Böylece herkes kaplıcaya doğru ilerledi; günün bütün yorgunluğu yerini sıcak suyun davetkâr rahatlığına bırakacaktı.
—————————————————————
...
Kaplıcaya doğru ilerleyen grup, günün yoğunluğunu arkalarında bırakmanın hafifliğiyle sessiz bir heyecan taşıyordu. Sıcak suyun buharı, daha girişte bile yorgun zihinleri sakinleştirmeye başlamıştı. İçeri girdiklerinde, herkes kendince bir köşe buldu ve uzun süredir bedenlerine çöken gerilimin çözülüşünü hissetti. Aralarında minik gülüşmeler, kısa sohbetler ve rahatlamanın getirdiği gevşek bir huzur vardı, hepsi bu; günün geri kalanını sessizlik doldurdu.
Bir süre sonra sıcak suyun rehaveti ağırlaşınca, grup yavaş yavaş dışarı çıktı. Herkes hafifçe kızarmış tenlerle, ama çok daha hafiflemiş bir hâlde kendi evlerine doğru dağıldı. Kısa vedalaşmalar, “yarın görüşürüz” sözleri, loş ışıkta yankılanan uykulu adımlar…
Gecenin sakinliği çok geçmeden hepsini içine çekti. Kapılar kilitlendi, ışıklar söndü ve birer birer herkes uykuya daldı. Günün yorgunluğu, düşlerin yumuşak örtüsüyle tamamen silindi.
...
Sabah olduğunda Kael ilk uyananlardan biriydi. Boyutun içindeki sessizlik, ona alışık olduğu o dingin sabah atmosferini sunuyordu.
Normalde doğum günü çocuğu olduğu için, önceki seferki gibi Syr ile birlikte Ocsilaus’a çıkıp biraz dolaşmayı planlamışlardı; ama daha kapıdan çıkmadan, boyutun içindeki evden bir ses yükseldi.
> “Syr? Bir dakika gelebilir misin?”
Kael başını kaldırdı. Bu, annesinin sesiydi
Syr omuzlarını hafifçe düşürerek Kael’e baktı.
> “Sanırım… bugün gidemeyeceğim.”
> “Bir şey mi oldu. Annemin seninle ne işi var?”
> “Ehh.. şey, senin doğum günün işte, –neyse sana söyleyemem hadi sen git, görüşürüz Kael!”
Kael kabullenmiş bir şekilde gülümsedi
> “Merak etme, annemin sana ihtiyacı varsa anlarım, sadece bir dahaki sefer önceden söylemeyi unutma.”
> “Söz! İlk fırsatta!”
Syr tekrar özür dileyerek hızla uzaklaştı.
Kael birkaç saniye olduğu yerde durdu. Ocsilaus’a yalnız çıkmak çok da sorun değildi ama planları biraz havada kalmıştı. Tam arkasını dönüp evin içine doğru yürürken yumuşak ama tereddütlü bir ses duydu.
> “E-şey… Kael?”
Elaria kapının yanında duruyordu. Saçlarını toparlama fırsatı bile bulamamıştı; yüzü hafif kızarmış, elleri birbirine dolanmıştı.
Kael bir an durdu, şaşkınlıkla ama sıcak bir ifadeyle. Elaria’nın bu kadar açık şekilde gönüllü olması beklediği bir şey değildi.
> “Gerçekten ister misin?”
Elaria bakışlarını kaçırdı, yanağındaki kızarıklık biraz daha belirginleşti.
> “Evet. Yani… bugün eğitim biraz yoğun olabilir demiştin. Hava almak iyi gelebilir. Hem… sen yalnız kalma diye.”
Son cümle neredeyse fısıltı halindeydi.
Kael içten bir tebessümle başını salladı.
> “O zaman… gidelim.”
Elaria derin bir nefes alıp yavaşça gülümsedi. İkisi birlikte boyuttan çıkıp Ocsilaus’un sabah tazeliğine adım attıklarında, kasaba henüz yeni uyanıyordu. Sokaklardan yükselen hafif esinti, pazarın kurulma sesleri, taş yolların üzerindeki ilk ışık parıltıları… Hepsi yeni bir günün başlangıcını söylüyordu.
