerimi açık tutamıyordum.
— “Sanık Ayase Saki, bunu bilinçli olarak unutmaya çalışıyor gibi görünüyor ancak o sırada ciddi bir uyku yoksunluğu çekiyordu.“
Nefesim kesildi.
— “Çünkü üçüncü sınıfa geçtiğinden beri odaklanmakta zorlanıyor, sınav çalışmalarında ilerleme kaydedemiyor ve giderek daha fazla zamanını ders çalışarak geçiriyordu. Gece geç saatlere kadar masasında ders çalışıyor ama yine de yetiştiremiyordu.“
Ah…
— “O güne kadar herhangi bir derste uyuyakalması şaşırtıcı olmazdı ama olmamıştı. Peki, o günü bu kadar özel kılan neydi?“
Ah, hayır, bu kötü.
Kabul etmek istemediğim bir sonuca varıyordum. Bunu duymak istemiyordum. Sakın söyleme, sakın söyleme, sakın söyleme, sakın söyleme, sakın söyleme!
— “Sanık, bir önceki gece Asamura Yuuta’ya sarılarak huzur buldu!“
Savcı kaşlarını çatıp sanık sandalyesinde oturan bana parmağını doğrulttu.
İnsanları işaret etme! O uzatılmış parmağı ısırmak istedim. Köşeye sıkışmış halde, savcıya hiddetle baktım… Bir saniye. Ben savcıyım.
Savunma avukatı omuz silkti.
— “Ah, evet. Katılıyorum.“
Ne cüretle!?
— “Gardını düşürdün, değil mi? Rahatladın ve biriktirdiğin tüm yorgunluk bir anda ortaya çıktı. İşte bu yüzden kendini o kadar moralsiz hissediyordun.“
Bir dakika… Neden hem savcı hem de savunma avukatı beni harcamaya çalışıyor!?
Yargıç gözlüklerini düzeltti.
— “Hmm? O halde, vardığımız sonuç nedir?“
Savcı ve savunma avukatı aynı anda konuşmaya başladı ve zihnimin mahkeme salonunda, iki taraftan da aynı cümle yankılandı…
— ““Sonuç apaçık ortada.““
— “Sanık için, Yuuta Asamura Linus’un battaniyesi gibidir! Sadece ona sarıldığında huzur içinde uyuyabilir; onsuz ise huzursuz olur ve uyuyamaz. Sanık, üçüncü sınıfa geçtiğinden beri Yuuta Asamura ile aynı sınıfta yer almaktadır ve aralarındaki mesafe eskisine göre daha yakın sayılabilir ancak, ikinci yıllarına kıyasla etkileşimleri azalmıştır. Bu devam eden güvenli battaniye eksikliği, yani Asamura Yuuta eksikliği, sanığın ciddi bir uyku yoksunluğu çekmesine ve bu da derslerine odaklanmasında anormal bir düşüşe neden olmaktadır. Kısacası, sanık ağır bir Asamura Yuuta yoksunluğu çekmektedir!“
[1: Linus’un battaniyesi, kişinin rahatlık ve güven bulduğu herhangi bir nesne, alışkanlık veya davranışı tanımlamak için kullanılır. Peanuts serisindeki Linus karakterinin mavi battaniyesine bağlı olmasından esinlenilmiştir. Bkz: güvenlik battaniyesi.]
A-as Asamura Yuuta yoksunluğu mu!?
Savcı ve savunma avukatı açıklamalarını tamamladığında, mahkeme salonundaki 7 yaşındaki Saki, 13 yaşındaki Saki ve Asamura-kun’la tanışmadan hemen önceki 17 yaşındaki Saki farklı tepkiler verdi.
7 yaşındaki Saki, “Vay be (Wow)!” diye haykırdı. 13 yaşındaki Ayase Saki, şaşkınlık içinde, “İnanamıyorum,” dedi ve tanışmadan hemen önceki 17 yaşındaki Saki derin bir şekilde başını sallayarak, “Anlıyorum,” diye mırıldandı.
Kimse itiraz etmedi. Herkesin yüzünde aynı ikna olmuş ifade vardı.
Cidden mi?
…Ama gerçekten doğruysa ne yapacağım?
Konsantrasyon eksikliğim gerçekten ciddi bir Asamura Yuuta eksikliğinden mi kaynaklanıyor? Daha doğrudan söylemek gerekirse, daha fazla sarılmaya, öpüşmeye ve birlikte geçirilen gecelere mi ihtiyacım var? Eğer bunları yeterince yaşarsam, ikinci sınıftaki halime geri dönebilir miyim?
Fakat savcının bir sonraki sözleri beni şok etti.
— “Ayase Saki’den Linus’un güvenlik battaniyesinin alınmasını öneriyorum.”
— “Ve Asamura Yuuta’dan ayrılmasını!”
Bu noktaya nasıl geldik!?
Ahhh!
İçgüdüsel olarak iki elimle ağzımı kapattım. Bir saniye. Şu an gerçek hayatta yüksek sesle çığlık atmıyorum, değil mi!?
Gözlerimi açıp dikkatlice restoranın içini taradım. İçime bir rahatlama hissi yayıldı. Kimse bana bakmıyordu. Görünüşe göre sadece zihnimde bağırmıştım. Kalbim hızla çarparken elimdeki kahvenin kalanını bir dikişte içtim.
Zihnimde beliren korkutucu sonuç beni ürpertiyordu.
Gerçekten de Asamura-kun’un hayatımda olmadığı bir durumu mu düşünüyordum…?
Bip!
Aniden gelen bir mesaj bildirimiyle irkildim. Telefonuma baktığımda, Maaya’dan bir LINE mesajı almıştım.
[Hey Saki~? Naber?? Bu arada, konuşmaya ihtiyacın olursa her zaman buradayım, biliyorsun değil mi~? Hav hav?]
…Ah, Maaya.
Mesaja kahkaha atan bir yavru köpek çıkartması eşlik ediyordu. Bir anlığına içimde sıcak bir rahatlama hissettim. Nasıl anladı ki? Zamanlaması fazla mükemmeldi.
Ona danışmak için içimde güçlü bir istek uyandı. Maaya, konuşurken kendimi rahat hissedebildiğim tek kız arkadaşım.
Ama o da üniversite giriş sınavlarına hazırlanıyor, bu yüzden onu rahatsız etmek istemiyorum.
Ne yapmalıyım?
Asamura-kun sorunumu bir şekilde çözmezsem, Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’nin giriş sınavını kazanmamın imkânı yok.
Duygusal olarak beni incitmeden sorunlarımı dinleyip bana tavsiye verebilecek biri var mı?
…Öyle işe yarar insanlar yok. Masallardaki gibi sihirli değneğini sallayıp en ihtiyacım olan anda beliriveren bir peri anne falan bu dünyada yok.
Tam o anda, zihnimde belli bir kişinin yüzü belirdi.
Çantamın içindekini telaşla aramaya başladım, acaba hâlâ duruyor muydu? En dipte, üzerine basit bir e-posta adresi yazılmış katlanmış bir kağıt buldum. Evet, hâlâ duruyordu.
Bunu Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’nin tanıtım gününde almıştım, hatırlıyorum. Profesör Kudou bana “Bir sorun yaşarsan, lütfen benimle iletişime geç” demişti.
Derin bir nefes alıp cesaretimi topladım ve ona bir e-posta gönderdim. Tam sandalyemden kalkıp eve gitmek üzereyken telefonumdan bir bip sesi yükseldi.
Bir e-posta bildirimi.
Ekrana baktım—Profesör Kudou’dan bir yanıt gelmişti. Gözlerime inanamadım.
“Beş dakika bile geçmemişti…”
Hemen oturduğum yere geri çöktüm ve e-postayı açtım.
> 『Geçen sefer bulunduğumuz odada seni bekliyor olacağım.』
…Ne!?
Bir saniye. Ne? Şu an gelmemi mi söylüyor?
Başımı iki elimin arasına aldım. O anda telefonum tekrar bip etti.
> 『İstersen o Asamura-kun çocuğunu da getirebilirsin. Benim için fark etmez.』
“İmkânsız…”
Hemen gönderdiğim e-postayı tekrar kontrol ettim ama kaç kere okusam da, Asamura-kun’un adını tek bir kez bile geçirmemiştim—sadece konuşmak istediğim bir konu olduğunu belirtmiştim.
Nasıl bilebilir!?
Boş kahve fincanını tepsiye bırakıp nihayet yerimden kalktım.
Trenden inip bilet gişesinden geçtim.
Nemli bir rüzgâr tenime yapışıyordu.
Yağmur mevsimi için hâlâ erken olsa da, ağır ve bunaltıcı bulutlar her an gümüş damlalar serbest bırakacak gibi görünüyordu. Oraya varmadan yağmur yağmazsa iyi olurdu.
Gri gökyüzüne baktığımda, sanki bu ezici ağırlık beni de aşağı çekiyormuş gibi gözlerim yere düştü.
