“Tam anlamıyla gülünç bir hikâye, değil mi?” dedi Maomao, uzak bir ülkeden gelen romantik trajediyi çevirirken. Jinshi, az önce kitabı ona geri vermişti. (Yani, orijinalin bir kopyasının kopyasını.)
“Katılıyorum.” Kitabı iade etmeye gelen Jinshi, bir rafa yaslanmış, pencereden gökyüzüne bakıyordu.
Aralarındaki atmosferi tarif etmek zordu. Şimdi yalnız olsalar da, Jinshi’nin son zamanlardaki o baskın tavrından eser yoktu. Maomao, bunun doğru zaman olmadığını anladığını biliyordu.
Cariye Lishu—ya da artık eski Cariye Lishu—İmparator’un bizzat verdiği emirle yeniden rahibe olacaktı.
“Majestelerinin bunu uzun süredir aklında tuttuğunu düşünüyorum,” dedi Jinshi.
Lishu’nun annesi, hem İmparator’un hem de Ah-Duo’nun eski bir tanıdığıydı. Majesteleri, Lishu’ya öz kızıymış gibi bakmış olmalıydı. Bu yüzden onu arka saraya çağırmıştı—belki bir şekilde mutlu olur umuduyla.
Ama dünya hiçbir zaman o kadar cömert değildi, ve onu mutlu etme girişimi ters tepti. Lishu, hem üvey kız kardeşi hem de kendi nedimeleri tarafından zorbalığa uğradı, nihayetinde de yüksek cariye konumundan ötürü hayatı tehdit edildi. Onu zindana kapatmak, aslında İmparator’un merhametiydi—suikast girişiminden korunması için bir önlemdi. Lishu’nun eski baş nedimesi, basitçe söylemek gerekirse, kendine yeni bir hanım bulmaya çalışıyordu. Muhtemelen batıdan gelen elçiyle çoktan bağlantı kurmuştu—güvercinler aracılığıyla—çünkü Lishu’nun yanında daha fazla yükselemeyeceğini biliyordu. O “aşk mektubu” da aslında bu yazışmalar arasındaydı.
Lishu’nun Beyaz Leydi ile aynı hücreye düşmesi ise olsa olsa şanssızlık olarak açıklanabilirdi. Belki de gerçekten uğursuz bir yıldızın altında doğmuştu.
Kuledeyken Lishu, garip şeyler görmüştü—o tatlı, acımsı tütsünün etkisiyle. Aynı koku Beyaz Leydi’den de gelmişti. Kadın kuleye konmadan önce arandığında bu dikkat çekmemişti, ama Maomao onu bizzat incelediğinde, dişlerinden birine bağlanmış bir ip buldu. Beyaz Leydi ipi koparmaya çalıştı, ama bu sadece herkesin merakını artırdı. İp çekildiğinde küçük bir tütsü kesesi ortaya çıktı. Zaten cinnabarı gönüllüce içen bir kadındı; tütsüyü neden midesinde saklamasındı?
Lishu’ya uygulanan şey devam etseydi tehlikeli olabilirdi, ama bir sağlık memuru olan Luomen, bu aşamada durduğu için endişelenmeye gerek olmadığını söyledi. Lishu’nun yapısının bu tür ilaçlara karşı özellikle hassas olması ise başka bir talihsizlikten ibaretti.
“Bir cariye böylesine bir kargaşaya sebep olamaz.” Hiçbir cariye bu denli bir sorun çıkartıp da sonuçsuz bırakılamazdı—işte bu yüzden manastır cezası gündeme gelmişti. Ancak hükmünü vermeden önce, İmparator Maomao’yu huzuruna çağırmış ve ona iki soru yöneltmişti:
“Bir söylentinin ömrü ne kadardır?”
Maomao, yetmiş beş gün olduğunu söylemişti. Fakat İmparator başını sallayarak bunun itibar kurtarmak için yeterli olmayacağını belirtmişti. Ardından ikinci soruyu sormuştu:
“Eğer Lishu için uygun bir erkek olsaydı, bu nasıl biri olurdu?”
Sanki kızına iyi bir eş arayan bir baba gibi konuşuyordu. Üstelik bu, başkasının çocuğu olan Lishu için takındığı tavırdı—Maomao, kendi evladı Prenses Lingli için eş arama zamanı geldiğinde nasıl davranacağını ancak hayal edebilirdi. Maomao biliyordu ki küçük prenses onun gözünün nuruydu.
