Kül Tepesi’nin batı ucunun ötesinde, Unutulmuş Kıyı’nın manzarası Sunny’nin beklediği —ve umduğu— hiçbir şeye benzemiyordu.
Adanın bu tarafındaki yamaç çok daha dikti. Normalde uca geldiklerinde aşağı doğru bir eğim olur ve ova devam ederdi ama burada aksine giderek azalan bir açıyla aşağı doğru devam ediyordu.
Uçsuz bucaksız bir boşluk...
Sanki üzerinde durdukları tepe, devasa bir kraterin kenarında duruyordu. Bu devasa oyuk göz alabildiğine uzanıp gidiyordu.
Sunny’nin görebildiği kadarıyla, bu kraterin çapı yüzlerce kilometreyle ölçülürdü. Aşağılarda toprağın içinden dışarı uzanan dev ağacın kökleri, bu yükseklikten bir kaç tutam ot kadar küçük görünüyordu.
Sanki bütün dünya yana yatmış gibiydi… bu his başını döndürdü.
Kısacası, batı yönünde artık sığınılabilecek hiçbir yüksek nokta kalmamıştı. Önlerinde yalnızca aşağıya inen bir yol vardı — gece çöktüğünde ise karanlık denizin yıkıcı sularından başka bir şey olmayacaktı. Hiçbir umut yoktu.
Artık... ileriye giden hiçbir yol kalmamıştı. Batıya yaptıkları yolculuk burada son bulmuştu.
Ve bu da, gerçek dünyaya açılan bir geçit bulma umutlarının tamamen tükendiği anlamına geliyordu.
Sunny, önündeki ıssız manzaraya bakarken öfke ve inançsızlık kalbini parçalıyordu. Bunca çabanın boşa gitmiş olabileceğine inanamıyordu. Ama kanıt gözlerinin önündeydi — açık, gerçek ve inkar edilemezdi.
‘Lanet olsun! Hepsine lanet olsun!’
Durumu kurtaracak kurnazca bir fikir bulmaya çalıştı, ama aklına hiçbir şey gelmedi. Her gece karanlık deniz, dünyayı bir kez daha yutuyordu. Ondan kurtulmanın tek yolu, güneş batmadan önce yeterince yükseğe tırmanmaktı. Ama ufukta üstünde durabilecekleri hiçbir yükseklik yokken… ne yapabilirdi ki?
Sunny, Nephis’e baktı. Kız ondan bile daha umutsuz görünüyordu. Yüzü buz kesmişti, gözlerindeyse acı ve öfke dolu kasvetli bir ifade vardı. Sunny bir şey söylemek için ağzını açtı, ama söyleyecek tek kelime bile bulamadı.
Sonunda, ikisi de öylece durdu. Ta ki, uzaklardan gelen uğultu, karanlık denizin geri dönüşünü haber verene kadar.
Boşluğun derinliklerinde, ufkun ötesinden karanlık dalgalar yükseldi ve krateri doldurmaya başladı. Şaşkınlıkla izleyen Sunny, suyun hızla yükselip boşluğu dev bir kara denize dönüştürdüğünü gördü. Ardından sular taşarak Kül Tepesi’nin ötesine aktı, kızıl labirentin mercanlarına çarpa çarpa iç kısımlara doğru ilerledi.
Kısa sürede, bütün dünya fokurdayan kara suyla kaplanmıştı.
Sunny kuru dudaklarını yalayıp Nephis’e döndü. Boğuk bir sesle fısıldadı.
“Sanırım karanlık denizin kaynağını bulduk.”
Nephis, alacakaranlıkla boğulmuş gökyüzüne dalmıştı. Sonra ona dönüp kasvetli bir ifadeyle konuştu.
“...dönelim artık.”
***
Üçü de sessiz, yıkılmış ve umutsuz bir haldeydi. Özellikle Cassie, gördüklerine inanamıyor gibiydi.
“Hiç mantıklı değil... çok anlamsız,” diye mırıldandı kampa dönerlerken. “Böyle olmamalıydı!”
Sunny’nin omzunu tutarak adımlarını hızlandırdı.
“Emin misin? Gerçekten deniz seviyesinin üstünde hiçbir yer yok mu? Kesinlikle emin misin?”
Sunny içini çekti, morali daha da batmıştı.
“Eminim. Her tarafa dikkatlice baktık. Toprak sürekli alçalıyor... her yönden. Ufka kadar iniyor. Sadece doğu tarafı yükselen taraf, Kül Tepesi tam sınırda.”
Kör kız başını salladı.
“Ama bu olamaz! Ben kaleye ulaştığımızı görmüştüm! Bir yolu olmalı!”
Sunny sessiz kaldı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gerçekten bir yol varsa bile, Sunny bunu bilmiyordu.
Birkaç saniye sonra, onun yerine Nephis konuştu.
“Yarın bir çözüm bulmaya çalışırız. En kötü ihtimalle... tüm boşluğun etrafından dolaşmamız gerekir.”
Sunny bu düşünceyle ürperdi. Böyle bir yolculuk aylar sürerdi. Kraterin etrafını dolaşmak, haftalardır kat ettikleri mesafenin katbekat fazlasını gitmek demekti — üstelik her gün, güçlerinin ötesinde korkunç bir şeyle karşılaşma tehlikesiyle.
Ve her gece... o korkunç varlıkların onları bulabilme tehlikesiyle.
Böyle bir yerde aylarca hayatta kalma ihtimalleri... korkunç bir şaka gibiydi.
