Gürültünün geldiği yöne dönen birçok köle başını kaldırdı — ama yukarıdan üzerlerine yağan kaya ve buz kütleleriyle karşılaştılar. Çığlıklar arasında anında panikleyen köleler, zincir yumağı halinde birbirine dolanarak yere kapaklandı, gölgeler dağın üzerinde dans ediyordu.
Sunny, dik kalmayı başaran nadir kişilerden biriydi, zira böyle bir şeye hazırlıklıydı. Sakinliğini koruyarak, Nitelikleriyle keskinleşmiş gözlerini karanlığa dikti ve geriye doğru dikkatli bir adım attı. Bir saniye sonra, bir adamın gövdesi büyüklüğünde bir buz parçası tam önündeki yere çarptı, patladı ve etrafı keskin şarapneller fırlattı.
Diğerleri pek şanslı değildi. Buz ve taş yağmuru devam ederken, pek çok kişi yaralandı, hatta birkaçı can verdi. Havayı kâbus dolu iniltiler kapladı.
Yaşlı asker — Sunny’yi birkaç saat önce kırbaçlayan adam — öfkeyle haykırıyor, köleleri dağ yamacının görece güvenliğine doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Ancak, kimse emrine kulak veremeden, kocaman bir şey aşağıya düştü ve ayaklarının altındaki taşları titreten bir sarsıntı yarattı. Tam kafile ile dağ yamacının arasına isabet etti ve her şeyi birkaç saniyeliğine derin bir sessizliğe gömdü.
İlk bakışta, atlı bir asker kadar yüksek, kabaca yuvarlak, kirli bir kar yığını gibiydi. Ancak, yaratık uzun uzuvlarını açıp doğrulduğunda, taş platformun üzerinde bir değişim ve ölüm alameti gibi yükseldi.
’Şu şeyin boyu en az dört metre olmalı,’ diye düşündü Sunny, şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir hisle.
Yaratık’ın iki kısa bacağı, zayıflamış, kambur bir gövdesi ve orantısız derecede uzun, çok eklemli elleri vardı — ikisi, her biri dehşet verici kemik pençelerle bitiyordu; diğer ikisi ise daha kısa olup neredeyse insanlarınkine benzeyen parmaklarla bitiyordu. İlk bakışta kirli kar yığını gibi görünen okları ve kılıçları durduracak kadar kalın, sarımsı-gri bir kürkü vardı.
Kafasında beş süt beyazı göz, böceklere özgü bir kayıtsızlıkla köleleri süzüyordu. Gözlerinin altında, jilet keskinliğinde dişlerle dolu korkunç bir ağız sanki avını bekliyormuş gibi yarı açıktı. Yapışkan salya, yaratık’ın çenesinden akarak yere damlıyordu.
Ancak Sunny’yi en çok dehşete düşüren, yaratık’ın derisinin altında solucanlar gibi kıvranan tuhaf şekillerdi. Onları net bir şekilde görüyordu, çünkü ne yazık ki, bu ucube yaratığa en yakın duran şanssız ruhlardan biriydi ve midesini bulandıran bir manzaraya en önden tanık oluyordu.
’Ama bu artık... çok fazla,’ diye düşündü, aklı durmuştu.
Sunny bu düşüncelerle boğulurken, cehennemin kapıları açıldı. Yaratık hareket etti, pençelerini onun olduğu yöne doğru savurdu. Ama Sunny hızlı düşünmüştü: Tek bir an bile tereddüt etmeden yana doğru atıldı — zincirin izin verdiği son noktaya kadar — ve geniş omuzlu köleyi kendisi ile canavar arasına siper etti.
Hızlı reaksiyonu hayatını kurtardı, zira her biri bir kılıç gibi keskin pençeler, saniyenin onda biri kadar bir sürede geniş omuzlu adamı ikiye böldü ve etrafa kan fışkırdı. Sıcak kanla ıslanan Sunny yere kapaklandı ve eski yoldaşı tepesine düştü — en azından geriye kalanı.
’Laan! Neden bu kadar ağırsın sen!’
Geçici olarak körleşen Sunny, ürpertici bir uluma duydu ve üzerinden muazzam bir gölgenin geçtiğini hissetti. Hemen ardından, kulakları sağır eden bir çığlık senfonisi geceyi doldurdu. Buna hiç aldırmadan, cesedi yan tarafa yuvarlamaya çalıştı, ama zincirin şiddetli bir sarsıntısı onu durdurdu; bu, bileklerini burdu ve zihnini yakıcı bir acıyla doldurdu. Şaşkın bir halde, birkaç adım sürüklendiğini hissetti, ama sonra zincir aniden gevşedi ve ellerini tekrar kontrol edebildi.
