Yukarı Çık




129   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 2: Taciz

Maomao başka bir eczacı bulduğunu söylediğinde Sazen’in yüzünde büyük bir rahatlama belirdi.

“Çok sevindim, dükkânı yine tek başıma çekip çevirmek zorunda kalmayacağım,” dedi. Açıkçası, Maomao onun ağzından “Ben bunu tek başıma da hallederim!” gibi öfkeli bir çıkış duymayı tercih ederdi. Ama peki, böyle olsun.

Sınavdan sonraki günler, kısacık bir huzur aralığı olmuştu. Ondan istenenleri yerine getirmişti, ancak iki hafta boyunca sadece ders çalışmaya mahkûm edilmek ona sadece acı getirmişti. Tekrar sahada çalışıp ilaç yapabilmekten gayet memnundu.

Birkaç gün sonra bir mektup geldi—kabul belgesi olduğunu tahmin etmişti, ki gerçekten de öyleydi.

“Böyle bir sınavda başarısız olan çıksa şaşardım,” demişti Madam, Maomao ona sınav içeriğini anlattığında. Tam puan almak gerçek bir meydan okumaydı ama geçer not sadece yüzde altmıştı. Çoğunlukla son dakika çalışmasına güvenen Maomao bile en azından seksen almış olduğunu düşünüyordu, doğru düzgün çalışan kadınların ondan kötü yapmış olmaları pek mümkün değildi. Tıbbi bilgi kısmına gelince bile çok fazla uzmanlık sorusu yoktu; çoğunu sakin kafayla düşünerek kolayca cevaplamak mümkündü.

“Bunu ancak gerçekten zeki biri söyleyebilir. Selam Nine, Maomao.” Pairin odaya daldı, her zamankinden de dağınık görünüyordu. Verdigris Köşkü’nün üç prensesinden biri olan bu kadın belli ki önceki gece bir müşteriyle vakit geçirmişti; çünkü teni ışıl ışıldı. Müşteri ise muhtemelen özünden öyle bir arındırılmıştı ki eve döndüğünde buruşmuş bir meyveye benziyordu. Kimileri, otuzunu çoktan geçmiş olmasına rağmen Pairin’in güzelliğinin hiç azalmamasını, onun fangzhongshu—yatak odası sanatları—konusundaki ustalığına bağlıyordu. “Şu şeyleri düşünmek bile başımı ağrıtıyor. Öğrenmeye çalıştım ama beynime girmiyor işte!” dedi Pairin.

Herkesin güçlü olduğu alan farklıydı. Çoğu şeyi az çok çalışarak başarabilirdiniz, ama bazı konularda çaba tek başına yeterli olmazdı. Maomao’nun “abla”sı Pairin pek yazı yazamazdı; yazmaya kalktığında karakterler çoğu zaman ayna yansıması gibi ters çıkardı. Madam, Pairin’in yazısını düzeltmek için birçok kez uğraşmıştı ama bu alışkanlık değişmemişti. Bu yüzden ya yazdıklarını kontrol ettirir ya da tamamen başkasına yazdırırdı. Fakat sanki bu eksikliğini telafi edercesine, dans konusunda eşsiz bir yeteneğe sahipti; tüm eğlence bölgesinde ondan daha iyisi yoktu.

“Geçmiş olman harika falan da, eee sonra? Çalışmaya gidecek düzgün kıyafetin var mı senin?”

“Onu da onlar düşünsün,” dedi Maomao, işin hazırlık kısmını başkasına yıkmaktan gayet memnun ve kendisini özel bir hazırlık yapmakla zerre yükümlü hissetmeden. Daha sınavdan bir gün önce bile, Gaoshun’un gönderdiği bir ulak ona kıyafet ve yazı gereçleri getirmişti. Maomao, o ulakla sınav yerine gidip gelmesinin de planlandığını sezmişti ama böyle bir bakıcı fikri baş ağrısından başka bir şey getirmiyordu, o yüzden adamı tamamen görmezden gelmişti. İyi ya da kötü, bu sayede kendisini kadın kılığında dolaşan Kokuyou ile öğle yemeği yerken bulmuştu.

Kabul mektubunda, sınavı geçen herkesin iki gün sonra sarayda toplanacağı, ardından her birinin görev yerlerine dağıtılacağı yazıyordu. Mektuba ayrıca üzerinde çiçek sembolü yakılmış bir ahşap jeton eklenmişti. Saraya giriş biletiydi, diye düşündü.