Tek dayanağım, ayağımın altındaki sağlam asfalt gibiydi. Gözlerimi yere sabitleyerek aceleyle adımlarımı hızlandırdım.
Sonunda, daha önce yalnızca bir kez geldiğim üniversitenin girişine vardım.
Ama bugün normal bir hafta içi günüydü.
Tanıtım günündeki gibi “Hoş geldiniz” havası yoktu. Ortalıkta tabelalar yoktu, benim gibi lise üniforması giymiş kimse de yoktu.
Kırmızı tuğlalı kapıdan kampüsün içlerine doğru kabartmalı yönlendirme yolları uzanıyordu. Biraz ileride, giriş yapan herkesi dikkatle süzen bir güvenlik görevlisi duruyordu.
Gerçekten içeri girebilir miyim?
Telefonum cebimde titredi. Çıkardım—Profesör Kudou’dan bir e-posta daha. Eğer güvenlik görevlisi beni durdurursa, bu e-postayı göstermemi söylüyordu.
İçgüdüsel olarak etrafıma endişeyle göz gezdirdim. Beni izleyen biri mi var? Böyle düşünmem için hiçbir sebep yoktu ama Profesör Kudou’nun hareketlerimi böylesine iyi okuması tüylerimi ürpertti.
Cesaretimi topladım, bir adım atmak üzereydim ki aniden durdum.
Bir grup üniversite öğrencisi kapıdan geçti. Çarpışmamak için hızla kenara çekildim. Grup birbirine veda edip farklı yönlere dağıldı. Derin bir nefes verdim.
“Hey, sen. Burada ne işin var?“
O kadar irkildim ki kalbim ağzımdan fırlayacak sandım.
Arkamı döndüğümde, tanıdık iki yüzle karşılaştım… Az önceki gruptan iki kadın.
Biri oldukça uzundu, diğeri ise küçük bir hayvanı andıran minyon biriydi. İkisi de doğrudan bana bakıyordu.
“Uh, şey…“
“O üniforma…“ Uzun kadın, boğuk sesiyle konuştu. “Sanki daha önce görmüş gibiyim.“
“Bu, Suisei,“ dedi yanındaki minyon kadın.
“Huh? Kalemlerden mi bahsediyoruz?“
“Hayır, hayır, saçmalama, Shizu-chan. Yağ bazlı ve su bazlı kalemlerden bahsetmiyoruz. Bak, Suisei Lisesi’nden. Tokyo’nun diğer tarafında, gerçekten zeki çocukların gittiği okul.“
“Burası,“ derken istasyonu işaret etti ama Suisei Lisesi aslında tam ters yöndeydi.
Tuhaf bir ikiliydiler. Minyon olan kadın, kırılgan ve narin bir hava yayıyordu, öte yandan, yaklaşık 170 cm boylarında olan diğeri adeta onun üzerine kule gibi yükseliyordu.
Uzun kadın, minyon kadının sözlerine anlayışla başını salladı.
“Peki, bizim okulumuzda ne işin var? Henüz bu yıl için tanıtım günü düzenlediğimizi sanmıyorum.“
“Uh, hayır, öyle değil. Şey, yani... Profesör Kudou beni buraya çağırdı.“
Sözcükler ağzımdan çekingen bir şekilde dökülürken, ikisinin de ifadesi aniden değişti.
“Ah—“
“Zavallı şey…“
Ne? Ne? Ne!?
“Anladım. Tamam, biz sana yolu gösteririz.“
“Huh? Ah, gerek yok. Yani… Orayı biliyorum.“
“Ne yazık. Çoktan tuzağa düşmüşsün bile.“
“Shizu-chan, öyle söyleme!“
Bu ikili kendi aralarında konuşup dururken beni iki yandan sıkıştırmışlardı. Ne? Bir saniye, bekleyin!
“Her neyse, endişelenme. Beraber gitmemiz daha kolay olur.“
“Aynen, aynen. Merak etme, sorun yok, her şey yolunda.“
“Profesör Kudou’nun dene— yani, misafirini doğru düzgün yönlendirmemiz lazım, değil mi?“
“Mmm-hmm.“
Bekleyin, az önce bana denek mi dediler!?
“H-h-hey, kollarımı bu kadar sert çekmeyin, lütfen!“
İkisi de kollarımdan sıkıca tutarak beni kampüsün içine doğru sürükledi.
Profesör Kudou’nun odası, daha önce geldiğim yerle aynıydı. Bu tuhaf ikili, kapıya kadar beni götürdü, ardından kısa bir veda edip arkalarına bile bakmadan uzaklaştılar.
Beni sürüklerken, ikisinin de Profesör Kudou’nun öğrencileri olduğunu söylediler.
Onca tantanaya rağmen, sayelerinde kimse beni durdurup sorgulamadı. Bu yüzden içten içe minnettardım. Üstelik, tam kampüsten çıkmak üzereyken bana yardım etmek için yollarını değiştirmişlerdi.
Ama yine de, söyledikleri şeyler içimi fazlasıyla huzursuz etti.
“Eğer bir şey olursa, hemen kaç.”
“Kendine bir kaçış rotası ayarla ve Profesör Kudou’nun seninle kapı arasına girmesine izin verme.”
Profesör Kudou aslında gizli bir suikastçı mı!?
Kapının önünde durup derin birkaç nefes aldım. Buraya kadar geldim. Artık geri dönmem imkânsız.
Tak, tak, tak.
Hiçbir yanıt gelmedi.
Hmm?
Kapı kolunu nazikçe çevirmeyi denedim.
Açıktı.
…Belki de bir dakikalığına dışarı çıktı?
Başımı içeri uzatıp baktım.
“Uh… Burada kimse var mı?“
Hâlâ hiçbir yanıt gelmedi ve kapı aralığından içeri baktığımda kimseyi göremedim.
Bir saniye.
Masanın ve sandalyenin ayakları arasından, kanepenin diğer tarafında birinin ayağını mı görüyorum!?
Çıplak ayaktı.
Pencerenin yakınlarında yere uzanmıştı ve beyaz bir önlüğün eteğini görebiliyordum. Biri mi bayıldı!?
Hemen kapıyı açıp içeri daldım.
Masaya doğru koştum ve yere uzanan kişinin yüzüne baktım—Profesör Kudou!
“İyi misiniz!?“
“Mmm...?“
Yan tarafına kıvrılmış halde uyuyordu.
Gözlerini araladı ve büyük bir esneme—bekleyin, esneme mi!?
“Uh, şey…“
“Saki-kun. Bir treni kaçırdın, değil mi?“
“Eh?“
Profesör Kudou yavaşça doğruldu, sağ elini cebinden çıkardı. Elinde bir akıllı telefon vardı. Telefonunu masaya koydu, laboratuvar önlüğünü rahatça silkeleyip üzerindeki tozları attı ve kollarını tavana doğru esnetti.
“Mmm.“
“Uyuyor muydunuz?“
“‘Günaydın’ dememi ister misin? Peki, günaydın.“
Yani gerçekten uyuyordu.
Bu kadın, şaşırtıcı derecede oyuncu biriydi.
“…Evet, günaydın.“
“Mm. Neyse, otur bakalım.“
Kanepeyi işaret etti. Tanıtım gününde oturduğum kanepe olduğunu hatırladım.
“Biraz kahve yapalım. Beni kendime getirir.“
“Ben almayayım, teşekkürler. Az önce kahve içtim.“
“O zaman geçen seferki gibi çay? Yok, dur, bundan daha iyisi var. Gyokuro.“
[ Gyokuro, tatlı ve zarif bir aromaya sahip, parlak yeşil rengi ve sağlık faydalarıyla bilinen değerli bir Japon yeşil çayıdır. Gölge altında yetiştirilir ve daha düşük sıcaklıkta demlenir, bu yüzden kendine has lezzeti nedeniyle oldukça kıymetlidir.]
Bunu söylerken, temizlik malzemeleri dolabı gibi görünen uzun bir dolabı açtı. İçerisi tamamen belgelerle doluydu, ancak bir rafın üzerinde çay takımları ve çay yaprakları sıralanmıştı.
…Ne kadar rahat bir insan.
“Gyokuro pahalı değil mi?“
“Poşet çay olarak var.“
“…Yani ucuz mu?“
“Poşet çaylar arasında pahalı olanlardan. Daha önce Gyokuro içtin mi?“
“Evet ama bu kadar kaliteli çay yapraklarını poşet çay olarak kullanmak biraz israf gibi geliyor…“
“Eğer olaya ‘lüks bir çayın tam deneyimini yaşamak’ açısından bakarsan, evet, israf diyebilirsin ama içerik aynı, üstelik pratik, bu yüzden ben böyle kullanıyorum.“
Profesör Kudou konuşurken, odada hızla hareket ediyordu.