’Vay be, işler daha kötü olabilirdi…’
Avuçlarını ölü adamın göğsüne bastırarak, tüm gücüyle itti. Ağır ceset inatla direndi, ama sonra nihayet yan tarafa devrildi ve Sunny’yi özgür bıraktı. Ancak, bu yeni bulduğu özgürlüğü kutlayamadan, kanı aniden çekildi.
Çünkü tam o anda, avuçları hala geniş omuzlu kölenin kanayan vücuduna yapışıkken, ölü adamın derisinin altında bir şeylerin kıpır kıpır hareket ettiğini açıkça hissetti.
’İşler daha kötü olabilir diye düşünmek zorunda mıydın, seni aptal?’ diye düşündü, sonra hızla geriledi.
Cesedi bacaklarıyla iterek, zincirin izin verdiği kadar uzağa — yani yaklaşık bir buçuk metre — süründü. Hızla etrafına baktı, taş platformun karşı ucunda, çığlık atan kölelerin arasında azgınlaşan canavarın siluetini ve dans eden gölgeleri fark etti. Ardından, artan bir şiddetle kasılmaya başlayan ölü bedene odaklandı.
Cesedin karşı tarafında, kurnaz köle ağzı açık kalmış, dehşetten yüzü kaskatı kesilmiş bir ifadeyle ona bakıyordu. Sunny dikkatini çekmek için el salladı.
“Neye bakıyorsun?! Ondan uzaklaş!“
Kurnaz köle denedi ama anında yere düştü. Zincir, üçünün arasında dolaşmış, geniş omuzlu adamın ağırlığı altında sıkışmıştı.
Sunny dişlerini sıktı.
Tam gözlerinin önünde, ceset kâbusa yol açan bir başkalaşımdan geçiyordu. Tuhaf kemik uzantıları, sivri uçlar gibi deriyi delip geçiyordu. Kaslar, şekil değiştirmeye çalışırcasına şişiyor ve kıpırdıyordu. Tırnaklar keskin pençelere dönüştü; yüzü çatladı ve yarıldı, kanlı, iğne benzeri dişlerle dolu, gereğinden fazla sıra içeren çarpık bir ağız açıldı.
’Bu olmaması gereken bir şey.’
Sunny irkildi, kusma isteğiyle sarsıldı.
“Zi — zincir!“
Bilge köle, kurnaz kölenin hemen birkaç adım gerisindeydi, hayalet gibi solgun bir yüzle prangalarını işaret ediyordu. Bu uyarı pek yararlı değildi ama koşullar göz önüne alındığında, şoku anlaşılabilirdi. Zincire vurulmak zaten kötüydü, ama böylesi bir dehşete zincirlenmek gerçekten büyük bir haksızlıktı.
Ancak Sunny’nin işlerin doğru olmadığı yönündeki tespiti, kendine acımasından gelmiyordu. Demek istediği, tüm bu durumun kelimenin tam anlamıyla kurallara uymadığıydı: Gizemli olduğu kadar, Büyü’nün de kendi kuralları vardı. Herhangi bir Kâbus’ta ne tür yaratıkların ortaya çıkabileceğine dair kurallar da vardı.
Kâbus Yaratıkları’nın bir hiyerarşisi vardı: akılsız Yaratıklardan Canavarlara, ardından İblisler, Şeytanlar, Zalimler, Dehşetler ve nihayet, Felaket olarak da bilinen efsanevi Titanlar gelirdi. İlk Kâbus neredeyse her zaman yaratıklar ve canavarlar tarafından doldurulurdu, nadiren araya bir iblis karışırdı. Ve Sunny, şimdiye kadar bir şeytandan daha güçlüsünün ortaya çıktığını hiç ama hiç duymamıştı.
Ancak, bu yaratık açıkça kendisinin daha küçük bir versiyonunu yaratmıştı — bu, yalnızca Zalimlere, yani Kâbus Büyüsü’nün egemenlerine ve onlardan daha üsttekilere ait bir yetenekti.
Peki neden İlk Kâbus’ta bir Zalim vardı?
O lanet [Mukadder] niteliği ne kadar güçlüydü böyle?!
Ama düşünmek için zaman yoktu.
Haksızlık olsun ya da olmasın, Sunny’yi kurtarabilecek tek bir kişi vardı: kendisi.