Bir anlığına sağ yanağında yara izi olan adam aklına geldi, ama bunu yüksek sesle dile getirmemeyi tercih etti. Boğazlanmak şöyle dursun, kafası uçurulabilirdi.
“Bunu cevaplamak benim haddim değil efendim—ama belki de bacaklarının ikisini birden kırıp, bir elinin tüm tırnaklarını söküp, omzunu da çıkartarak onu kurtaran adamın bir ödülü hak ettiğini düşünebilirsiniz.”
Gerçekten de bu olayda en ağır bedeli Basen ödemişti. O olmasaydı, Lishu muhtemelen patlamış bir hurmaya dönerdi. Basen, birkaç şiltenin düşmekte olan genç kıza yetmeyeceğini anlamış ve farklı bir yol denemişti. Şilteleri tek bir yere yığmak yerine, Lishu’nun düşebileceği alan boyunca dağıtmış, ardından şiltelerin ememediği darbeyi kendi vücuduyla karşılamıştı. Ve Maomao, Jinshi’yi mazoşist sanmıştı! Jinshi, Basen’in acıyı diğer insanlar kadar şiddetli hissetmediğini iddia ediyordu ama yine de…
O anda Lishu’yu kurtarabilecek başka kimse olmadığını hayal edebiliyordu yalnızca. Eğer bunu eğlence mahallesindeki kadınlara anlatsaydı, gözleri parlayarak “Kader bu!” diye haykırırlardı.
Ve sonra Lishu vardı. Maomao’nun erkeklerin yanında hep çekingen ve içine kapanık olduğunu sandığı o kız, Basen’in göğsüne yüzünü gömüp ağlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini anlayamayacak kadar kültürsüz değildi Maomao. Jinshi, herkesin uzaklaşmasını sağlamış ve Lishu ağlamasını bitirene kadar sabırla beklemişti. Bu, Maomao’nun Basen’i tedavi etmesini geciktirmişti ama genç adamın bundan pek de mutsuz olmadığı açıktı.
Lishu’nun, bir yıl boyunca manastırda kalmasına karar verildi; ardından evine ve ailesine dönecek, cariyelik unvanı ise elinden alınacaktı. Ancak ailesi cezalandırılmayacaktı.
Basen’e gelince, ona dilediği her şey (özellikle vurgulanarak) verilecekti. İster bir eşya, ister bir insan olsun, İmparator’un gücü yettiği sürece ona verilecekti. Ayrıca, kararını hemen vermek zorunda da değildi; İmparator, Basen’e düşünmesi için bir yıl süre tanımıştı.
Maomao, hafif buruk bir gülümsemeyle düşündü: bu genç adam ile kadın birbirlerine ilk görüşte âşık olmuşlardı ama gerçek aşk hiçbir zaman hikâyelerdeki kadar pürüzsüz ilerlemiyordu. Yine de, bu hiç de kötü bir sonuç sayılmazdı.
Tüm bunların ardından, Maomao trajik aşk romanını bir kez daha okudu—ama hâlâ ona hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Her şey bu kadar düzgün kapanmış değildi elbette. Batı’dan gelen elçi, suçlu olarak tutuklanan Beyaz Hanım’ın kendilerine teslim edilmesini talep etti. Gerekçesi mi? “Çünkü o Ayla’nın ajanlarından biriydi.” Ayla: Diğer elçi. Feifa ateşli silahlarını Shi klanına satan, hâlâ başlarına bela olmaya devam eden kadın.
Ama bu da bitmedi. Elçi, daha da ileri giderek çok daha cüretkâr bir talepte bulundu: Daha önce Lahan’dan yardım ya da sığınma istemişti, şimdi ise doğrudan sığınma için bastırıyordu. Patates ekimiyle meşgul olan Lahan için bu mutlaka şok edici bir istek olmuştu. Dahası, elçinin sığınma talebini hayata geçirmek için düşündüğü yöntem şaşırtıcıydı: Arka saraya girmek istiyordu. “Yüksek cariye olmama gerek yok,” demişti. “Orta cariye statüsü bile yeterli olur.” Bu, ona açıkça sığınma verildiğini ilan etmektense ülkeye sokulması için çok daha az göze batan bir yol olacaktı.