Elektrikli su ısıtıcısında su kaynattı, çay fincanlarını ısıttı ve Gyokuro’yu bir poşet çay kullanarak demledi. Sonra, karşılıklı kanepelerin arasındaki cam masaya iki fincanı yan yana yerleştirdi ve dolabı tekrar karıştırarak başka bir şey çıkardı. Bir atıştırmalık paketi. Paketi yırtıp içindekileri masaya döktü. Tuzlu patates cipsiydi.
“Çayın yanında iyi gider.“
“…Ah, evet. Çok teşekkür ederim.“
Aniden bir şey fark ettim ve Profesör Kudou’nun çıplak ayaklarına bakmaya başladım. Bacak bacak üstüne atmış, karşımda oturuyordu.
“Neden çıplak ayaktasınız?“
“Çünkü sıcaktı.“ Bana dünyanın en doğal şeyiymiş gibi bir bakış attı.
“Yani, yerde uyumanızın sebebi de bu muydu?“
“Hayır, o başka bir şey. Sadece merakımdan yaptım.“
“Merakınızdan?“
“Evet. Hani çiftler birlikte uyuduğunda genellikle yüzleri birbirine dönük olur, değil mi?“
“Gerçekten mi?“
“Yoksa nasıl öpüşecekler?“
Ö-öpüşmek mi!? Bu konuya neden bir anda girdik!?
“Yani, bu şu anlama geliyor; biri sol tarafına yatarken, diğeri sağ tarafına yatıyor. Bir anda aklıma şu soru takıldı— erkekler ve kadınların yaşam süresi ve sağlık eğilimleri ile bunun bir ilgisi olabilir mi?“
“U-uh…“
Ne demek istiyor?
Yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark eden Profesör Kudou, biraz isteksizce açıklamaya başladı.
Ona göre, uyuma pozisyonu sağlığımız üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir.
Sol tarafınıza yatmak, kalbinizin sıkışmasına ve üzerine baskı oluşmasına neden olabilir. Öte yandan, sağ tarafınıza yatmak midenizi sıkıştırarak sindirim sorunlarına yol açabilir.
Ciddi mi? Yoksa benimle dalga mı geçiyor?
“Ama insanlar gece boyunca sağa sola döndüğümüzü söylüyor, değil mi?“
“Doğru. Eğer büyük bir yatakta ya da futonda tek başına uyuyorsan, öyledir ama ya bir çift aynı yatakta uyuyorsa?“
“Şey… Birbirlerine çarparlar.“
“Değil mi?“
“Sanırım.“
Anlıyorum. Yani, bu durumda dönme ihtimali kısıtlanıyor.
“Şimdi anladın mı? Serbestçe dönebildiğin bir ortamda uyumakla, hareketlerinin kısıtlandığı bir ortamda uyumak arasında bedene etkileri açısından fark olabilir.“
“Ne demek istediğinizi anlıyorum ama…“
Evli bir çiftin aynı yatakta veya futonda uyuduğunu düşünelim.
“Örneğin, eğer aynı yatakta ya da futonda uyuyan çok sayıda bir çift örneklemine bakarsak, tamamen rastgele değil de belirli bir tarafı tercih etme eğiliminde olduklarını görebiliriz.“
(Örnekleme istatistikte belirli bir yığından alınan kümeyi ifade eder. Örneğin; Türkiye’deki tüm üniversite sayıları bir yığın iken Ankara’daki üniversite sayısı bu yığından alınmış bir örnektir.)
“Peki, erkeklerin belirli bir tarafta uyuma eğiliminde olduğuna dair istatistikler var mı?“
Eğer olasılık 50/50 ise, yatakta özgürce dönebilme konusunda bir farklılık olabilir ama bunun cinsiyetle herhangi bir korelasyonu olmaması gerekirdi, değil mi?
“Bence erkekler genellikle yatakta sol taraflarına yatıyor.“
“Bunun dayanağı ne?“
“Şöyle düşün. Yüz yüze uyuduklarında, bu şekilde yatarlarsa baskın olan sağ elleri serbest kalır! Erkekler için bu önemli değil mi sence?“
Bunu hiç düşünmemiştim.
Bunu aklımda evirip çevirirken, Asamura-kun’la uyuyakaldığım geceyi hatırladım. Uyandığımda hâlâ kollarının arasındaydım. Bu da demek oluyor ki ikimizden hiçbiri gece boyunca dönmemişti.
— Hangi tarafıma yatıyordum?
— Hayır, ben ne düşünüyorum!?
Hangi tarafta olduğumun hiçbir önemi yok!
Ben kendi içimde bu düşüncelere kapılmışken, Profesör Kudou mutlu bir şekilde açıklamalarına devam etti.
“Bunun gerçek bir eğilim olup olmadığını bilmiyorum ama eğer öyleyse, sağlık farklılıklarının cinsiyet farkından kaynaklandığı sanılan bazı durumların aslında evlilik hayatındaki dengesizliklerden kaynaklandığını keşfedebiliriz.“
…Siz gerçekten sürekli böyle şeyler mi düşünüyorsunuz?
“Mantığını anlıyorum ama… bunu destekleyen çok fazla kanıt yok gibi.“
“Eh, zaten bunu şu an aniden düşündüm. Daha sonra araştırma makalelerini karıştırmayı planlıyorum.“
“Yani gerçekten makaleleri didikleyeceksiniz, öyle mi?“
Bu kadın araştırmaya gerçekten tutkulu mu, yoksa sadece boş zamanı mı fazla?
“Düşünce sürecinizi anlıyorum ama gerçekten yerde uyumanız mı gerekiyordu?“
“Sadece uzanıp düşünmek istedim, ayrıca yer serin ve rahattı.“
“Ve sonra uyuyakaldınız.“
“Aynen öyle. Beş dakika içinde bayılmışım.“
Kendi bahanesi bile zayıftı.
“Ayrıca, geç kaldığın için suç senin. Treni kaçırdın ve okul kapısından buraya gelmen beş dakikadan uzun sürdü.“
“Treni kaçırdığımı nasıl bildiniz?“
“Şöyle düşün, Suisei Lisesi’nden gelen güzergâhını ve bana e-postayı gönderdiğin zamanı hesaba kattığımda, okul çıkışı nerede olabileceğini tahmin edebilirim ve tahmin ettiğim saatte burada olmadığın için, ya treni kaçırdığını ya da güvenlik görevlisi tarafından durdurulduğunu düşündüm.“
“Ve sonra bana bir e-posta daha gönderdiniz.“
“Doğru.“
Ve ben buraya gelene kadar geçen beş dakika içinde uyuyakalmıştı.
“Neyse, boş verelim. Asıl konumuza dönelim…“
Profesör Kudou yüzünde kocaman bir sırıtışla bana baktı.
“Hadi, anlat bakalım.”
Göğsünü gururla kabarttı ve bacak bacak üstüne attığı ayağını değiştirdi.
Asamura-kun ile ilişkimizden, bu ilişki yüzünden konsantrasyonumu kaybedişimden ve notlarımın düşüşünden bahsettim. Biliyorum, ideal olan, bu durumu birlikte çözmemizdi ama başaramıyorduk ve içimizde bastırdığımız stres birikmeye devam ederek doğrudan akademik performansımı etkiliyordu.
Bunu duyduğunda, Profesör Kudou bana yetiştirilme tarzım hakkında daha fazla şey paylaşmamı istedi.
Bundan bahsetmek istemiyordum ama yine de öz babamla annemin ilişkisini, bunun benim düşünme biçimimi nasıl etkilediğini parça parça anlattım. İlgisiz olduğunu düşündüğüm bazı kısımları atlamaya çalıştım ama yine de uzun sürdü. Sonuçta, böyle şeyleri anlatmaya alışkın değildim.
Beni sonuna kadar sessizce dinleyen Profesör Kudou, gözlerini kapattı, ellerini kucağında birleştirdi ve hiç kıpırdamadan düşünmeye daldı. Adeta bir heykel gibiydi. Bir an taşa dönüşmüş olabileceğini bile düşündüm ama kirpiklerinin kıpırdaması, henüz canlı olduğunu doğruluyordu.
“Hmm…“
“U-uhm…“
Profesör Kudou yavaşça gözlerini açtı, tavana baktı ve kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Ne dediğini tam duyamadım.
“Demek bunlar senin endişelerin, Ayase Saki.“
“Evet.“
Kanepeye daha dik oturdum.
Profesör Kudou, gözlerini doğrudan bana dikti. Sanki X-ray görüşüne sahipmiş gibi hissettim—kendimi tamamen çıplak kalmış gibi hissediyordum.
“Saki-kun.“
“Evet?“
“Gelecek hayalim, bir RPG’de köyün yaşlı bilgesi olmak.“
“Ne?“
Ne dediğini doğru mu duydum!?