Geniş omuzlu adam — yada ondan geriye kalan— yavaşça doğruldu, ağzından tuhaf tıklama sesleri geliyordu. Tam olarak kendine gelmesine fırsat vermeden, Sunny küfretti ve gevşemiş zincirin uzun tarafını yakalayarak ileri atıldı.
Canavarın keskin beş pençeli kolu ona doğru fırladı ama Sunny iyi hesaplanmış tek bir hareketle yana kaydı.
Bu kez onu kurtaran şey hızlı tepki değil, sadece sağduyuydu. Sunny, çocukluğunu okul yerine sokaklarda geçirmişti. Süslü dövüş teknikleri öğrenmemiş olabilirdi ama sokaklar da bir öğretmendi. Tüm ömrünü hayatta kalmak için savaşarak geçirmişti. Bu deneyimler herhangi bir çatışmanın ortasında bile soğukkanlılığını korumasını sağlamıştı.
Bu yüzden donup kalmak ya da korkuya yenilmek yerine, Sunny sadece harekete geçti.
Yaklaşarak, zinciri canavarın omuzlarına doladı ve çekti, ellerini gövdesine sabitledi. Hâlâ dönüşümünden dolayı yavaş ve sersemlemiş olan yaratık düzgün bir şekilde tepki veremeden, Sunny zinciri etrafına birkaç kez dolamıştı bile, korkunç ağzı yüzünü atılırken ısırmasından kıl payı kurtuldu.
İyi olan şey, canavarın artık kollarını hareket ettirememesiydi.
Kötü olan şey ise, onu sabitlemek için kullandığı zincir uzunluğunun tükenmiş olması, aralarında neredeyse hiç mesafe kalmamasıydı.
“İkiniz!“ diye bağırdı Sunny, diğer iki köleye seslenerek. “Hayatınız buna bağlıymış gibi o zinciri çekin!“
Ama gerçekten de öyleydi.
Kurnaz köle ve bilge, şaşkınlıkla ona baktılar ve sonra ne düşündüğünü anlayarak harekete geçtiler. Zinciri zıt yönlerden kavrayarak tüm güçleriyle çektiler, canavarın üzerindeki baskıyı artırdılar ve sallanıp kurtulmasını engellediler.
’Çok iyi!’ diye düşündü Sunny.
Canavar iyice kasılmıştı, kurtulmaya çalışıyordu. Zincir, kemik dikenlere takılarak gıcırdadı, sanki yavaş yavaş kopuyormuş gibiydi.
’Pek de iyi değil!’
Daha fazla zaman kaybetmeden, ellerini havaya kaldırdı ve prangalarını birbirine bağlayan kısa ve daha ince zincirle yaratık’ın boynunu yakaladı. Ardından hızlı bir hareketle canavarın etrafında döndü ve çekerek, onunla sırt sırta geldi — ağzından olabildiğince uzağa yani.
Sunny, çıplak elleriyle bir adamı boğacak kadar güçlü olmadığını biliyordu — hele ki kendisini yemeye çalışan bunun gibi tuhaf, korkunç bir mutanta hiç gücü yetmezdi. Ama şimdi, kendi sırtını kaldıraç olarak kullanarak ve tüm vücudunun ağırlığını prangaları aşağı çekmek için kullanarak, en azından bir şansı vardı.
Tüm gücüyle aşağı doğru asıldı, canavar’ın vücudunun kendisine baskı yaptığını, kemik dikenlerin vücudunu kestiğini hissediyordu. Canavar mücadele etmeye devam ediyor, yüksek sesle tıslıyor ve onu bağlayan zinciri kırmaya çalışıyordu.
Artık mesele, ilk neyin kırılacağıydı — zincir mi yoksa canavarın boynu mu?
’Öl! Öl, seni p*ç kurusu!’
Sunny asılırken, yüzünden ter ve kan akıyordu ve toplayabildiği tüm kuvvetle daha da, daha da, aşağı çekiyordu.
Her saniye bir ömür gibi geliyordu. Başlangıçta zaten az olan azıcık gücü ve dayanıklılığı hızla tükeniyordu. Sırtı yaralıydı, bilekleri mahvolmuştu ve kemik dikenler tarafından delinen kasları ıstırap içindeydi.
Ve sonra, nihayet, Sunny canavarın gevşediğini hissetti.
Bir an sonra, hafif ve tanıdık bir ses havada yankılandı.
Bu, şimdiye kadar duyduğu en güzel ses olabilirdi.
[Uyuyan Yaratık, Dağ Kralı’nın Larvası’nı öldürdün.]
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.