Maomao kısa bir “hımm” çıkardı, mektubu ilaç dolabının üzerine bıraktı ve oturup otları öğütmeye başladı.

İki gün sonra, Maomao mektupta belirtilen yere gitti; burası sivil görevlilerin kaynaştığı bir binanın yakınında, tıp dairesine de pek uzak olmayan bir yerdi. Kabul edilenler arasında sınava girenlerin yaklaşık yüzde seksenini gördüğünü hesapladı. On başvurandan sekizinin geçtiğini fark etmek, sınavı geçmiş olmasına iki kat daha sevindirmişti. Öte yandan, bir önceki sefer kaldığında Jinshi ve Gaoshun’un neden bu kadar bezgin göründüklerine artık biraz daha fazla hak veriyordu.

Toplanan kadınların yaşı on dört-on beşten yirmiye kadar değişiyordu. Daha büyük yaşta birkaç kişi de vardı ama Maomao onların gözlerindeki ışıltıyı fark etmeden edemedi. (Sebebini fazla kurcalamak istemiyordu: muhtemelen saray hizmetine girme sebepleri bir koca bulma umuduydu. İnsan yaş aldıkça bu mesele çok daha yakıcı hale geliyordu.)

Aslında, anne olmak için en az yirmi yaşına gelmek ideal, diye düşündü.

Kızların on dört-on beş yaşında evlenip çocuk yapmaya başlaması yaygın bir şeydi, ancak o yaşta beden henüz tam gelişmemiş oluyordu. Hatta bazı kadınların daha ilk aybaşısı bile olmamış olabiliyordu. “Aylık misafir” bir kez gelip düzenli hale geldikten birkaç yıl sonra, bedenin çocuk taşımaya yeterince olgunlaştığından emin olunabilirdi. Çok genç yaşta evlenmek, Maomao’nun fikrine göre, hiç de iyi bir şey değildi.

“Leğen kemiği sağlam olmalı, yoksa doğum çok zor olur,” diye düşündü, elini kalçasına götürerek. Kendi bedeninin bundan sonra pek büyümesini beklemiyordu, ama olur da bir şekilde hamile kalırsa, biraz daha etlenmesinin zararı olmazdı. Doğum, ölümle akraba sayılırdı.

Maomao en azından bir kez doğum yapmayı denemek istiyordu ama böyle bir şeyi açıkça söylemek mümkün değildi. Bir deney gibi doğum yapmak istediğini dile getirirse, insanlar onun sadece edepsizce konuştuğunu sanabilirdi. Hem bir de Maomao’nun konu hakkında düşündüğü başka bir şey daha vardı ki, bilseler kesinlikle tepki gösterirlerdi. Yani: “Bundan düzgün bir plasenta çıkarabilirim.”

Bir çocuk doğduğunda, plasenta da atılırdı. Bazı bölgelerde anne, kendisini güçlendirmek için atılan plasentayı yermiş. Oldukça lezzetli olduğu söylenirdi—çiğ ciğer sashimisini andırırmış. Tabii hayvan ciğeri çiğ yendiğinde içinde parazit olabilir ama plasentada öyle bir şey bulunmazdı. Sonuçta o da kadının kendi bedeninin bir parçasıydı.

Maomao’nun babası, ona her zaman, ilaçlarında bir insanın hiçbir parçasını kullanmaması ve ölü bedenlere asla temas etmemesi gerektiğini sıkı sıkıya tembihlemişti—zira bunun korkunç bir merakı körüklemesinden endişe ediyordu. Ama kendi plasentası? Bu bir ceset sayılmazdı, üstelik başkasının bedeninden bir şey almamış olacaktı. Bu kendi parçasıydı! Onu geri almakta ne sakınca olabilirdi ki? Kısacası, Maomao babasının kurallarına sadık kalırken, daha önce hiç deneyimlemediği bir tıbbi yönü keşfetmiş olacaktı. Elbette ki bunu yapmak isterdi.

“Bayanlar, buraya lütfen,” dedi yaşça büyük bir saraylı hanım. Bakışları keskindi. Herkese standart bir üniforma verilmişti ama bazıları kıyafetlerine özel süslemeler katmıştı. Tavus kuşlarında gösterişli tüyler erkeklere aitken, insanlarda bu gösterişin sahibi kadınlardı.

Maomao ise üniformayı kendisine verildiği gibi giymişti.