‘Korkunç bir şaka, ha… saçmalık bu.’
Kendine acıyan bir sırıtmayla, en kötü senaryoyu düşünmemeye çalıştı. Gecenin çöküşüyle gelen kasvet, böyle düşünceler için hiç uygun değildi.
‘Yarın... evet, yarına kadar dinlenir ve düşünürüz. Cassie’nin dediği gibi — bizi kaleye girerken gördüyse, mutlaka bir yolu olmalı.’
Güneş tamamen batmadan hemen önce kamplarına ulaştılar. Sunny, düşen yapraklardan yaptığı yatağa uzandı, gözlerini kapadı ve düşündü.
‘Umarım bu gece rüya görmem.’
Sonra kaşlarını hafifçe çattı.
‘Rüya mı? Ben rüya mı görmüştüm? Doğru ya... bir kez görmüştüm... belki de bir hatıradır? Neydi acaba... hatırlamıyorum…’
Bu düşünce zihninde yavaşça kayboldu ve derin bir uykuya daldı.
***
Sabah olduğunda, üçü de sessizdi. Ne konuşmak, ne de bir şey yapmak istiyorlardı. Ya yere bakıyorlardı ya da dev ağacın hışırdayan yapraklarına dalmışlardı.
Dün yaşadıkları hayal kırıklığı yetmezmiş gibi, şimdi de açlık vurmuştu. Sunny, Kıskaçlı İblis’in cesedini gözünü kestirmişti, şuan çok iştah açıcı görünmeye başlamıştı. Ama hala Cassie’ye verdiği sözü bozacak noktaya gelmemişti.
Sonunda sessizliği Nephis bozdu. Ayağa kalktı ve yüzündeki kararlılık ifadesiyle yukarı baktı.
“Ben ağacın tepesine tırmanacağım. Belki yukarıdan gözden kaçırdığımız bir şeyler görürüm.”
Sunny, ulu ağaca bakarken kendini küçücük hissetti. Ağaç gerçekten devasa boyutlardaydı. Kül Tepesi’nin kendisi bile, o dev şövalye heykelinden ve gördükleri diğer tüm tepelerden yada diğer şeylerden daha yüksekti — ama bu ağaç, kendi muhteşem büyüklüğü yetmezmiş gibi bir de Kül Tepesi’nin üzerinde yükseliyordu. Ağacın tepesine tırmanmaksa saatler sürebilirdi.
Yine de... belki bir umut ışığı görürlerdi.
Sunny kafasını kaşıyıp sızlandı.
“Peki. Ama dikkatli ol. Gökyüzünden gözünü ayırma. O kanatlı yaratıkları tekrar görürsen, hemen geri dön.”
Değişen Yıldız başını hafifçe salladı ve ağaca yöneldi. Dönüp bakmadan, sakin bir sesle veda etti.
“Ben yokken Cassie’ye göz kulak ol. Birkaç saatten fazla sürmez.”
Sunny elini kaldırıp arkasından baktı. Sonra yapacak bir şeyler aramaya başladı.
Normalde bu saatte sabah antrenmanına çoktan başlardı, ama açlıktan hali yoktu.
‘Hadi ama. Açlık bahane etme. Her savaşman gerektiğinde karnını doyurma fırsatın olacak mı? Hayır! O halde kalk ve antrenmanına başla. Hadi, bakalım Gecenin Kılıcı elindeyken nasıl hissedeceksin?’
İç çekip ayağa kalktı.
Bir saat boyunca çalıştı. Gecenin Kılıcı olağanüstüydü — hafif, çevik ve acımasız. Kılıç havayı yardıkça adeta şarkı söylüyordu. Sunny, kılıcı elindeyken onu sanki bedeninin bir uzvuymuş gibi hissediyordu artık.
Hareketleri akıcı, ölçülü ve zarifti.
Antrenmanı bitirince, faydalı bir şey yapmak istedi.
Kıskaçlı İblis’in cesedine gidip ruh parçacığını çıkardı. Epey uğraştı ama sonunda üç kristali de topladı, hepsini yosun torbasına yerleştirdi.
Sonra durup düşündü.
Ne yapsaydı?
Birden aklına bir fikir geldi. Kıskaçlı İblis’in bir zamanlar aldığı üstün ruh parçacığını kuma düşürdüğünü görmüştü — bulmayı denedi. O parça, Neph ya da Cassie için gerçek bir nimet olurdu.
Kısa sürede doğru yeri buldu, ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kristal parçacığı bulamadı. Ararken saatler geçmişti.
‘Tuhaf... oldukça büyüktü. Nereye gitmiş olabilir?’
Aramaya devam etmeye kararlıydı, ta ki gölgesi, Cassie’nin yanında bırakmıştı, dev ağacın dallarında bir hareket fark edene kadar.
Nephis dönüyordu.
Sunny hemen kampa döndü. Acaba bir şeyler görmüş müydü? Umut var mıydı, yoksa kara haberle mi dönüyordu?
Kamplarına doğru yürürken, Neph ve Cassie’yi gördü sırtları dönük yerde oturuyordu. Neph döndü ve yüzünde şaşırtıcı bir tatmin vardı.
‘Gerçekten iyi bir bulmuş olmalı?’ diye düşündü Sunny, heyecanlanarak.
Ama bir saniye sonra gözleri fal taşı gibi açıldı.
Dudakları kıpkırmızıydı. İki kız da ellerinde kocaman bir şey tutmuş yiyorlardı.
Ulu ağacın meyvelerini... yiyorlardı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.