“Biliyorsun işte, rakugo’daki eski apartman bloklarında yaşayan emekli ihtiyarlar gibi. Hattsan, Kuma-san ya da Yotarou gibi karakterler ona danışmaya geldiğinde, bazen gerçekten faydalı şeyler söyler, bazen sadece bilmişlik taslar, bazen de tamamen anlamsız şeyler geveler.“
[Kuma-san ve Yotarou, rakugo isimli geleneksel Japon komedi hikâyeciliğinde yer alan karakterlerdir. Hattsan, hazırcevaplığıyla tanınır, Kuma-san daha serbest ve absürt hikâyeler anlatır, Yotarou ise kararlı bir çırak rakugo sanatçısıdır.]
“Yani her zaman faydalı tavsiyeler vermiyor…“
O zaman neden ona danışasın ki?
“Tabii ki hayır! Yaşlılar ve emekliler sadece uzun süre yaşamış ve eski şeyler hakkında biraz bilgi sahibi olan insanlardır. Tek değerli yönleri budur.“
“Gerçekten böyle mi olmalı?“
“Düşünsene, biri çocuğuna uzun ömürlü olsun diye geleneksel bir isim koymak istiyor ve bu yüzden eski diller ya da tarih konusunda uzman birine danışıyor. Bu uzman için büyük bir zahmet olmaz mı? Eskiden olduğu gibi tapınak rahipleri de her köşe başında yok artık. İşte bu noktada devreye yaşlı bilge girer.
Sana Jugemu Jugemu gibi şeyleri öğretir ama gerçekten özel bir bilgiye ihtiyacın varsa, en iyisi yine konunun uzmanına sormaktır.
“Yaşlılar, daikon turpunu ince ince keserek kamaboko gibi gösterebilme ya da turşu yapılmış daikonu tamagoyaki’ye benzetebilme gibi yaşa bağlı gelişen bilgeliklere sahiptirler. İşte yaşlandıkça gelen bilgelik tam da budur.“
[Jugemu Jugemu, ünlü bir Japon halk hikâyesinin ismidir. Genellikle saçma veya komik tekerlemeler olarak kullanılır. Hikâye, çok uzun bir isme sahip bir çocuğun insanların bu ismi hatırlamasıyla yaşadığı zorlukları anlatır. Japon popüler kültüründe anlamsızlık veya karmaşıklığı ifade etmek için sıkça kullanılır.]
[Kamaboko: Beyaz balık ezmesinden yapılan, buharda pişirilmiş popüler bir Japon yiyeceği.]
[Daikon: Büyük, beyaz bir Japon turpu. Genellikle rendelenerek veya ince dilimlenerek çeşitli yemeklerde garnitür veya sos olarak kullanılır.]
[Tamagoyaki: Japon mutfağına özgü, kat kat sarılarak yapılan hafif tatlı bir omlet çeşidi.]
Ne anlatıyor bu kadın?
Hmm… Daikon turpunu ince ince kesersen, kamaboko gibi görünebilir mi? Eh, belki… Ama dokuları tamamen farklı. Daikon turpunu tamagoyakiye benzetmek? Bu biraz fazla zorlama. Tek ortak noktaları sarı renkleri. Tamagoyaki yumuşacık ve kabarık, ama daikon turpu asla o dokuya sahip olmaz.
“Anladım, demek ki Saki-kun, Japoncanda biraz eksikler var.“
“Uh, şey…“
“Nagaya no Hanami’yi dinlemelisin. O hikâyeyi severim. Neyse, bu önemli değil. Söylemek istediğim şey şu: Gençlerin sorunlarını dinlemeyi severim ama faydalı tavsiyeler vereceğimi garanti edemem.“
[Nagaya no Hanami, Japonya’da apartman tarzı toplu konutların ortak alanlarında yapılan geleneksel kiraz çiçeği izleme partisini anlatan bir rakugo hikâyesidir.]
“Evime gidebilir miyim artık?“
“Bekle, hemen gitme. Dedim ya, özel bir şey öğrenmek istiyorsan, uzmanına sormalısın. Bu durumda, senin problemin için en iyi uzman bir klinik psikolog olurdu.“
“Klinik psikolog... yani bir psikiyatri kliniğine mi gitmeliyim?“
“Bunu kesin olarak söyleyemem ama eğer bu durumu kendi başına çözemeyeceğini düşünüyorsan, dürüst olmak gerekirse bir uzmana danışmanı tavsiye ederim ama yine de bu konuda kendi görüşümü paylaşabilirim.“
Bunu ciddi bir tonla söyledi ve ardından ekledi:
“Bu duruma bağımlı ilişki (codependency) denir.“
“Ba… bağımlı?“
Bağımlı ilişki—
Romantik hikâyelerde, bağımlı ilişkiler çoğu zaman romantik veya arzu edilir bir şey gibi tasvir ediliyordu. Gerçekteyse, bu durum uyuşturucu veya kumar bağımlılığı gibi diğer bağımlılıklardan farksız ciddi bir sorun olarak görülüyordu.
“Bağımlı ilişki, bir kişinin belirli bir ilişkiye aşırı derecede bağımlı hale gelmesi durumudur.“
“Bir ilişkiye fazla bağımlı olmak mı?“
Tam olarak anlamamıştım. Bir ilişkiye bağımlı olmak ne anlama geliyordu?
“Bu kavram ilk olarak, alkolikler ve onların aileleri arasındaki ilişkide keşfedildi. Diyelim ki alkol bağımlısı bir kişi var ve aile üyelerinden biri, ona tamamen destek olmaya odaklanmış. Bu durumda, esas amaç alkol bağımlısına destek olmaksa, en mantıklı hedef onu alkolü bırakmaya teşvik etmek olmaz mı?“
“Evet, sanırım öyle.“
“Ama ya ona ‘içmesi için para vermek’ gibi bir destek sunuyorsa?“
Bu durumu zihnimde canlandırmaya çalıştım.
Eğer parası yoksa, alkol alamazdı ama birisi ona alkol alması için para verirse, satın alabilir ve bu durumda içmeyi bırakması imkânsız hale gelirdi.
“Bunu destek olarak görmek biraz zor ve... mantıklı gelmiyor. Birisi neden başkasının bağımlılığını körükleyecek şekilde hareket etsin ki?“
“Bunu adım adım düşünelim. Alkol bağımlılarının alkole bağımlı olduğu açık, değil mi?“
“Evet, tabii ki.“
“Asıl kafa karıştırıcı olan kısım bundan sonra geliyor. Diyelim ki alkolik biri, aşırı derecede ailesine bağımlı hale geliyor ve alkol alabilmek için onlara muhtaç oluyor. Örneğin, alkolik bir koca ve ona destek olan eşi ya da tam tersi—hangisinin bağımlı olduğu fark etmez.“
“...Tamam.“
“Eşi, onu desteklemek adına yoksulluğa sürüklenecek kadar kendini harap etse bile, bağımlı kişi yine de ona güvenmeye devam eder. Çünkü eş destek vermeye devam ettikçe, bağımlı kişi ona daha fazla bağlanır ve ayrılmak daha da zor hale gelir.“
“Çünkü ona bağımlı olmaya devam edecek, huh…?“
“Evet. Bunun sebebi, destek veren kişinin kendini gerekli hissetmesi.“
“Ah… Bunu böyle anlatınca sanırım biraz anladım.“
Başkaları tarafından ihtiyaç duyulmanın neden iyi hissettirdiğini anlayabiliyordum.
Genellikle birilerinin bana bağımlı olmasından hoşlanan biri değilim ama Asamura-kun’la eşleşen kıyafetler seçmek benim için eğlenceli ve… onun bana ihtiyacı olduğunu hissetmek beni mutlu ediyor.
“Destek doğru seviyede olduğu sürece, bunda bir problem yok. Küçük kardeşin abisine güvenmesi, bir öğrencinin üst sınıfındaki birine bel bağlaması—birinin sana güvenmesine karşılık ona bakmak kötü bir şey değil. İhtiyaç duyulmak güzel bir his, değil mi?“
“Bu, sorunlarımı dinleyen öğretmen için de geçerli mi?“
“Aman Tanrım. Hmm… Eğer geniş bilgi birikimimi göstererek saygı kazanabiliyorsam, bundan daha büyük bir haz olamaz.“
Kulağa biraz samimiyetsiz gelen bir ifadeyi bilerek kullandı, değil mi?