Ne kadar Kael’in siyah saçları yüzünden bazı insanlar ona bakıp aşağılasa veya acısalarda, bunlar çokta önemli değildi.
Ama bunu fark eden Elaria, Kael’in elini tuttu ve şöyle söyledi.
>“Kael.. onları umursama, sonuçta ben ve diğerleri senin ne olduğunu, ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz, önemli olan bu değil mi?” Dedi Elaria, Kael’i rahatlatmaya çalışarak.
Ve Kael fark etti ki, Syr ile olan planları iptal olsa bile… Elaria’nın yanında bu yürüyüş, hiçte kötü değildi, Elaria’nın dediklerinden sonra Kael sıcak bir şekilde gülümsedi ve Elaria’nın gözlerine bakıp şunları söyledi.
>“Hehe... teşekkür ederim, Elaria. Beni rahatlatmaya çalıştığın için...” Kael hafifçe gülümsedi, gözlerini Elaria’dan ayırmadan devam etti: “...ve itiraf etmeliyim ki, kalbimi isıtıyorsun.“
Elaria ise hiçbirşey söylemedi, söylemeyi beceremedi, sonuçta kendisi 8 yaşında olan ve ömrünün yarısı boyunca sadece kılıca kafayı takmış ve yeni aşık olmuş, aşkın ne olduğunu öğrenen genç bir kızdı.
...
Yan yana ilerlemeye devam ettiklerinde, Elaria’nın parmakları istemsizce elbisesinin kenarıyla oynuyor, omuzları hafif gergin duruyordu. Ama adımlarını Kael’in ritmine uydurmaktan vazgeçmiyordu.
Kael de bunu fark etti. Elaria’nın onunla gelmeyi gerçekten istediğini.
Ve böylece, Ocsilaus’ta başlayan bu yeni gün… ikisinin de düşündüğünden daha özel bir güne dönüşecekti.
Kasaba sokaklarında insanlar dolaşsa bile çok fazla bir kalabalık yoktuz insanlar yeni yeni uyanmaya başlıyorlardı, kasaba hâlâ sabahın sessizliği içindeydi, ama taş yollar üzerindeki kar taneleri yavaş yavaş parlıyordu. Kael ve Elaria, yan yana yürürken birbirlerinin varlığından gelen sıcaklığı hissediyordu. Hafif bir rüzgâr saçlarını dağıtsa da, ellerini arada bir birbirine dokundurarak yürümeye devam ettiler.
> “Hadi önce bir şeyler yiyelim,” dedi Kael, göz ucuyla bir sokak tezgâhına bakarak.
Elaria gözleri parlayarak başını salladı. “Bence çok iyi fikir!”
Köşede, üzerinde “Kışın Sıcak Lezzetleri” yazan küçük bir tezgâh vardı. Buharı tüten krepler ve sıcak içecekler, kış sabahının soğuğunda davetkâr görünüyordu. İkisi sıraya girdiler ve Kael nazikçe Elaria’ya sıcak krepten bir parça uzattı.
> “Denemek ister misin?”
Elaria utangaç bir şekilde aldı ve küçük bir gülümsemeyle ısırdı. Ellerinin istemeden birbirine değmesi, yüzlerinde hafif bir kızarma yarattı. Kael, göz ucuyla Elaria’ya bakarken, Elaria başını öne eğdi ama adımlarını hızlandırmadı, yanında yürümeye devam etti.
Krep sonrası Kael iki adet sıcak çikolata aldı ve Elaria’ya uzattı. İkisi, taş sokaklarda yavaşça yürürken, sıcak içeceklerin buharı arasında ufak sohbetler yaptılar; kısa şakalar, küçük itiraflar ve sessiz gülüşmeler.
Dar bir sokakta Elaria aniden ayağının takılmasıyla hafifçe tökezledi. Kael hemen yanında durdu, onu tuttu ve istemeden yüzleri çok yaklaştı. Kael’ın nefesi Elaria’nın yanağına değdi; ikisi de kısa bir an için donakaldı.
Elaria utanarak ama küçük bir gülümseme ile Kael’a baktı. Ardından yürümeye devam ettiler, birbirlerine daha yakın ama hâlâ dikkatli adımlarla.
