Çeviri: Animeci_Reyiz
Bölüm 1: Saray Hanımlarının Hizmet Sınavı
“Uzun zaman oldu.”
“Evet, efendim. Gerçekten uzun zaman,” diye yineledi Maomao, karşısında duran adamın sözlerini neredeyse aynen tekrarlayarak. Zevk mahallesindeki eczanesinde kendi halinde ilaçlar hazırlarken, bir anda karşısına çıkan kişi, o eski tanıdık tuhaf hislerin tetikleyicisi Gaoshun’dan başkası değildi.
“Efendim, izninizle sorabilir miyim, mesele nedir?” Maomao’nun bildiğine göre Gaoshun artık Jinshi-sama’nın yardımcısı değil, doğrudan İmparator’un hizmetindeydi. İçten içe gerildi: Yoksa Majesteleri’nin kendisiyle bir işi mi vardı?
“Öyle ciddi bir şey değil. Benim oğlan, şu akılsız kafasıyla, aslında buraya gelmesi gereken kişiydi. Ama kendini en saçma şekilde sakatlamayı başardığından...”
Böylece, oğlunun yerine kısa süreliğine tekrar Jinshi-sama’nın yanına dönmüş oluyordu.
“Ah. Evet, yaraları oldukça ağırdı,” dedi Maomao, yakın zamanda yaşananları hatırlayarak. Saray bahçesinin o tarafında tam bir kargaşa kopmuştu. Hâlâ o paramparça hâlini gözünün önünde canlandırabiliyordu; bakması bile acı vericiydi.
“Evet, tam bir enkaz gibiydi,” diye onayladı Gaoshun.
“Hayatta kalmasına şaşırdım doğrusu.”
“Oğlumun en azından dayanıklılığı vardır.” Bu söz kulağa sert gelebilirdi ama Gaoshun’un “akılsız oğlanı” —yani Basen— bu yaraları görevini yerine getirirken almıştı. Beyaz Leydi’nin ilaçlarının etkisiyle kendini balkondan atan Cariye Lishu’yu kurtarmak için kendi sağlığını ve bedenini feda etmişti.
Bu gerçekten övgüye değer bir hareketti. Ama sağ elinin dışında, vücudunda kırılmamış, çizilmemiş veya yırtılmamış tek bir yer bile kalmamıştı. Maomao, onun bilincini koruyabilmesine gerçekten hayret ediyordu.
“Bastonlarla işe döneceğine yemin etti. Bu yüzden onu evde zorla tuttum. Şu anda annesi ve ablasının gözetiminde iyileşiyor.”
Maomao anlayışla başını salladı ve bir çekmece açtı. Etrafta mutlaka biraz çay olmalıydı.
Ancak Gaoshun, “Benim için zahmet etmene gerek yok, Xiaomao,” dedi.
“Emin misiniz, efendim? Ana caddeden aldığım çöreklerim var. Her gün öğlene kalmadan tükendiğini söylüyorlar.”
Bu çörekleri fahişelerden almıştı; onlar da aslında çıraklara vermeyi düşünmüş, fakat yeterli sayıda olmadığını fark edince kavga çıkmasın diye vazgeçmişlerdi. Ama ortada sadece bir Maomao olduğundan kıskanç bir kapışma söz konusu olmayacaktı.
Çörekler, içine esmer şeker ve yam katılarak yoğrulmuş buharda pişmiş hamurdan oluşuyordu; ince tatlılığı ve zengin dokusuyla meşhurdular.
“Beni ikna ettin,” dedi Gaoshun. Sert bir asker gibi görünse de tatlıya karşı doyumsuz bir iştahı vardı.
Maomao sabah hazırladığı çayı aldı, kuyu suyuyla soğutarak ikramlık hâle getirdi. Sıcak mevsimde bir misafire soğuk içecek sunabilmek lüksün zirvesiydi. Hanımefendi, Gaoshun’a cam bardakta çay ikram edilmesine hiç tereddüt etmeden izin verdi; bu tür bir kap normalde yalnızca en iyi müşterilere ayrılırdı. (Bu arada, Basen’e bir tık daha düşük seviyede bir kap verilmişti.)
Gaoshun çöreğe başladı, yüzünde mest olmuş bir gülümseme vardı. Peki oraya hangi sebeple gelmişti? Sırf laflamak için gelmediği belliydi. Maomao’nun onu izlediğini fark edince kalan parçayı ağzına tıkıştırdı ve hızla çayla yıkayıp yuttu. “Öhöm! İzninizle asıl meseleye geleyim,” dedi.