Hiç göze batmadığını düşünüyordu, peki o hâlde neden insanların kendisine gizlice göz ucuyla baktığını hissediyordu? Kıyafeti yanlış mı giydim acaba? diye düşündü. Oysa herkesle aynı sade, kollu elbiseyi giymişti. Üstü açık pembe, altı kırmızıydı; ama bu renkler, kişinin atandığı bölüme göre değişiyordu. Maomao’nun giydiğiyle aynı renklere sahip en fazla beş kişi vardı. Tıbbi ofise yardımcı olmak hâlâ yeni bir görevdi, demek ki bu yüzden pek fazla kişi yoktu.

Dikkat çeken bir şey varsa, belki de Maomao’nun saç bandıydı. Onunki diğerlerininkinden biraz daha koyu bir renkte gibiydi. Fazla kafa yormamaya karar vererek yaşlı saraylı hanımın işaret ettiği yere geçti ve diğer kadınlarla birlikte sıraya girdi—ama o sırada bir şeye çarptı.

Hayır, hayır; olan bu değildi. Ellerini uzatmaya bile fırsat bulamadan kendini yerde buldu. Burnunun çok sivri olmaması belki de şansıydı; çünkü yüzüstü düşmüş, alnından çenesine kadar çamura bulanmıştı.

Sessizce ayağa kalktı, avucuyla yüzünü silerken tek kelime etmedi. En azından burnu kanamıyordu.

“Ah, Tanrım! Çok özür dilerim!” dedi zarif bir gülümsemeye sahip bir kadın. Onun da kıyafetleri Maomao’nunkiyle aynı renkteydi; yanından geçen herkesinki gibi.

“İyi misin?” diye sordu yaşlı saraylı hanım, telaşla yanına gelerek.

“Önemli değil,” dedi Maomao, ifadesiz yüzünü hiç bozmadan. Ama içinden, Bu bana bir şeyleri hatırlattı, diye düşündü. Kendini yeniden kadınlarla dolu bir işyerinde bulmuştu ve bunun kaçınılmaz sonuçları, neredeyse yüreğinde sıcak bir parıltı uyandırıyordu.

Görevlerinin ilk günü, saray hizmetinin prensiplerini öğrenmeye ayrılmıştı. Bu yüzden yüz kişiden az olan yeni saraylı hanımlar, daha deneyimli meslektaşlarının ders vereceği geniş bir salona götürüldü. Maomao da bir zamanlar arka sarayda buna benzer bir salonda ders vermişti; bu iyiydi hoştu ama açıkçası başkalarını dinlemek, onda yalnızca uyku isteği uyandırıyordu.

Salondaki sandalye ve masalar, katılanların hepsine yetecek kadar fazlaydı. Böylece yeni atanan saraylı hanımlar, görev yerlerine göre kümelenerek oturdular. Ancak kimse Maomao’nun yanına oturmadı; az önce ona çarpan kadın ise önlerdeki bir grubun arasına yerleşmişti.

Saraylı hanımların çoğu, memur ailelerinin ya da zengin tüccar evlerinin kızlarıydı. Ve görünüşe bakılırsa, tıpkı arka sarayda olduğu gibi, hanımlar arasında çekişmeler burada da eksik değildi.

Arka sarayda ise havada farklı bir açlık vardı—alttakilerin üsttekileri alt edebileceği hissi. Burada öyle değildi. Burada önemli olan, mevcut hiyerarşi içinde kendine en uygun konumu bulmaktı; küçük grupların şimdiden oluşmuş olmasından bu durum çok net anlaşılabiliyordu. Kimin başı çektiğini, sadece yürüyüşlerine bakarak bile anlayabilirdiniz.

Demek ki önemli bir baban varsa, sen de küçük hanımefendi oluyorsun. Maomao gibi hiçbir yerden çıkma, kimsenin kızı olmayan biri ise bu düzenden tabii ki dışlanır ya da en azından haddini bilmesi gerektiği hatırlatılırdı. Önceki davranışlarının ardında da bu mantık yatıyordu. Yine de Maomao bunu çocukça buldu.
Yaklaşık bir saatlik dersin ardından kadınlar bölümlere ayrıldı. Maomao, aynı göreve atanan diğer hanımlarla birlikte tıbbi ofise doğru yöneldi. Saray arazisinin içinde aslında birkaç farklı tıbbi ofis vardı; örneğin Jinshi için çalıştığı dönemde sık sık gittiği batı bölgesindeki ofis bunlardan biriydi. Babası Luomen de oraya atanmıştı. Doğu tarafında da başka bir ofis bulunuyordu—görünüşe göre şimdi oraya gidiyorlardı.