Küçük bir meydanda durdular; kar taneleri lambaların ışığında altın renklerle parlıyordu. Kael, Elaria’nın elini nazikçe tuttu ve hafifçe sıktı. Elaria, yüzü kızarmış şekilde Kael’ın omzuna doğru eğildi.
İkisi de kısa bir sessizlik yaşadıktan sonra, istemeden küçük bir öpücük havası oluştu: Kael hafifçe yanağından Elaria’yı öptü, Elaria ise istemeden Kael’ın koluna dokundu.
Gülümseyerek, hafif utanmış bir şekilde birbirlerine baktılar. Günün geri kalanında yürüyüşleri çok daha yavaş ve dikkatli oldu, ama gözlerindeki sıcaklık ve gülümsemeler, aralarındaki bağın güçlendiğini gösteriyordu.
O sabah boyunca, o kasabanın sokaklarında küçük maceralara atıldılar; sıcak çikolata içip karla kaplı banklarda oturdular, tezgâhlarla şakalaştılar, birbirlerinin gülüşleriyle soğuğu unuttular. Öğleden sonraki vakitlere doğru, kasabadan eve dönerlerken Elaria hafifçe Kael’a sarıldı.
> “Bu sabah.. çok güzeldi,” dedi, sesi düşük ama içten.
Kael gözlerine bakarak hafifçe gülümsedi:
> “Evet.. seninle olmak, her şeyi daha özel kılıyor.”
Ve böylece, Ocsilaus’ta başlayan bu kış sabahı, Kael ve Elaria için unutulmaz bir yakınlaşma ve sıcak bir bağ ile sona erdi.
Artık aralarındaki bağ arkadaşlığın bir tık üzerindeydi ama hâlen daha sevgili kısmına girmemişti, sonuçta Kael büyüyene kadar, Syr veya Elaria fark etmeksizin fazla ileri gitmeyi düşünmüyordu.
...
Saat öğleden sonra üç’e doğru yaklaşırken Kael ve Elaria, Kael’in gerçekte bulunan evlerine varmışlardı, ikiside eve girdikten sonra hıclıca Kael’in Boyutuna adım attılar.
Ama zaten Kael’in doğum günü zaten tamamiyle hazırdı, kızlar oldukça güzel bir şekilde hazırlanmışlardı, babam ve Henry ise ne giydiklerine fazla önem göstermesede güzel kıyaferleri giymişlerdi, daha sonra herkes aynı anda.
>“İyiki doğdun Kael!“ Demeye başladılar.
Kael odasına girdiğinde, kızlar ve Henry babasıyla birlikte onu bekliyordu. Herkes özenle hazırlanmış hediyelerle ve süslemelerle dolu bir köşede duruyordu. Kael, hafif bir tebessümle etrafına baktı ve içten bir memnuniyet hissetti.
> “Ah, siz oldukça fazla bir şekilde hazırlanmışsınız… çok güzel olmuş,” dedi.
Elaria, utangaç ama mutlu bir ifadeyle Kael’e baktı.
> “Bugün senin günün… biraz eğlenelim istedik.”
Kael gözleriyle diğer kızlara kaydırdı; hepsi özenle hazırlanmıştı. Nimara, her zaman ciddi ve olgun tavırlarıyla bilinse de bugün sade ama şık bir elbise giymişti, elbisesi olgun vücudunun oranlarını belli eden ama sadece omuzlarının gösterecek bir elbiseydi, yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
Syr ise her zamanki özgüveni ve zarafetiyle, saçları ve kıyafetiyle dikkat çekiyordu; güzelliği ışıklarla birleşince adeta parlıyordu. Kael, sessizce hepsine bakarken, onların sadece görünüşle değil, içten gelen bir özenle hazırlandığını fark etti.
Kael başını salladı, gözleri parlıyordu:
> “Evet, gerçekten güzel görünüyor. Her şey için teşekkür ederim.”
Henry, elindeki küçük bir kutuyu uzatarak:
> “Bunu da aç bakalım, bakalım Kael ne bulacak!”