Maomao’nun içini hemen kötü bir his kapladı.
“Burada bir çörek daha var efendim. Lütfen buyurun.”
Kendi yemek için ayırdığı çöreği uzattı. Zaten tatlılardansa şarabı tercih ederdi. Gaoshun ince düşünceli bir adamdı—biliyordu ki bir gün bu çörek ona güzel bir içki olarak geri dönecekti.
Gaoshun ikinci çöreği de mideye indirip boğazını temizledi.
“Xiaomao, tıbbi bir görevli olmayı hiç düşündün mü?”
“Bunun mümkün olmadığını biliyorsunuz.” Ülkenin mevcut yasalarına göre kadınların saray hekimi olması imkânsızdı.
“Bağışla, soruyu yanlış sordum. Tıbbi bir görevliye denk bir mevkiye ulaşmayı hiç düşündün mü?”
Bu kez Maomao hemen cevap veremedi. Tıbbi görevliye eşdeğer bir mevki—yani, tıp ofisindeki ilaçlara erişim sağlayabilecek bir konum. Dudaklarını düz bir çizgide tutmaya çalıştı ama hafif bir titremeyi engelleyemedi.
Gaoshun’un gözlerinde bir parıltı belirdi.
“Yeni ilaçları deneme şansın da olurdu. Böyle yapanlar var, biliyorsun.”
Maomao hâlâ sessizdi, ama yanağında bir seğirme başladı ve dudaklarının köşeleri yukarı kıvrılmaya yeltendi.
Hayır! Sakın taviz verme! Bunun bir püf noktası olmalı.
Böylesine iyi bir teklifin gerçek olmasına imkân yoktu, demek ki bu bir tuzaktı. Üstelik, öneriyi getiren kişi Gaoshun’du. Onunla bedavaya iş dönmezdi, bunu biliyordu. Ayrıca dükkânı da düşünmek gerekiyordu. Bir çırak eczacı vardı ama onu yine yalnız bırakacak olursa kesin yaygarayı basardı. Henüz tek başına ayakta durabilecek hâlde değildi.
Tamamdır, işte şimdi onu reddedeceğim.
Gaoshun, işlerin istediği gibi gitmediğini fark etmiş olmalıydı ki, ilk hamleyi o yaptı.
“Batı’daki Shaoh’u biliyorsun, değil mi? O ülkeden gelen elçiyi hatırlıyor musun?”
“Ahh, yani...” Aylin. İsmi buydu. Maomao ve Lahan, yakın zamanda batı başkentine yaptıkları yolculukta onunla görüşmüşlerdi. Onu hatırlamak, Maomao’nun bir an duraksamasına yol açtı. Kendilerinden ya erzak ya da siyasi sığınma talep eden kadındı. Hatta batıya gitmeden önce bile, o ve kuzeni Li’ye gelmişti.
Yine de Gaoshun yalnızca “bir elçiden” söz etmişti. Belki de başkasını kastediyordu. Maomao en güvenli yolu seçti:
“Geçen yıl Jinshi-sama’nın onca zahmete girdiği ziyafette bulunan ikisinden söz ediyorsunuz, öyle mi?”
Aslında onları, “on yıllar öncesinin ay ruhunu görmek için yanıp tutuşan sorunlu ikili” diye de tarif edebilirdi, başını belaya sokmadan. O ikili, batı başkentinde tanıştığı Aylin ile diğer kadın, Ayla’dan oluşuyordu. Ayla da kuzeni kadar çarpık biriydi ve Shi klanına en yeni ateşli silahları sattığından güçlü biçimde şüpheleniliyordu. İkisi de yürüyen birer bela olduğu kesindi.
“Sanırım Aylin’in kısa süre önce arka saraya orta cariye olarak kabul edildiğini biliyorsundur.”
“Evet, efendim. Ama müsaadenizle sorayım... Bu gerçekten doğru mu? Gelişi fazlasıyla aceleye gelmiş görünüyordu da.”
“Ben de hiç emin değilim. Yabancı olduğu için, diğer cariyeler ve saraylı kadınlar ona pek de iyi gözle bakmıyorlar. Üstelik Shaoh’tan tek bir cariye hizmetçisi bile getirmedi.” Konumu göz önüne alındığında, bu makul bir uzlaşma gibi görünse de, aynı zamanda onu epey yalnız gösteriyordu.