Maomao’nun yüzü asıldı: Sarayın batı tarafı daha çok sivil memurlara ev sahipliği yaparken, doğu tarafı askerlerin bölgesiydi. Babası, askerlerden olabildiğince uzak durabilmesi için özellikle batı ofisine atanmıştı. Gerçi bu uzun vadede çok fayda sağlamamıştı.

Peki neden askerlerden uzak durmak istemişti? Aynı sebepten dolayı ki Maomao da onlardan kaçınırdı.

Beni bu kadar çabuk nasıl buldu?

Maomao, diğer kadınları sessizce ve göze batmadan takip etmeye çalışıyordu. Yürüyüşleri sırasında, güçlü kuvvetli askerlerin bakışlarını üzerlerine çektiler; Maomao hariç, yeni atanan saraylı hanımların hepsi genç ve güzeldi. Elbette erkekler şöyle bir bakmadan edemezdi.

Artık yaz iyice bastırmıştı, yapış yapış bir mevsim. Sırf yürümek bile insanı ter kokusuna boğuyordu. Üstlerini çıkarmış askerler, idman yaparken saraylı hanımların meraklı bakışlarını topluyordu.

Ve bütün bu kalabalığın ortasında, grubu arkadan takip eden son derece rahatsız edici bir gölge vardı. Maomao görmezden gelmeye çalıştı, ama göz ucuyla baktığında onu sürekli fark ediyordu.

Belki adam kendini gizlediğini sanıyordu ama bu işte berbat olduğu kesindi. Kimdi bu garip tip? Yüzünde tek bir sakal teli yoktu, tilki gibi gözlere sahipti ve tamamen gereksiz bir monokl takıyordu (belki de bunun onu modaya uygun göstereceğini düşünüyordu). Şu an kimin söz konusu olduğunu tahmin etmiş olmalısınız. Adını anmak istemezsiniz.

“Kim o?” diye fısıldaşmaya başladı bazı saraylı hanımlar.

Burada sandığınızdan daha önemli biri…

Daha yüksek rütbeli askerî yetkililer de vardı elbet, fakat onların çoğu saray kompleksinin merkezindeki masalara zincirlenmiş halde bulunuyordu. Bu adamın da unvanı vardı, dolayısıyla önemliydi, ama nedense vakti boldu ve hep ortalarda oyalanıyordu.

Tuhaf stratejistin orada olduğunu fark eden diğer askerler, az önce yanlarından geçen hanımlara çaktırmadan göz atmaya çalışırlarken birden ciddileşip antrenmanlarına asıldılar. Askerler arasında demir gibi bir kural vardı: onunla asla muhatap olma. Çünkü o her zaman sorun demekti, hem de büyük sorun.

Sinir bozucu, diye düşündü Maomao. Oradan bir an önce çıkmak istiyordu ama kendilerine eşlik eden yaşlı saraylı kadın öyle ağırdan alıyordu ki yapabileceği bir şey yoktu. Kadının eteği ayaklarını gizliyordu, ama kalça hareketlerinden onları bağlamış olduğunu Maomao sezmişti. Böyle yürümek kolay olmasa gerek.

Yeni gelen beş saraylı kadının —Maomao dâhil— adımlarındaysa canlı bir sevinç vardı. Bu kadar çok devlet görevlisinin kızının bir arada olduğu bir ortamda, Maomao en az birinin ayaklarının bağlı olmasını beklerdi, ama tesadüf bu ya, hepsinin ayakları gayet sağlıklıydı.

“İşte tıp dairesi,” dedi onlara önderlik eden kadın, eğitim alanlarının yanındaki sert ve sağlam görünümlü binayı işaret ederek. Batıdaki ofise göre kesinlikle daha az gösterişliydi.

Tam o sırada Maomao arkalarından gelen bağırışları duydu. Herkes dönüp baktığında bir adamın sedye üzerinde taşındığını gördüler. Adam cansız gibi sarkıyordu, vücudu morluk içindeydi.

“Yol açın! Bu adamı tıp dairesine götürüyoruz!” diye bağırdı yapılı askerler, sanki bu tür şeylere alışkınmışçasına sedyeyi aceleyle taşıyarak.

“Onları takip edelim,” dedi biri, ve Maomao diğerleriyle birlikte peşlerine düştü.