Maomao düşündü: “Bilmiyorum… söylediklerinin ne kadarı doğru.” Hepsini unutup biraz kestirmek istiyordu ama Jinshi oradayken bunu yapamazdı. Keşke bir an önce evine gitseydi.
Öte yandan Jinshi’nin gitmeye pek niyeti yok gibiydi. Çok açık konuşan biri değildi belki ama belli ki kafasını kurcalayan şeyler vardı.
“Bu da ne?” diye sordu Jinshi, perişan haldeki bir kitabı eline alarak. Sayfalarındaki, kurumuş toprak solucanlarını andıran yazılar onu bile afallatmış gibiydi.
“Ne olduğunu düşünüyorsun?” dedi Maomao.
“Bu… Go mu?” Jinshi, siyah ve beyaz taşların düzensiz sıralarına bakıyordu. “Yoksa… saygıdeğer stratejist mi?”
“Evet, efendim.”
Lahan, elçiye dair bilgi karşılığında bu kitabı Maomao’nun başına kakmıştı. Matbaada tanıdığı biri olduğunu varsaymış olmalıydı.
Ama gerçekten ilgilenirler miydi, orası meçhuldü. Hem de, matbaanın kaynak olarak kullanmayı planladığı kitabı Maomao daha önce satın aldığı için. Üstelik işi kabul etseler bile önce bu yazıları okuyabilmeleri gerekiyordu ki, asıl mesele buydu. Normalde Maomao böyle bir şeyi Lahan’ın suratına çarpar geri verirdi. Fakat kendi de şaşırarak, bu sefil kitabı kabul etmişti.
Jinshi de hayli şaşırmış görünüyordu. Maomao, “Önemseme” der gibi homurdandı ve yağmur mevsiminde bir türlü kurumayan çamaşırlarına baktı.
Bu sohbet daha ne kadar sürebilirdi ki? Hep böyle devam etmesini diledi. Ayrıca Jinshi’nin ayaklarının arkasını tekrar gıdıklamamasını umuyordu. Ayağını altına alıp oturdu ki Jinshi göremesin.
Sanki aklını okumuş gibi Jinshi hoşgörülü bir tebessüm etti. Sinirlerini bozmayı gerçekten iyi biliyordu. Maomao ona en keskin “Eve git artık!” bakışını atmak üzereydi ki kapı açıldı.
“Hey, beyim!” Gelen Chou-u’ydu. Jinshi sadece başıyla selam verdi, elini hafifçe kaldırdı.
Chou-u, dükkânın üç kişiyle tıka basa dolmasına aldırmadan içeri girdi. Ne yapmak istediğini merak ederken, parmağını Maomao’nun sırtından geçirdi. Maomao’nun vücudu ürperdi.
“Biliyor musun, beyim? Çillinin burasını, sırtından şöyle parmağını geçirince hiç dayanamıyor. İzlemesi çok komik!”
Böyle bir anda neden böyle bir şey söylediğini anlayamayan Maomao, yumruğunu kaldırıp Chou-u’nun kafasına vuracakken Jinshi, “Öyle miymiş?” dedi ve sırıtıp kesesini çıkardı. İçinden, bir çocuğun harçlık olarak harcayamayacağı kadar iri bir gümüş para çıkarıp Chou-u’nun avucuna koydu.
“Ha? Bu da ne şimdi, beyim? Ne oluyor?” diye sordu Chou-u.
“Ufak bir işim var. Acele etmen de gerekmiyor.”
Maomao’nun gözleri yuvarlağa döndü.
“Vay be! Harikasın, beyim!”
“Evet… istediğin kadar oyalanabilirsin.”
“Chou-u!” diye bağırdı Maomao. Ama küçük velet, işini bitirmiş gibi keyifle dışarı süzüldü. Maomao arkasından fırladı ama o sırada sırtında bir ürperti hissetti.
“J-Jinshi-sama…”
“Vay canına! Gerçekten işe yarıyormuş.” Zafer kazanmış gibi gülümsüyordu. “Ve daha sana ödetmeye devam edeceğim.”
Hiçbir genç adam o an Jinshi’den daha yaramaz görünmemişti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.