“Yani işin bana düşen kısmı bu mu?” dedi Maomao. Eğer rütbesi bir tabip memuruna eş değer olsaydı, arka saraya kolayca girebilirdi.
“Normalde, senin bir nedime olarak girmen ideal olurdu. Ama...” Gaoshun’un yüzünde karışık bir ifade belirdi.
Her şeye rağmen, Maomao geçen yıla dek Cariye—öhm, İmparatoriçe—Gyokuyou’nun yemek tadıcısıydı. Daha sonra o görevden ayrılmış ve zevk mahallesine dönmüştü. Doğrudan emirle, doğru; ama şimdi dönüp bir başka kadının hizmetine girmesi pek çok soruya yol açardı.
Dahası, İmparatoriçe Gyokuyou’nun da bu durumdan biraz rahatsız olmuş olması muhtemeldi.
“Bir sağlık memurunun ayrıcalıklarıyla, İmparatoriçe Gyokuyou’nun yanında asistan olarak yeniden görev alabilirsin. Bu ihtimali söylediğimizde çok mutlu olmuştu.”
“Ben henüz kabul etmedim,” dedi Maomao. Fakat eğer İmparatoriçe Gyokuyou çoktan onayladıysa…
“Elbette. İşte, bizzat İmparatoriçe’nin tavsiye mektubu.” Hiç istifini bozmadan, Gaoshun bir mektup uzattı. Garipti; Maomao böyle bir şeyi daha önce bir yerde görmüş gibiydi. “Ve burada da Jinshi-sama’dan bir tane var.” Gaoshun bir mektup daha çıkardı. Maomao’nun yüzü hafiften seğirdi. “Ve bu da Majesteleri’nden.”
“Majesteleri’nin neden böyle bir şey yapacağını hayal dahi edemiyorum…” Maomao, bu son ve en gösterişli mektuptan fiziksel olarak geri çekildi.
Kaşları sıkıca çatılmış Gaoshun yavaşça gözlerini kapadı. “Hatırlarsın, seni bir keresinde dış sarayda çalışabilmen için saraylı kadınların hizmet sınavına sokmuştuk, değil mi?”
“Evet. Ve hatırlarsın, rezil bir şekilde başarısız olmuştum.”
Maomao’nun kısa bir süreliğine Jinshi’nin doğrudan emri altında çalıştığı bir dönem olmuştu. O sırada hem Jinshi hem de Gaoshun, onun yetkin bir saraylı kadın olmasını istemiş, ellerine pek çok kalın cilt kitap tutuşturmuşlardı.
“Evet. Aslında sınavı kolaylıkla geçeceğini düşünmüştük. Zehirler ve ilaçlar konusundaki tutkunun yanı sıra öğrenmeye ne kadar yatkın olduğunu da biliyorduk.”
“Ne yazık ki sizi hayal kırıklığına uğrattım.”
Maomao aslında kimseden daha zeki ya da daha çalışkan biri değildi. Sadece, çoğu insanın önem verdiği şeylere kayıtsız kalıp dikkatini kendi ilgi alanlarına kaydırıyordu.
“Xiaomao, yanlış anlama; senin ilgi duymadığın şeyleri öğrenememen değil, sadece senin için zor olması, öyle değil mi? Örneğin, zevk mahallesindeki yaşam kurallarını da öğrendin.”
“Seçeneğim yoktu.”
Kuru bir mumyayı andırsa da Madam hâlâ diri ve enerjikti. Öğretilenleri öğrenmemesi durumunda disipline edilecek, daha kötüsü yiyecek vermeyeceklerdi. Babası Luomen onu korumaya çalışmıştı, fakat çekingen ihtiyarın Madam’a karşı galip gelmesi imkânsızdı.
Hayatta kalabilmek için Maomao, zevk mahallesinin kurallarını öğrenmiş, gerektiğinde “abla” dediği kadınlardan yardım almayı da öğrenmişti.
“Yani şunu söylüyorsun: Yeterince zorunlu hissedersen bir şeyler öğrenebiliyorsun. Ama görünen o ki, Jinshi-sama’nın doğrudan emirleri sende öyle bir his uyandırmamış.”
Maomao bir adım daha geriledi.