Kael paketi dikkatle açtı; içinden küçük ama özenle yapılmış bir tılsım çıktı. Taşın üzerinde ince işlenmiş semboller Kael’in dikkatini çekti, Kael taşın içinde oldukça güçlü bir elementin varlığını hissetti ama ne olduğunu tam olarak çıkaramadı.
> “Bu… çok güzel, teşekkür ederim.”
Henry gülümseyerek:
> “Herkes biraz katkıda bulundu, ve bu taşın içinde yüksek kademe element olan yaşam bulunmakta, eğerki senin gibi bir dahi yaşam elementini tamamiyle anlayabilirse bu hepimiz için iyi olurdu.
Sonuçta Velathar’da bile en yüce dahiler bile yaşam elementini geç yüksek kademe elementleri anlamakta zorlanıyor.”
Kael, taşı eline alıp sembollere dokundu ve Henry doğru dönerek
>“Gerçekten teşekkür ederim, bu sayede Yaşam elementini hızlıca anlayıp, özümseyebilirim.”
Kutlama boyunca kahkahalar, şakalaşmalar ve küçük oyunlarla dolu bir öğleden sonra geçti. Nimara, genellikle ciddi tavırlarıyla Kael’e hafifçe takılırken; Syr zarif ve neşeli bir şekilde Kael’in etrafında hareket ediyor, onu eğlendiriyordu. Diğer kızlar da her bir hareketleriyle ve hazırladıkları küçük detaylarla günü özel kılıyordu. Kael’in yüzünde sakin ama memnun bir gülümseme vardı; etrafındaki herkesin neşesi, günün sıcak ve keyifli bir atmosferle geçmesini sağlıyordu.
Pastanın zamanı geldiğinde, Kael mumları üflerken Elaria hafifçe yanaşıp fısıldadı:
> “Dileğini paylaşmak ister misin?”
Kael başını hafifçe sallayarak gülümsedi:
> “Hayır… bu benim küçük sırrım.”
Herkes gülümseyerek mumları söndürdü ve oda neşeyle doldu. Kael, etrafına bakarken bir kez daha fark etti; aralarındaki bağ sadece arkadaşlık değil, birbirlerini anlayan ve değer veren bir ailenin sıcaklığı gibiydi.
Kutlama öğleden sonraya doğru yavaş yavaş sona ererken Kael, Elaria’ya dönüp elini tuttu.
> “Bugün seninle olmak, gerçekten çok güzeldi.”
Elaria başını hafifçe eğdi, utangaç ama içten bir gülümsemeyle:
> “Ben de… seninle olmak çok güzeldi.”
Syr ise Elaria ve Kael’e bakıp gülümsedi, daha sonra ise ikisinin yanına geldi
>“Hehe, Elaria galiba ciddi anlamda kız kardeşim oluyorsun.” diye söyleyip Elaria ile uğraştı.
Elaria ise bunu duyunca bir şey söylemek için ağzını açtı ama daha sonra hiçbir şey demeden veya itiraz etmeden sadece yüzünü hafifçe yere doğru indirdi.
Ve böylece, Kael’in üçüncü yaş günü, beklenen ve keyifli anlarla, sıcak bir bağ ve güzel hatıralarla tamamlandı. Gün boyunca yaşanan her an, Kael’in hafızasında sıcak bir hatıra olarak kaldı.
...
Kutlamanın ardından, diğer kızlar ve Henry evden ayrıldı. Kael, mumların ve hediyelerin bıraktığı sıcaklığın hâlâ etkisindeydi ama bir yandan da biraz merak içindeydi; babası Carlos, annesi Maria’yı kendisini ve Syr’i konuşmak üzere çağırmıştı.
Oturma odasında buluştuklarında, Carlos Kael’e ve diğerlerine önemli bir şeyi açıklamak için hazırlanır. Carlos’un ifadeleri her zamanki gibi ciddi ve biraz mesafeliydi.
Carlos, sesi sakin ama kararlıydı. “Bazen büyük sırlar vardır; bazen onları anlamak için sabır gerekir. Şimdi dinlemenizi istiyorum.”
Kael ve Syr başlarını sallayarak dikkatle Carlos’a baktılar.