“Neyse, konumuza dönelim. Destek belli bir eşiği aştığında, sorunlu hale gelmeye başlar. Birisi yoksulluk içinde yaşasa bile, sadece ihtiyaç duyulma hazzını yaşamak için sürekli alkol parası sağlıyorsa, bu bağımlı ilişkiyi sürdürmeye yönelik bir kendi kendini tatmin etme halidir.“
“Gerçekten böyle durumlar oluyor mu?“
“Öyle görünüyor. Kitaplarda bunun yaşandığını okudum. Daha önce de söylediğim gibi, benim uzmanlık alanım etik. Bu yüzden yalnızca bu konuyla ilgili anladıklarımı açıklıyorum.“
“Anladım. Daha fazla ayrıntı için uzmanına sormak gerekiyor, değil mi?“
“Kesinlikle. Birinin bağımlı bir durumda olup olmadığını ben belirleyemem ama temel fikri anladığımı düşünüyorum. İhtiyaç duyulmaya devam etmek, o konumda kalabilmek için, kişi kendi hayatını mahvetse bile bunu bırakamaz. Bu, aslında alkol bağımlılığından farklı değildir. Bir ilişkiyi sürdürmeye bağımlı olmak, yani ilişkinin kendisine bağımlı hale gelmek.“
“İlişkinin sürdürülmesine bağımlılık… Bağımlılığın nesnesi farklı olsa da, iki taraf da birbirine muhtaç hale geliyor ve bu döngüyü kıramıyor. Bağımlı ilişki dediğimiz şey bu mu?“
“Doğru. Bu iki taraf için de daha kolay bir durum. Ne kadar fazla alkol parası istenirse, diğer taraf o kadar sağlar, bu yüzden bağımlı kişi asla durmaz. Öte yandan, destek veren kişi ne kadar fazla sağlarsa, bağımlı olan kişi alkolü bırakmakta o kadar zorlanır ve bağımlılığı destek verene doğru daha da güçlenir. Sonuç olarak, ilişkileri devam eder ve gittikçe daha da sağlamlaşır.“
Dinlerken farkında olmadan kollarımı bedenime sararak kendimi sardığımı fark ettim. Tüyler ürpertici bir hikâye.
Sanki birbirimizin örümcek ağlarına yakalanmışız da çıkamıyoruz.
“Ancak, sorun ilişkinin devam etmesi için gereğinden fazla bağımlı hale gelmek. Yani, uygunsuz seviyede birbirine bağımlı olmak. Bir kocanın karısına, bir kadının kocasına güvenmesi kötü bir şey değil. Esas mesele, bunun aşırıya kaçması.“
Aklıma annemin bir keresinde söylediği bir şey geldi.
Üvey babam yanında olduğu için, hastalandığında artık dinlenebildiğini söylemişti. Onlar da birbirine güveniyordu ama ilişkileri bana hiçbir zaman sağlıksız gelmemişti.
“Bir söz vardır, ‘Her şeyin fazlası da, azı kadar zararlıdır.’ Asıl mesele aşırılığın kendisi. Tıpkı alkol gibi, her şeyin kararında olanı makbuldür.“
“Ne demek istediğinizi anlıyorum.“
“‘Bağımlı ilişki’ terimi artık daha yaygın hale geldiği için, günümüzde romantik hikâyelerde de sıkça işleniyor ama çoğu aslında sahte bağımlılık.“
“Sahte mi? Ne demek istiyorsunuz?“
“Bazı kitap kapakları dikkatimi çekti, ben de birkaçına göz attım—“
“Onları okudunuz.“
Bu kadın gerçekten araştırma tutkunu mu, yoksa sadece fazla boş vakti mi var?
Üçüncü bir seçenek de olabilir… Belki de gizlice romantik hikâyeleri seviyordur?
“Evet, okudum. Okuduklarımın çoğu ya başkalarının tavsiyeleriyle çözüme kavuşuyordu ya da ilişki tamamen çöküyordu.“
“Beğenmediniz mi?“
“En azından ilginçlerdi. Özellikle bir tanesinde gerçekten sevdiğim bir kadın karakter vardı. Harika bir şekilde ‘bozuk’ bir kişiliğe sahipti—ama mesele bu değil. Asıl mesele, hiç kimsenin bir psikiyatristten yardım aramaması. Ya tek bir tavsiye ile tüm sorunları çözülüyordu ya da hiç yardım aramadan kendi çöküşlerini izliyorlardı. Saçlarımı yolasım geldi.“
“Eğer bir bağımlılık söz konusuysa, bir uzmana gitmek gerekiyor, öyle mi?“
“Kesinlikle. Daha önce de söyledim, bu köyün yaşlı bilgesinin işi değil. Eğer tek bir tavsiye ile çözülebilecek bir şey olsaydı, toplumsal bir sorun haline gelmezdi ama genç yetişkin romantik hikâyelerinde, bu sadece bir ‘tatlandırıcı’ gibi kullanılıyor sanırım.“
“Anlıyorum…“
“Bence bu durum sadece ‘eğlence için’ seviyesinde kaldığında, tavsiye vermek yeterli olabilir ama eğer bu sınır aşılırsa, işin içine bir uzman girmeli. Şimdi, senin durumuna gelirsek—“
Birden hatırladım. Evet, biz Asamura-kun ve benim hakkımda konuşuyorduk.
“Sevgi dolu bir ailede büyümeyen, sevgiye aç birinin, romantik bir ilişkiye girdiğinde partnerinin sevgisine aşırı derecede bağlanması oldukça yaygın bir hikâye, değil mi?“
Profesör Kudou’nun sözlerini dikkatlice düşündüm.
Aşırı sevgi arayışı…
‘Aşırı’ demek, normalden fazla olan bir şeydi.
“Peki, ‘normal’ nerede biter ve ‘aşırı’ nerede başlar?“
“Bunu bir amatör nasıl bilebilir? Bu kişiden kişiye değişir. Hatta uygun alkol miktarı bile herkese göre farklıdır.“
“Bu… doğru, ama…“
Başımı ellerimin arasına aldım.
Profesör Kudou bir keresinde, öz babamdan yeterince sevgi görmediğim için yakınımdaki bir erkek figürüne yönelerek bu eksikliği gidermeye çalışmış olabileceğimi söylemişti.
Eğer içten içe yeterince sevgi almadığımı hissediyorsam, bu mümkün olabilir miydi?
Ciddi bir Asamura Yuuta eksikliği— Ayase Saki’nin zihnindeki mahkemede çıkan sonuç.
Anlıyorum. Gerçekten de ‘benim için yeterli olup olmadığını’ sorgulamam gerekiyor.
Aslında yeterli olmalıydı ama belki de içimdeki sevgi açlığı o kadar yoğundu ki bana yetmiyor gibi hissettiriyordu. Böyle bir ihtimal vardı.
“Ayase Saki, Asamura Yuuta’dan fiziksel sevgi arayışında aşırıya mı kaçıyor?“
“...Bunu bana bir lise öğrencisi olarak mı soruyorsun?“
“Tabii ki hayır. ‘Bir lise öğrencisi gibi olmak’ kavramını şimdilik unut. Bu sadece istatistiksel bir kılavuz. Eğer fiziksel yapıda bir farklılık varsa, doğru ilaç dozu bile değişir. Biliyor musun, ilaç şişelerinin üzerinde, çocuklar için şu kadar, 15 yaş üstü için şu kadar alınmalı diye yazar ama ya 15 yaşını geçmişsin ama vücudun hâlâ çocukken olduğu gibi kalmışsa? Vücuttaki kimyasal tepkimeleri etkileyen faktörler, insan yaşı değil, fiziksel ve kimyasal yasalardır.“
“Yani, benim için de doğru bir ‘doz’ var mı?“
“Olay tam da burada düğümleniyor.
Ruh sağlığı için de aynı şey geçerli. Psikolojik gelişim genellikle çoğu insanda benzer bir yolu takip eder ama bireyler için durum farklıdır. Toplumsal kurallar oluştururken bile, istatistiksel hataları göz önünde bulundurmalıyız. Bir kişi yetişkin olduğunda bile zihninin belirli bir yönü gelişmemişse, o kısmı hâlâ bir çocuk gibi ele almamız gerekir.“
Profesör Kudou’nun ne demek istediğini anlamıştım. Bir çocuğun karaciğerinin bir yetişkinin alkol miktarını kaldıramaması gibi düşününce, mantıklıydı. Öyleyse, Asamura Yuuta ile yaşadığım fiziksel yakınlık benim için fazla mıydı? Eğer önerilen dozdan fazlasını arzuluyorsam, bu beni Asamura Yuuta’ya bağımlı hale getirmiş olabilir miydi? Ve eğer bu “dozdan“ yeterince alamazsam, ruh halim bozuluyor, huzursuz hissediyor, uyuyamıyor ve odaklanma sorunu yaşıyordum… Bu muydu?
Hayır, bir saniye— Bunun tersi de mümkün olamaz mıydı? Bu durum üçüncü sınıfta başladı ve zihnimdeki mahkemede de belirtildiği gibi, sebep Asamura-kun’la fazla yakın olmam değil, aksine, üçüncü sınıfa geçtiğimden beri yakınlığımızın azalması olabilir miydi? Fazla tüketmek değil de, tam tersine, yeterince alamamak?
“Artık hiçbir şey bilmiyorum…“
Ayase Saki tamamen kafa karışıklığı içindeydi.
“İşte bu yüzden diyorum ki, eğer gerçekten çıkmazda hissediyorsan, bir uzmana danışmalısın ama ondan önce, mevcut durumu doğru anlaman gerek ve eğer gerçekten bağımlı bir ilişki söz konusuysa, bunu tek başına çözmenin hiçbir anlamı yok.“
İşte o anda fark ettim— Ah, anlıyorum. Asamura-kun da aynı şeyi hissediyor olabilir.