Gaoshun’un elinde üç mektup vardı: biri Jinshi’den, biri İmparatoriçe Gyokuyou’dan, biri de İmparator’dan. Resmî yazışma olmasalar da, Maomao kendisini ülkenin asla ‘hayır’ denilemeyecek üç kişisi tarafından kıstırılmış gibi hissediyordu.
“Ne yapıp edip, Xiaomao, o sınavı geçmen gerek.”
“B-Bunu söylemek kolay tabii...”
Gaoshun, dükkânın kapısını hızla açtı. Dışarıda, emrindeki adamlardan biri bekliyordu. Yanında getirdiği, bezlere sarılı paketi açınca içinden ışıldayan gümüş yığınları çıktı.
“Bu sefer,” dedi Gaoshun. Maomao, arka planda Madam’ın disiplin sopalarından birini elinde tuttuğunu ve gümüş dağını iştahla süzdüğünü fark etti. Mahvoldum! diye düşündü Maomao.
“Bu sefer, sınavı geçeceksin. Hiçbir mazeret kabul edilmiyor.”
Ve mesele orada kapandı.
Gaoshun’un planı başlı başına bir sanat eseriydi. Madam’a ödeme çoktan yapılmıştı, eczaneye çırak Sazen bakacaktı ve Maomao’ya, ders çalışması için Verdigris Köşkü’nde yedek bir oda tahsis edilmişti.
Ara sıra ufaklık Chou-u çıkagelip çalışmasını bölerdi, fakat Madam ya da hizmetkârlar hemen ensesinden yakalayıp dışarı sürüklerdi. Çocuk için üzücüydü belki ama, Maomao ders çalışırken dikkatini dağıtıyordu. Ne umuyordu ki?
Odada dikkati artırdığı söylenen tütsüler yakılıyor, bitişikteki odadan ise erhu ve gin’in tatlı nağmeleri geliyordu. Bu enstrümanları çalmak için özellikle yetenekli müzisyen fahişeler seçilmişti.
Ders çalışmanın insana tatlı şeyler arattığı söylenirdi, fakat Maomao’ya bunun yerine tuzlu pirinç krakerleri ve soğuk meyve suyu ikram ediliyordu.
Her şey düşünülmüştü. “Bunun maliyeti ne kadar tuttu acaba?” diye düşündü.
Fiyatı ne olursa olsun, Maomao sık sık gizlice kısa bir şekerleme yapabilmeyi diliyordu ama hanımefendi düzenli devriyeler yapıyordu; bu da o fikri kökten baltalıyordu. Kendisi, gençliğinde bir zamanlar yüksek sınıf bir fahişe olduğundan, sıradan bir insana kıyasla daha eğitimliydi.
“Şu şiirlerden birini bile ezbere okuyamıyor musun?” diye çıkıştı.
“Bu tıbbi bir sınav! Şiirin bununla ne ilgisi var ki?” diye karşılık verdi Maomao.
Teknik olarak, Maomao’nun gireceği şey tıp görevlilerinin sınavı değil, tıp dairesinde hizmet etmek isteyen saray hanımlarının sınavıydı. Saray hanımı olabilmek için bir dizi nitelik gerekiyordu; fakat tıp alanında uzmanlaşmış saray hanımı pozisyonu yeni ortaya çıkmış bir şeydi. Maomao’ya göre madem yeni bir uzmanlık dalı açılıyor, bari bu fırsatta sınavdan şiiri çıkarıverselerdi. “Tıpla hiçbir ilgisi yok. Üstelik tarih de var! Hatta sutra kopyalama bile!” diye yakındı.
“Tarih bilmek insanı içten değiştirir. El yazın ne kadar düzgün olursa, okunması da o kadar kolay olur. Sutra kopyalamak mükemmel bir pratiktir.”
Tam da bu anda Madamın mantıklı konuşmaya başlaması şaşırtıcıydı. Oysa Maomao, ondan her zamanki gibi “Para kazandırmayacak şeyleri öğrenmeye uğraşma,” gibi bir söz duymayı beklerdi. Belki de bu sefer işin içinde gümüş miktarı fazla olduğundan, beklentisi boşunaydı.
Yaşlı kadının Maomao’ya kopyalaması için yazdığı karakterler harikaydı. Şimdi elleri kuru bir dal gibi görünebilirdi ama bir zamanlar suyun içinde süzülen balıklar kadar kıvrak, ışıldayan tırnaklara sahip zarif parmakları vardı.