Tıp dairesine vardıklarında askerlerin kaygılı göründüklerini fark ettiler.
“Ne oldu?” diye sordu Maomao.

“Normalde burada bir doktor olurdu,” dedi adamlardan biri. Ama içeride kimse yoktu. Ne doktorların dışarıda olduğunu belirten bir not vardı, ne de ne zaman döneceklerine dair bir işaret.

Yaralı adam sedyeden bir yatağa yatırılmıştı, hâlâ cansız gibiydi. Maomao istemsizce ona baktı: morluklarla kaplı teninin altında sakalı çıkmamış kadar gençti, bronzlaşmış cildi ise her gün dışarıda sıkı çalıştığının kanıtıydı.

“Onu bayıltan şey neydi?” diye sordu Maomao, gencin yüzünü incelerken.

“Hey, bir dakika sen!” dedi yeni gelen tıp görevlilerinden biri. Ama yaşlı saraylı kadın araya girdi. Maomao’ya, Biliyorsan ilgilen, der gibi bir bakış attı.

“Antrenman yapıyorduk, birden yere yığıldı. Ona çok da kötü vurmadık… sanırım,” dedi askerlerden biri. Sesinde pek bir güven yoktu—belki de bu adamı sınırlarına kadar zorladıklarının ortada olmasından rahatsızdı. Ya da belki onu rahatsız eden şey, pencerenin gerisinden yarı görünür şekilde sırıtan o garip tipti.

Yaralı adam terliyordu, vücut ısısı normaldi. Maomao’nun fark ettiği tek şey, nabzının biraz yavaş atmasıydı. “Ben nereden vurulduğuyla ilgilenmiyorum,” dedi. Ofisin malzemelerinden birkaç bez aldı, bir su testisine batırdı ve ardından genç adamın vücuduna yerleştirdi.
“İlaç dolabındaki malzemeleri kullanabilir miyim?” diye sordu Maomao. Sorusu yaşlı saraylı kadına yönelikti, ama cevap garipti. Kadın yanıt vermeden önce, pencerenin dışındaki o tuhaf adam başparmağını kaldırdı. Kadın bunu görünce, “Evet, kullanabilirsin,” dedi. Demek ki bu ucube göz tırmalıyordu, ama faydalı bir göz tırmalama olabiliyordu.

Maomao bir kaseye su koydu, ardından içine tuz ve şeker ekledi. Aynı, Jinshi av sırasında sıcaktan bayıldığında yaptığı gibi. Bu genç de sıcak çarpmasıyla oluşan susuzluğun kurbanı olmuştu. Maomao başını nazikçe kaldırdı, suyla dudaklarını ıslattı. Genç kendine gelmeye başladığında, suyu kendi içmesine izin verdi.

Onu bu hâle getiren askerler rahatlamış görünüyordu, ama Maomao onları sert sert süzmeyi düşünmeden edemedi. Ilıklaşan bezleri tekrar suya batırıp genci soğutmaya devam ederken birden alkış sesleri yükseldi.

Üzerlerinde beyaz giysiler olan birkaç adam göründü; bunlar onların doktor olduğunu gösteriyordu. Biri yaşlıydı, diğer ikisi orta yaşlı.

“Geçtin,” dedi içlerinden biri.

“Ki-Kim geçti? Neyden geçtik?” diye sordu yeni atanmış saraylı kadınlardan biri.

“Neyden mi geçtin? Gerçekten de basit bir yazılı sınavla sizi asistanımız olmaya uygun bulacağımızı mı sandınız? Sadece neye benzediğinizi görmek istedik.”

Başka bir deyişle, bir yerlerde gizlenip Maomao ve diğerlerinin ne yaptığını izlemişlerdi. Hiç de hoş bir yöntem değildi.

“Eğer işe yarar biri gibi görünmeseydin, seni burada ve şimdi eleyebilirdik,” dedi yaşlı hekim. Su testisinden bir yudum aldı ve Maomao’ya, içinde pişmanlık barındırıyor olabilecek bir bakış attı.

Bu adam başıma iş açacak. Resmen kokusunu alıyorum. Maomao, içinden geçen bu özel değerlendirmesinin ağzından çıkmamasına dikkat etmek zorundaydı. Bu arada, o tuhaf stratejist hâlâ pencereden sırıtarak bakıyordu, ama şimdilik onu görmezden gelebilirdi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


129   Önceki Bölüm