“Asamura-kun’un da bağımlı bir ilişki içinde olma ihtimali var mı? Ama… o benim kadar bunu istemiyor gibi görünüyor… Yani, kendini dizginleme konusunda iyi biri.“ Bunu söylerken, başımı kaldırıp önümde oturan kadına sorgulayan gözlerle baktım.
Profesör Kudou elindeki fincanı zarif bir şekilde eğip çayından bir yudum aldı. Uzun, ince bacaklarını birbirine atmış, laboratuvar önlüğünü bir pelerin gibi giymiş halde, şık kanepede rahatça yayılmış duruyordu. Neredeyse bir Batılı soyluyu andırıyordu.
Yüz hatları oldukça orantılıydı, uzun kirpikleri dikkat çekiyordu. Yerde uzandığı için dağınık görünen saçlarını görmezden gelirsem, aslında Profesör’ün gerçekten çok güzel bir kadın olduğunu o an fark ettim ama yine de pahalı Gyokuro çayını sıradan bir çay fincanından içiyordu.
Boş fincanı tabağın üzerine tıkırtıyla bıraktı.
“Tam da bu yüzden şüpheli.“
“Hah?“
“Bir düşün. Güzel bir kız, tıpkı senin gibi, ona yaklaşırken bir lise öğrencisi neden kendini bu kadar dizginlesin?“
Bu sözleriyle tamamen hazırlıksız yakalanmıştım. B-ben, güzel mi?
“Ortalama bir lise çocuğu, ergenlik döneminde azgın bir maymundan farksızdır. Gerçekten, düpedüz bir maymun.“
M-maymun mu?
“Ne demek istiyorsunuz?“
“Yani, asıl hamleyi sen yaptığın için o bu kadar kontrollü davranabiliyor. Bana sorarsan, Asamura Yuuta kendi başına yabancılarla kolay kolay iletişim kuracak biri değil.“
Asamura-kun’u, onu o yapan şeyleri düşünmeye çalıştım.
“Ama müşteri hizmetlerinde gerçekten iyi.“
“Bu bir karşı argüman değil. Sonuçta insanlar ondan hoşlanmasalar bile, onun için sadece birer müşteri.“
Yine hazırlıksız yakalanmıştım.
“Müşteri hizmetlerinde başarılı olan insanlar ikiye ayrılır. Birincisi, insanlarla etkileşimi seven ve başarısızlıkları bile deneyimin bir parçası olarak görenlerdir. İkincisi ise, ilişki kurma girişimi başarısız olsa bile hiçbir kötü sonuç doğmayacağını bildiği için cesur hamleler yapabilenlerdir.“
“Asamura-kun’un ikinci türden biri olduğunu mu söylüyorsunuz?“
“Şu ana kadar anlattıklarına bakılırsa öyle görünüyor. Sonuç olarak, büyük ihtimalle çok fazla arkadaşı yoktur.“
“Uh…“
B-bu doğru olabilir. Asamura-kun’un hakkında sıkça bahsettiği Maru-kun dışında yakın bir arkadaşı yok gibi görünüyor ve yeni arkadaşlar edinmek için de pek çaba sarf etmiyor. Ben de aynı şekilde olduğum için bunu hiç sorgulamamıştım.
Geriye dönüp düşündüğümde, güzel ve popüler Yomiuri-senpai’ye de hiçbir zaman doğrudan bir yaklaşım sergilememişti. Genellikle o Asamura-kun’u taklit eder ya da onunla dalga geçerdi. O zamana kadar bunu pek umursamamıştım çünkü benim işime geliyordu.
“Birine karşı romantik hisler beslediğinde, ona doğru bir adım atmak istemen doğaldır ancak birine doğrudan yaklaşmak Asamura-kun için stresli olabilir.“
“Bana yaklaşmak onun için stresli mi…“
“Asamura Yuuta, gerçekten önemsediği ve incitmek istemediği birine karşı kendini geri çekme eğiliminde. Bu yüzden senin ona yaklaşman gerektiği dinamiği değiştirmek istemiyor. Senin ona bağımlı hale gelmene neden olsa bile. Çünkü eğer inisiyatif davranirsa, bu durumda sorumluluk almak zorunda kalacak. Olayları kontrol etmesi gerekecek ama seni akışına bırakabiliyor, çünkü her şeyi sana bırakmış durumda ve şu anda bu, ikiniz için de daha kolay. Bu, bağımlı ilişkinin mükemmel bir örneği değil mi?“
Hmm.
Bunu daha önce hiç bu açıdan düşünmemiştim. Gerçekten de beni şaşırttı.
Yine de, bağımsız yaşayabilme gücünü arayan biri olarak kendimi bir bağımlı ilişki içinde bulacağımı hiç düşünmemiştim. Sevgi arayışında olmanın yanlış olduğunu düşünmüyordum ve Asamura-kun ile paylaştığım bağın gerçekten mutlu bir ilişki olduğuna inanıyordum ama yine de, isteklerim yerine gelmiş olsa bile böyle bir tuzağa düşebilmek… İnsan ilişkileri neden hiç sorunsuz ilerleyemiyor?
“Ne yapmalıyım?“
“Bunu defalarca söyledim ama eğer gerçekten çıkmazda hissediyorsan, bir uzmana danışmalısın. Ama ondan önce…“
Profesör Kudou kanepeden kalktı.
Masayı dolaştı ve—bir suikastçı gibi—arkamdan sessizce yaklaşıp elini kanepenin arkalığına koydu. Onun varlığını doğrudan arkamda hissettim.
Cebinden bir şey çıkardı ve yüzümün önüne tuttu. Bir el aynası. Bir etik profesörü için gereksiz olan bir laboratuvar önlüğü giymekle kalmıyor, cebinde bir akıllı telefon ve bir el aynası da taşıyordu.
Bu kadın gerçekten garip biri.
Küçük aynada yalnızca gözlerim yansıyordu.
“İyice bak.“
Aynadaki Ayase Saki bana doğrudan bakıyordu.
“Gözaltı torbaların korkunç görünüyor.“
Uh…
Haklıydı. Hafif makyajımla bile gizleyemediğim belirgin gözaltı torbalarım vardı.
Bunu böyle görmek, gerçeği daha da net hale getirdi. Ara sınavlar için her gece geç saatlere kadar ders çalıştığım için böyle olmuştu…
“Uyu. Önce bolca uyu. Geri kalan her şey bekleyebilir.“
“Evet…“
Kudou suikastçısı masanın etrafında bir tur attı ve tekrar Profesör Kudou’ya dönüştü. Boş çay fincanına baktı, yüzünü üzüntüyle buruşturdu ve ardından bir patates cipsi aldı. Kıtır.
“Uhhh. Kesinlikle ilk açıldıklarındaki kadar çıtır değiller.“
Böylesine önemsiz bir şey söyledikten sonra, hala patates cipsi hakkında konuşuyormuş gibi aynı tonlamayla devam etti.
“Sonra, uyandıktan sonra, Asamura Yuuta ile konuş. İlişkinizdeki doğru mesafeyi yeniden değerlendir. Gerekirse, anne babanı da işin içine kat ve eğer bunu çözmenin imkansız olduğunu hissedersen—“
“Bir uzmana danış, değil mi?“
“Aynen öyle ama her şey önce uyumak ve sonra uyanmakla başlıyor.“
Ve böylece, konuşma bir anda sona erdi. Profesör Kudou’nun, sonuna bir ‘iyi şanslar’ eklememesi onun tarzına uygundu.
Kanepeden kalktım.
Pencereden dışarı baktığımda, havanın kararmaya başladığını gördüm.
“Acaba yağmur yağacak mı…“ diye düşündüm.
“Ne olur ne olmaz, sana bir şemsiye ödünç vereyim.“
“Hayır, gerek yok. Sanırım yağmur yağmadan önce eve varabilirim, üstelik geri getirmesi de zor olur.“
“Yomiuri-kun’a bırakabilirsin. Sonuçta ikiniz de aynı yerde çalışıyorsunuz, değil mi? Burada soğuk alıp durumunu daha da kötüleştirmek mi istiyorsun?“
“Uh… tamam, o zaman ödünç alıyorum.“
Üniversiteden ayrıldığımda annemden bir LINE mesajı aldım. Görünüşe göre, üvey babamın ani bir toplantısı çıkmıştı ve akşam yemeğini benim yapmamı istiyordu. Hızla “Anlaşıldı“ diye cevap yazıp, eve giderken güzergahıma süpermarketi de ekledim. Neyse ki yağmur yağmadı.
Eve vardığımda hava çoktan kararmıştı. Odama gidip üniformamla yatağa uzanıverdim. Tavana bakıp bugün olan her şeyi düşündüğüm sırada, farkında olmadan uyuyakalmışım.
Uyandığımda, Asamura-kun’un işten dönme vakti çoktan gelmişti. Panikle mutfağa koştum. Sanırım bebek gibi uyuduğumdan dolayı zihnimdeki sis biraz dağılmıştı ve kendimi çok daha iyi hissediyordum.