Erkekler güzel yazısı olan kadınları severdi. Erkekler güzel yüzlü kadınları severdi. O ise hayatını erkekler için kendini cilalamakla geçirmiş, şimdi de aynı dersleri eğlence mahallesindeki genç kızların kafasına çakıyordu. Madem o kadar güzeldi, neden başka bir hayat seçmemişti? Belki de seçeneği hiç olmamıştı.
Maomao, zaman zaman aklından geçen bir düşünceyi seslendirdi:
“Güzel harfler yazıp yine de berbat şeyler söyleyebiliyorsun.”
Bir sonraki anda Madamın yumruğunu kafasına indireceğini sandı, ama öyle olmadı. “Kimse senin için güzel misin yoksa içeride çürük müsün bilemez,” dedi yaşlı kadın. “O yüzden güzel yazsan iyi olur.” Sonra da örnek yazılara bakıp “Haydi, başla!” der gibi anlamlı bir bakış attı. Kusursuz, dengeli karakterler, sanki doğrudan devlet memurluğu sınavının cevap kâğıdından çıkmış gibiydi.
“Pekâlâ,” dedi Maomao, eğer gevşemeye kalkarsa sopanın kendisini beklediğini bilerek. Kollarını sıvadı ve fırçasını eline aldı.
Saray hanımlarının sınavı düzenli aralıklarla yapılırdı. Memuriyet sınavından farklı olarak bu sınava yalnızca genç kadınlar girerdi; erkekler kadar uzun süre hizmet etmedikleri için sık sık personel değişimi olur ve sürekli taze kan ihtiyacı doğardı.
Çoğunlukla saray hanımı olmak isteyen kadınlar, memur ya da zengin tüccar ailelerinin kızlarıydı; onlar için sarayda hizmet etmek, bir gelin adayı olarak övünülecek bir başarı ya da koca bulmanın bir yoluydu. Gerçekten işi sevdikleri için başvuran kadın sayısı çok azdı. Maomao, Jinshi-sama’nın yanında hizmet ettiği dönemde bazı saray hanımlarından bayağı bir kötü muamele görmüştü ve doğrusu, kadınların işlerini pek de ciddiye aldıkları izlenimini edinmemişti.
Sınav, başkentin kuzeyindeki bir okul binasında yapılıyordu. Asıl memuriyet sınavı, başkentin kuzeyinde başka bir şehirde düzenlenirdi ama saray hanımları için yapılan sınav bu kadar sık gerçekleştiğinden, işlerin doğrudan başkentte yapılması çok daha kolaydı.
İki haftalık aralıksız çalışmanın ardından Maomao sınava morali bozulmuş bir şekilde geldi. Orada yaklaşık yüz kişi vardı ki bu pek de şaşırtıcı değildi; çünkü yalnızca hekim yardımcısı olmayı isteyenler değil, başka adaylar da bulunuyordu.
Sınavın kendisinden bahsedecek pek bir şey yoktu. Birkaç saat içinde bitmişti ve Maomao hemen eve dönmüştü. Ön hazırlık belgeleri çoktan kontrol edilmişti—gerçi o aşamada başarısız olacağını hiç düşünmemişti. Hatta özel muamele yüzünden kazanmış olabileceği endişesine kapılacak gibi oldu.
Hayır… Eğer bana öyle bir ayrıcalık tanıyacak olsalardı, neden bütün o çalışmayı yaptırsınlar ki? Kendi yetenekleriyle kazanabileceğini düşünmeyi tercih ediyordu. Zaten yaptığı işten epey emindi—onu zorlayabilecek tek şey klasik şiir ve sûtra kopyalama gibi ilgi duymadığı konulardı. Açık konuşmak gerekirse, başka bir şeyde hata yaptıysa bunu bilmek isterdi; çünkü hekim yardımcılığı sınavı, ilaçlar ve tıpla ilgili bütünüyle temel bilgilerden oluşuyordu.
Maomao, verilen süre içinde sorulanların on katı kadar soruya da cevap verebilirdi.
Cevapları aceleyle yazıp bitirdikten sonra yapacak pek bir şeyi kalmamıştı. Bu yüzden eve doğru yürümeyi düşünmüştü. Öyle de yapacaktı, ta ki o aptalca sesi duymasa.
“Ne? Ne demek sınava giremiyorum?!”