> “İlk öncelikle, Söylemem gerekirse benim adım Carlos Oksileon değil.. benim gerçek adım Cealus Vol Secilus, ve Maria’nın gerçek adı ise Marianne Von Liones… aslında farklı krallıklardan geliyoruz. Babam ve annem, kendi krallıklarını yöneten ailelerdendi.”
Carlos, çocukların gözlerinin içine bakarak devam etti:
> “Her yıl, bizim ailelerimiz diğer kraliyet aileleriyle bir araya gelirler. Büyük toplantılar, balolar olur; soylular gelir, ilişkilerini güçlendirirler. Ama sadece kraliyet kanı taşıyanlar katılabilir bu partilere. Sizin yaşınıza yakın çocuklar da… eğlensin, oynasın ve birbirleriyle kaynaşsın diye yanlarında olur.”
Kael heyecanla başını salladı, Syr ise biraz meraklı ama sessiz kalmıştı.
> “Yani demek istediğim, çocuklar için bu… sadece oyun ve arkadaşlık değil,” diye devam etti Carlos. “Bir yandan krallıkların geleceğini tanımak, bir yandan da sosyal bağları kurmak… işte bu yüzden biz;Marianne ve ben de o zamanlar bahçede ve oyun alanlarında birlikte oluyirduk. Sadece oyun değil, birbirinizi tanımanız ve anlayış kazanmanız için…”
Carlos bir an duraksadı, sonra hafif bir gülümseme ile ekledi:
>“O zamanlar diğer insanlarla ilişki kurmanın gereksiz olduğunu düşünürdüm, sadece ben yeterim..
Daha sonra anneni gördüm Kael, kendi başına çalıların üstünde oturuyordu, ama benim gibi soğuk ve umursamaz değildi.. parlıyordu –güneş gibi parlıyordu, sıcak kanlıydı diğerleriyle konuşmaya çalışıyordu, ama hayatı boyunca asil olmak için eğitilmiş diğerleri bu canlılık yüzünden ondan hep uzakta kaldı.
Anlatmak istediğim bir başka şey de… Marianne’ı yalnız gördüğümde, o küçük çocuğun nasıl bu kadar parladığını merak ettim ve.. ufak da olsa sohbet etmeye başladık. İşte o zamanlar, belki farkında değildik yada değildim ama aramızda minik bir bağ oluştu. ben.. soğuk kalpli bir prens sayılırdım. Ama o ufak sohbetler, yıllar içinde bir temel oluşturdu.”
Kael ve Syr sessizce Carlos’un sözlerini dinlediler, konuşmanın önemli kısmına doğru geldiklerini hissetmişlerdi. Carlos devam etti:
>“Her yıl yapılan toplantılarda, yapılan o ufak sohbetler, sabahtan akşama kadar konuşmaya ve birlikte vakit geçirmeye evrildi.
Benim o ufak soğuk kalbimi eritti Marianne ve ben ise herzaman böyle devam edeceğimizi düşünmüştüm ama 7 yıl sonrasında ben 14 yaşımdayken ve Marianne 12 yaşındayken, Marianne bir anda daha cansız olmaya başladı.
Ne söylersem söyleyiyeyim hep tek kelime veya kısa cümlelerle cevap verirdi, gözleri dahada cansızdı, kararmıştı.”
Babam konuşmaya devam ederken annem sanki hatırlamak istemediği birşeyi hatırlamaya başlamış gibi kafasını tutmaya başlamıştı, ama babam durmadı devam etti.
Carlos derin bir nefes aldı. Yüzündeki çizgiler daha da belirginleşmişti; yıllardır taşımaya alıştığı o ağır yük sonunda kelimelere dökülüyordu.
> “Marianne’ın neden değiştiğini… yıllarca anlayamadım,” diye başladı. “Ama 18 yaşımdayken sonunda gerçeği öğrendiğimde –keşke öğrenmeseydim, diyecek kadar sarsılmıştım.”
Kael ve Syr hiç kıpırdamadan dinliyordu. Maria ise yavaşça başını çevirmiş, Carlos’un sözlerinden kaçmaya çalışır gibi davranıyordu.
Carlos devam etti, sesi biraz daha karanlıklaşarak:
> “Marianne’ın kendi ailesi… onun ışığını söndürdü. Onu karanlığa iten, yabancı bir düşman değildi. Kendi kanıydı.”