“Neredeyse... bir yıl oldu, değil mi?“
Akşam yemeği sırasında böyle bir konuyla sohbeti başlattım.
Asamura-kun hemen ne demek istediğimi anladı—annem ve benim buraya taşınmamızın üzerinden geçen zamanı kastettiğimi.
İkimiz de ilk tanıştığımız günleri hatırladık.
Sonra o da bana içini döktü. Üçüncü sınıfa geçtiğinden beri odaklanma sorunu yaşadığını, notlarının düştüğünü, bunu benimle konuşmadığı için pişmanlık duyduğunu anlattı.
“Bende de aynı şey oldu. Ben de gerçekten zorlanıyorum.“ dediğimde, söylediklerini iyice dinledikten sonra içtenlikle karşılık verdim.
İkimiz de birbirimize uyum sağlama konusunda korkularımız var.
Ben de ona içimi döktüm. Okuldan sonra cesaretimi toplayıp Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’ne gittiğimi, Profesör Kudou’dan tavsiye aldığımı ve son zamanlardaki sorunlarımı onunla paylaştığımı anlattım.
“Senin de, Profesör Kudou ile konuşarak öğrendiklerimi dinlemeni istiyorum, Asamura-kun. Sonra, bunları birlikte ele alalım. Bunu yapabilir miyiz?“
Ona Profesör Kudou ile yaptığım konuşmayı anlattım.
Bu uzun, çok uzun bir hikâyeydi ama Asamura-kun sabırla dinledi ve bir kere bile sözümü kesmedi.
Hikâyeyi tamamladığımda, ikimiz de bir süre sessiz kaldık.
Bir süre düşündükten sonra, ilk konuşan Asamura-kun oldu.
“Huh?“
“Nasıl demiştin? ’Asamura Yuuta, gerçekten önemsediği ve incitmek istemediği birine karşı kendini geri çekme eğiliminde.’ “
“Ah, b-ben özür dilerim.“
Profesör Kudou’nun sözlerini olduğu gibi tekrar etmiştim ama geriye dönüp bakınca, muhtemelen bu biraz kaba bir şekilde söylenmiş gibi gelmiş olabilirdi.
“Muhtemelen. Küçükken, annemin babamla çok iyi anlaştığını hatırlıyorum ama bir noktadan sonra, yaptığı her şeyden şikayet etmeye başladı.“
Demek böyle olmuş…
“Ama, dürüst olmak gerekirse, babamın tavrının değiştiğini hiç fark etmedim. Yani, babam ne yapabilirdi ki? Düşündüğümde, incitmek istemediğim birine nasıl yaklaşmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yok. Öyleyse, belki de en iyisi, derin ilişkilere hiç bulaşmamak.“
“Bu… ama bu çok büyük bir kayıp olmaz mı? Yani, Maru-kun ile çok iyi anlaşıyorsun, değil mi? Yoksa onunla da bir gün yollarınızı ayıracağınızı mı düşünüyorsun?“
“Belki.“
Onun zorlukla çıkan sesi içimi burktu.
“Öyle değil...“
“Sanırım korkuyorum. Sevilmemekten. Günün birinde ayrılacaksak, ne gerek var arkadaşlara ya da sevgiliye? Gerçekten hissettiklerim bunlar sanırım. Bu yüzden insanlardan uzak durmak ve fazla girişken olmamak istiyorum ama eğer bu senin durumunu daha da kötüleştiriyorsa... Ne yapmalıyım?“
“Sakin ol, Asamura-kun.“
Masada elini tuttum ve nazikçe okşadım.
“Özür dilemesi gereken sen değilsin, benim.“
“Ayase-san?“
“Ben de seninle aynı hissediyorum. Sadece, farklı bir şekilde tepki veriyorum. İnsanlarla olan bağlarıma güvenmediğim için, sana sıkı sıkıya tutunuyorum.“
“Anlıyorum.“
“Ben çok fazla üstüne gidiyorum, sen ise geri çekiliyorsun ama aslında farklı tepkiler vermemize rağmen, ikimiz de birbirimize uyum sağlamaktan kaçmıyor muyuz?“
“Doğru mesafeyi bulmak, huh... Bir şekilde, Singapur’a gittiğimiz zamandan pek de farklı gelmiyor.“
Başımı iki yana salladım.
Öyle değil. Öyle olmasını istemiyorum.
“Şimdi geriye dönüp baktığımda, ikinci yılımız boyunca ilişkimizin nispeten dengeli olduğunu hissediyorum. Ayrıca, birbirimize duygularımızı itiraf ettiğimiz için de hiç pişman değilim.“
“Ben de öyle.“
Bu sözleri duymak beni çok mutlu etti. İçimdeki ağırlık hafiflemiş gibiydi.
“Singapur gezisinde, Şubat ayının sonunda ne kararlaştığımızı hatırlıyorsun, değil mi? Sadece daha doğal davranmaya karar vermiştik.“
Asamura-kun başını salladı.
“Ama üçüncü sınıfa geçtiğimizde, aynı sınıfa düştük. Bundan gerçekten çok mutlu olmuştum ama açılış töreni günü, okulda sadece normal sınıf arkadaşları gibi davranmamız gerektiğini söyledim. Bunu hatırlıyor musun?“
Sanırım her şey o gün başladı.
“Bunu söyleyen bendim.“
Sessizce başımı iki yana salladım.
“Hayır, ben de en az senin kadar hatalıyım çünkü buna hemen uyum sağladım. Üzerine düşünmeden sadece ’Tamam’ dedim ama biz sadece sınıf arkadaşlarından daha fazlası değil miyiz? Şu an böyle davranmamız biraz garip değil mi?“
“Evet... sanırım. Bunu böyle söyleyince biraz tuhaf geliyor.“
Ama o zaman ne yapmalıyız? İşte asıl zor olan da buydu.
Bir adım geri çekilip büyük resme baktığımızda her şey daha mantıklı görünüyordu.
Öncelikle, Asamura-kun ve ben hiçbir zaman *“Sınıf arkadaşları arasındaki normal ilişki“*nin nasıl olması gerektiğini bile tartışmamıştık. Bu yüzden okulda birbirimize karşı anlamsız derecede garip davranmaya başladık.
Göz teması kurmamak.
Konuşmamak.
Bunlar, birbirinden nefret eden öğrencilerin davranışları değil mi?
Bu kesinlikle normal değildi.
“Mesela, son iki aydır birbirimize ’günaydın’ ya da ’güle güle’ bile demedik.“
“Ahhh, bunu hatırlatma bile. Şimdi fark ettim, gerçekten ne kadar garip bir durum.“
“Ayrıca, evde annemle üvey babamın etrafta olduğunu bilmemize rağmen birbirimizi öpüyor, sarılıyor ve hatta birlikte uyuyoruz… Bu normal mı?“
Asamura-kun sonunda kendini masaya bıraktı. Onu anlayabiliyordum. O an ben de yastığa yüzümü gömüp çırpınmak istedim.
Sonra, aniden başını kaldırdı.
Bir an irkildim ve refleks olarak gerildim.
Ama beni korkutmak gibi bir niyeti yoktu.
“Pes ediyorum…“ diye mırıldandı sessizce.
“Gerçekten de çok garip davrandık, değil mi?“
“Bence de ama şimdiye kadar fark etmemiştim.“
“Doğru. Ben de fark etmemiştim ama peki, ilişkimizdeki bu tuhaflığı nasıl düzeltebiliriz?“
“Bir fikrim var.“
Son altı ayı konuşurken, aniden kafamda bir ışık yandı.
“Beni ’Nii-san’ diye çağırdığım zamanı hatırlıyor musun?“
Bu sözler ağzımdan çıktığı anda, Asamura-kun gözlerini indirdi. Onun bu tepkisi içimde sızıya neden oldu.
“Ah, geçen yıl... yazın, değil mi?“ dedi Asamura-kun, yüzünde ki sıkıntı ifadesiyle.
“Evet... havuza gittikten sonraydı, yani yaz olmalı.“
Onu bilerek “Nii-san“ diye çağırmıştım, böylece onu daha çok bir abi gibi görebilir ve ona karşı hislerimi bastırabilirdim.
Sonuç?
“Sonunda tam tersi oldu. Sana daha da fazla odaklanmaya başladım.“
“İlginç. Yani, benim için bir akıllı telefon gibiydin.“
“Huh?“
Bunu anlayamadığımı fark eden Asamura-kun, akıllı telefonlarla ilgili bir deneyden bahsetmeye başladı.
Görünüşe göre, bir akıllı telefon ne kadar yakında olursa, dikkatimizi o kadar çok çekiyormuş. İnsan beyni, gözümüzün önündeki bir şeyi düşünmemek için inanılmaz bir enerji harcıyormuş.