Sınav merkezinin önünde, sınavdan sorumlu görevliyle bir aday arasında tartışma yaşanıyordu. Ancak bu adayda tuhaf bir şey vardı. Kadın kıyafetleri giymişti, ama fiziksel olarak oldukça iriydi. Uzun boylu kadınlar elbette vardı, ama bu kişinin sesi de epey kalındı… ki Maomao’nun tanıdığı bir sesti.
Sanki daha önce de buna benzer bir şey görmüştüm, diye düşündü. İçini kemiren kötü hissi görmezden gelmek istedi ama bu tuhaf manzarayı kafasından atamadı.
“Beyefendi, neden? Neden içeri girmeme izin vermiyorsunuz?” diye sordu “kadın”, kusursuz bir nezaketle konuşmaya özen göstererek. Yüzü bir örtüyle gizlenmişti ve o anda Maomao’nun şüpheleri kesinliğe dönüştü. Yüzüne bakıldığında kadınsı birine benziyordu; yüz hatları dengeli, çekici ve narindi, üstüne makyajı da gayet yerindeydi. Ama sesini falsettoya zorluyordu ve kıvranarak sergilediği yapmacık tavırlar fazlasıyla iticiydi.
“Ne yapıyorsun sen?” diye sordu Maomao. Aslında tüm bu sahneyi görmezden gelebilirdi, ama arada kalmış görevli adına üzüldü. Adam gayet iyi niyetliydi. Maomao onun yerinde olsa güvenliği çoktan çağırmıştı. “Kokuyou!”
Sözde “kadın”, aslında Maomao’nun batı başkentinden dönerken gemide tanıştığı adamdı. Çiçek hastalığından kalma izler yüzünün yarısını kaplıyordu, işte bu yüzden yüzünü örtüyordu. Doktordu, fakat ne yazık ki izler yüzünden düzgün bir iş bulamıyordu. Öte yandan, aptallığa varan kişiliğini ise hiçbir talihsizlikle açıklamak mümkün değildi.
“Ah, Maomao! Uzun zamandır görüşemedik! Dinle, inanamayacaksın! Bu kötü adam sınava girmeme izin vermiyor!” Görünür tek gözüyle ona göz kırptı, sanki işbirliği yap hadi der gibi. Keşke yapmasaydı. İğrençti.
Onunla işbirliği yapmayı istesem bile fark etmezdi. “Sınav zaten bitti.”
“Ne? Dalga mı geçiyorsun?!” diye çığlık attı, ellerini teatral bir şekilde yanaklarına götürerek. Çok yardımcı oluyordu doğrusu.
“Zavallı adam sadece işini yapıyor. Hadi gel,” dedi Maomao ve Kokuyou’yu sınav merkezinden uzaklaştırdı.
Olayların akışına kapılmak gerçekten korkunç bir şeydir: mesela yukarıdaki durum, doğrudan ve kaçınılmaz biçimde Maomao’nun kadın kıyafetleri giymiş bir garip tip ile öğle yemeği yemesine yol açmıştı. Keşke üstünü değişseydi ama ne yazık ki yanında başka bir kıyafet getirmemişti. (Kendisi, Maomao’ya söylediğine göre, bu kostümü kaldığı köyün şefinin karısından ödünç almıştı. Bu da Maomao’nun o kadın hakkında şüphe duymasına neden olmuştu.)
“Ve sonunda yeni işimi bulduğumu sanmıştım. Demek bir sonraki sınav iki ay sonra, öyle mi?”
“Hiç fark etmez. Giremezsin. Yeterliliğin yok. Ama eğer hadım olmak istiyorsan, sana yardım etmekten mutluluk duyarım...”
“Ah, lütfen öyle şey yapmaaayın!” dedi Kokuyou, geriye çekilip kıvranarak. Ne kadar da tüyler ürperticiydi.
“Ben seni ihtiyar adama yardım ederken bilmiyor muydum? Ona ne oldu peki?”
Maomao’nun bildiği kadarıyla Kokuyou, komşu köydeki yaşlı bir doktora yardım ediyordu. İhtiyar biraz tuhaf olsa da iyi anlaşıyor gibiydiler.
“İhtiyar son zamanlarda pek iyi hissetmiyor. Sanırım yakında tıp işlerinden emekli olacağını söyledi ve ben de fırsat varken kendime yeni bir yer bulmam gerektiğini.”
Maomao’nun ifadesi karışıktı; çünkü yaşlı hekimin neden bu kadar güçsüz düştüğüne dair bir fikri vardı.
“İşte tam o sırada sağlık ofisinde asistanlık için yepyeni bir fırsat duydum!”
Eh, bir dahaki sefere önce şartlara bak bari!
Gerçi muhtemelen bakmıştı da—o yüzden kadın kıyafetiyle gelmişti. Maomao yine de onun bu konuda bir şey yapmasını diliyordu. Aslında oldukça çekici görünüyordu ve çevredeki bazı erkeklerin bakışlarını üzerine çekmişti. Yüzünün yarı gizli hali de ona gizemli bir hava katıyordu. Yalnız, sesini duysalar bütün büyü bozulurdu.
Maomao küçük, hafif bir çörek yerken, Kokuyou buharda pişmiş mantı yiyordu.
“Büyükbaba, köyde kalmak istersem evi bana vereceğini söyledi,” dedi Kokuyou. “Oralarda bolca şifalı ot da var.”
“E o zaman sen devralırsın işte. Bana gayet mantıklı geldi. Sorun ne bunda?” diye sordu Maomao.
“O kadar basit değil. Büyükbaba eski bir sağlık memuruydu, değil mi? İnsanlar uzaklardan sırf onun yetkisi var diye geliyorlardı. Ama sadece çıkıp gelmiş ve orayı devralmış birini görmek için insanların buralara kadar geleceğini sanmıyorum.”
Bunda doğruluk payı vardı. Kokuyou, köyün kendi halkının gözünde bir ölçüde güven kazanmış olabilirdi ama böylesine küçük bir yerleşim, karnını doyuracak kadar iş sağlamazdı. Yeterince ot ve ilaç karışımı toplayıp satarsa ancak kıt kanaat geçinebilirdi.
Tam o anda Maomao işaret parmağını kaldırdı. Bu sorunlar aslında birbirini çözüyor! “Şöyle, ayda birkaç kez zevk mahallesine gelmek ister misin?”
Kokuyou yalnızca bir an düşündü. “Yol masraflarımı karşılarsan tabii. Hatta bir de yemek ısmarlanırsa harika olur.”
“Satacak kadar çok pirincimiz var, o yüzden sorun olmaz diye düşünüyorum.” Şarlatan doktorun köyündeki olaylardan sonra ellerinde pirinç ve buğday kalmıştı; üstüne şimdi de öyle çok tatlı patates vardı ki, onları haşlayıp şekerleme yapmayı bile düşünüyorlardı.
Maomao devam etti: “Görevin, oradaki çırak eczacıya ilaç ve bitki bilgisi öğretmek, ayrıca önceden aldığımız otları tedarik etmeye devam etmek olacak. Çırak eczacının tek başına başaramadığı ilaçları da senin hazırlamanı isterim, ama yaptığın her şeyi önce çırakla birlikte ev sahibimiz madamın onaylaması gerekecek.” Sonuçta kökeni bilinmeyen bir yabancıya işi teslim ediyordu, bu da gayet adil bir şarttı. “Çırak eczacı dükkânı idare edebilir, yani müşteriyle uğraşmak zorunda kalmayacaksın.”
“Ah, ama ben çok iyi bir satıcıyımdır!” dedi Kokuyou, yine kıvranarak. Müşteriler sırf görünüşü yüzünden onunla konuşmak istemediğinden iş bulamamasını düşününce, Maomao onu görmezden gelmeyi seçti.
“Şu maaş nasıl olur?” Maomao bir parmağını kaldırdı. Köydeki işiyle birleşince karnını doyurmaya yetecek kadar ediyordu, her ne kadar bir eczacının hak ettiği ücretin düşük tarafında kalsa da.
“Böyle nasıl olur?” dedi Kokuyou, Maomao’nun birkaç parmağını daha kaldırarak. Ardından ikisi de kahkahaya boğuldu. Ama Maomao ona aynı zamanda sert bir bakış attı: Böyle aptalmış gibi davranan birinin piyasayı bu kadar iyi tartması inanılmazdı. Parmağı sayıp anlaşmayı ummak boşunaydı; en ince ayrıntısına kadar bütçe pazarlığına oturmak zorunda kaldı. En azından tartışma boyunca bir çörek atıştırma fırsatı bulmuştu.