Bu, hoşlandığım kişiyi bilerek kendimden uzaklaştırmaya çalışmamın aslında onu daha da fazla fark etmemi sağladığı anlamına mı geliyordu?
“Sanırım bu tam olarak bunu ifade ediyor.“
“Ama eğer bu doğruysa, o zaman birbirimize nasıl hitap ettiğimizin, birbirimizi ne kadar fark ettiğimiz üzerinde büyük bir etkisi var, değil mi?“
Asamura-kun hemen başını sallayarak onayladı.
“Peki, eğer doğru mesafeyi bulmak istiyorsak, birbirimize nasıl hitap edeceğimizi seçmemiz gerekiyor.“
“Evet. Beni ’nii-san’ diye çağırdığında, beynim bunu ’asla hoşlanmamam gereken biri’ olarak algılamış gibiydi ama o sırada zaten senden hoşlanıyordum. Bu yüzden zor geliyordu.“
“Mm. Seni öyle çağırmamalıydım.“
Başımla onayladım.
“Şu an iki büyük problemimiz olduğunu düşünüyorum. Okulda aramızdaki anormal mesafe ve evde aşırı derecede yakın olmamız.“
“İkisi de kesinlikle sorun.“
“O yüzden önce doğru mesafeyi belirleyerek başlamamız gerektiğini düşündüm, böylece gerçekten bağımlı bir ilişki içinde olup olmadığımızı anlayabiliriz.“
Asamura-kun başını salladı.
“Peki, çiftler birbirine nasıl hitap eder?“
“Bu... kişiden kişiye değişir sanırım ama genellikle birbirlerinin adlarını kullanıyorlar.“
Onun hemen mantıklı bir açıklama bulmasına şaşırmadım ve konuşmaya başladığında, az önceki tereddütlü ifadesi tamamen kaybolmuştu.
“Bence birine adıyla hitap etmek, onu bağımsız bir birey olarak kabul ettiğini gösterir. Soyadları, ait olduğun aileyi temsil ederken, isimler bireyi tanımlar. Aşk, ait olduğun aileyle ilgili değil, birlikte olduğun kişiyle ilgilidir.“
“Evet, buna tamamen katılıyorum.“
Modern Japonya’da işler böyleydi en azından. Bir aileye katılmak için evlenmiyordun. İdeal olan da buydu.
Ve Asamura-kun’un söylediklerine tamamen katılıyordum. Yeni Yıl’da onun ailesinin evine gittiğimde de aynı şeyi hissetmiştim.
Ah, burada herkes ‘Asamura’.
Eğer “Asamura-kun“ diye seslensem, muhtemelen hepsi aynı anda dönerdi.
Çok fazla Asamura vardı.
Ama benim gerçekten bir ilişki kurmak istediğim kişi, Asamura Yuuta’ydı.
“Yani, daha normal bir çift gibi olmak için ’Yu…’ um, ’Yuuta-kun’ demem gerek, değil mi? ’Asamura-kun’ değil.“
“O zaman ben de sana ’Saki-san’ diye hitap edeceğim.“
Bunu daha önce birkaç kez söylemişti ama “Saki“ ismi dudaklarından dökülünce içimde sıcak bir his yayıldı.
Sadece adımı söylemesi bile beni böyle hissettirmişti—
Az önceki ruh halim bir anda uçup gitmişti ve yüz kaslarım gevşedi.
Boğazımı temizleyerek “Okulda aramızdaki mesafeyi biraz kapatmalıyız, bu yüzden bunu hedeflemeliyiz diye düşünüyorum. Sen ne dersin?“ dedim.
“Evet, katılıyorum. Yani... okulda kızlara doğrudan isimleriyle hitap eden çocuklar da var, değil mi?“
“Ne? Gerçekten mi? Bunu yapanlar var mı?“
“Var... Ama sanırım sen fark etmedin?“
Asamura-kun’un sözleri bir kez daha fark etmemi sağladı ki, başkalarının sözlerine ve davranışlarına ne kadar az dikkat ediyordum. Bazen, kendimi kontrol edebildiğim sürece etrafımda olan bitene aldırış etmeme gerek olmadığını düşünüyordum.
“Bilmiyordum… Peki, birbirimize ilk adlarımızla hitap etmek için bir fırsat yaratmamız gerekiyor. Eğer yarın aniden birbirimize farklı şekilde hitap edersek, garip olur.“
“Bunun için bir fikrim var.“
Şimdi sıra Asamura-kun’daydı.
“Nedir...?“
“Bu durumu düşündüğümde fark ettim ki, her şeyi tek başıma çözmeye çalışmışım, üstelik yapamayacağım şeylerde bile. Ben de senin üniversitedeki Profesörüne danıştığın gibi, başkalarına daha fazla güvenmeliyim.“ dedi, kendi kendine küçümseyen bir gülümsemeyle.
“Sanırım ben de aynıyım. Eğer çantamda o not olmasaydı, gidip onunla konuşmaya cesaret eder miydim, emin değilim.“
“Ben olsaydım, o notu aramaya bile zahmet etmezdim ama bunun böyle olmaması gerektiğini fark ettim. Böyle zamanlarda güvenebileceğim biri var. Ona, bir kıza nasıl doğal bir şekilde adıyla hitap edebileceğimi soracağım.“
“Anladım. O işi sana bırakıyorum o zaman. Şimdi geriye kalan konu, bu evde nasıl davranmamız gerektiği… Biraz daha mesafe koymamız gerekiyor, değil mi? Yoksa, evdeyken sana dokunma isteğim giderek artacak. Yani—“
Derin bir nefes aldım.
“Nii-san. Seni tekrar böyle çağırmak istiyorum.“
“Gerçekten mi…? Neden?“
“’Nii-san’(Abi) ve ’Imouto’ (kız kardeş), bizim konumlarımızı yansıtan unvanlar, değil mi? Bence rollerimizi objektif olarak tanımlamak açısından faydalı olabilir ama, bak…“
Şimdi asıl meseleye geliyoruz.
“Eğer sadece bundan ibaret olursa, birlikte geçirdiğimiz son bir yılı tamamen inkâr ediyormuşuz gibi hissettirecek. Bunu düşünmek bile beni strese sokuyor.“
“Ben de aynı şekilde hissediyorum. O zamanlar nasıl hissettiğimi hatırlayınca, kendi içinde zaten stresli bir şeydi. Peki, ne yapmalıyız?“
“Tamam, şöyle düşündüm. Birbirimize isimlerimizle hitap etmekten daha samimi ama ’abi-kardeş’ kadar da iç içe olmayan bir şekilde seslenebiliriz.“
Gerçekten, Asamura-kun’un bu fikrimi kabul etmesini umuyordum.
“Ne dersin, ’Yuuta-niisan’ desem?“
Bir süre önerimi düşündü ve ardından yavaşça başını salladı.
“Eğer istiyorsan… Ama ben ne yapmalıyım? Profesör Kudou, benim esas sorunumun, gerçekten önemsediğim ve incitmek istemediğim birine karşı yeterince girişken olmamak olduğunu söylemişti, değil mi? Yani, aslında ilişkimizi daha aktif yönlendirmem gerekiyor… Gerçi istemediğimden değil.“
“Ne demek istediğini anlıyorum ama eğer ben biraz mesafe koyarsam, Asamura… şey, yani, Yuuta-niisan, sanırım doğru mesafeyi kendin belirleyip bana daha rahat yaklaşabileceksin. Yani, sorun olmaz.“
“Pek emin değilim…“
“Deneyerek öğreneceğiz, değil mi, Yuuta-niisan?“
Asamura derin bir iç çekti ve başını kaldırdı. Omuzlarını silkti, sanki “Peki, bakalım ne olacak.“ diyordu.
“Anladım. Aya—Saki.“
“Agh…“
“Hm?“
“B-bir şey yok.“
Beni tamamen hazırlıksız yakalamıştı. Onun bana ’Saki-san’ diye hitap edeceğini sanıyordum ama birdenbire ekleri tamamen bırakmıştı.
Bunu ona söyleyemezdim, bu yüzden garip bir gülümsemeyle durumu geçiştirdim.
Kalbim deli gibi atıyordu.
Bundan sonra yemeğimize devam ettik.
Gelecekte ne olmak istediğimiz hakkında konuştuk.
İleride nasıl bir iş yapmak istediğimizi tam olarak hayal edemiyorduk ama şimdilik ilk hedefimizin üniversiteye girmek için çalışmak olması gerektiğine karar verdik.
Bunu başarabilmek için, fazla rahat ve gereğinden fazla fiziksel yakınlık içeren ilişkimizi başlangıçta hayal ettiğimiz, ideal mesafede bir ilişkiye dönüştürmeye karar verdik.
İçimdeki ağırlık hafiflemiş, zihnimi kaplayan sis dağılmıştı.
Yarından itibaren, okulda sevgili, evde bir kız kardeş olacağım.
Üvey kız kardeş olarak yeni hayatım başlamak üzereydi.
Lütfen bana iyi bak, Yuuta-niisan.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.