Syr’in gözleri büyüdü. Kael’in nefesi boğazında düğümlendi.
Carlos parmaklarını birbirine kenetleyip masaya bastı.
> “Marianne, Liones Hanedanı’nın varisi olarak doğduğunda… annesi onun sıradan bir prenses olmasını istemedi. Onu kusursuz, itaatkâr ve duygularını bastırmış bir araç hâline getirmeyi hedefledi. Çünkü Liones’te… kraliyet ailesi çocuklarını taht için değil, güç için yetiştirir.”
Maria başını eğdi. Parmakları hafifçe titriyordu.
> “Duyguları potansiyeli zayıflatır, derlerdi. Sevgi dikkati dağıtır. Arkadaşlık bağımlılık yaratır. Merhamet ise zayıflıktır,” diye alıntıladı Carlos, yüzünü buruşturarak. “Bu yüzden Marianne daha çocukken… onun duygularını kırmak için özel bir eğitimden geçiridi annesi, nedeni ise sadece diğer varislerden daha iyi olması ve taht için en iyi aday olmasıydı.”
Syr’in yüzü soğuk bir şekilde gerildi. Kael ise annesine dönüp ona sarılmak ister gibi bir adım attı ama durdu.
Carlos devam etti, her kelimesi daha ağırdı:
> “Toplantılarda onun o kadar parlak, o kadar canlı olduğunu gördüğümde… bunu hep karakteri sandım. Meğer o parlaklık… annesinin onun içindeki tüm iyi şeyleri öldürme çabasına rağmen hâlâ sönmemiş olan son kıvılcımmış.”
Kael’in boğazı sıkıldı.
Carlos gözlerini kapadı, kötü bir anıyı geri çağırır gibi:
> “Marianne’ın annesi… onun duygularını bastırmak için Zihin Sükûneti Mührü denen eski bir teknik kullanmış. Bu mühür… bir insanın acıyan yerlerini uyuşturur. Kötü duyguları değil… tüm duyguları bastırır. Mutluluğu, sevgiyi, merakı… hepsini.”
Carlos başını ona çevirdi, sesi daha yumuşaktı ama acısı daha derindi.
> “Marianne’ın gözlerinin neden solduğunu… neden konuşmaz hâle geldiğini… neden giderek karanlığa gömüldüğünü işte o zaman anladım. Onu kaybediyordum, Kael. Hem de kendi annesine…”
Bir an durdu, sonra en ağır cümleyi söyledi:
> “Marianne o dönem… sadece sessizleşmedi. Işığı sönmedi. O, annesi tarafından karanlığa itildi.
Tamamiyle soğuktu, sadece hedef odaklı işlere odaklanırdı, sadece bana karşı biraz ilgisi kalmıştı o kadar.”
Kael’in kalbi göğsüne sığmazmış gibi çarpmaya başladı.
Syr ise soğuk bir şekilde fısıldadı:
> “Neden? Neden böyle bir şey yapsınlar?”
Carlos gözlerini oğluna ve Syr’e dikti. Bu sorunun cevabı, belki de tüm hikâyedeki en ağır darbeydi.
> “Çünkü Marianne’ın sahip olduğu güç… annesinin planları için fazlaydı. Ailesi onun özgür iradesinden korkuyordu. Eğer kendi yolunu seçerse, hanedanın yıllardır sürdürdüğü düzen bozulacaktı. Bu yüzden onu kontrol altına almak… hatta tamamen sessiz bir kukla hâline getirmek istedi.”
Marianne’ın omuzları titredi. Gözlerinden süzülen bir damla, sessizce dizine düştü.
Carlos ona doğru uzandı ama Marianne başını sallayıp geri çekildi.
> “Marianne’nın hafızasındaki boşluklar… kendi ailesinin mühürlerinin bıraktığı yaralardan kalan tortular. Onlar onu karanlığa batırdı. Onun çocukluğunu… gençliğini… ışığını çaldılar.”
Kael’in yüzü öfke ve acıyla gerildi.
Maria sessizce ağlıyordu.
Carlos ağır bir nefes aldı:
> “Ve ben… o ışığın yeniden parlaması için yıllarımı verdim. Ama mühür hâlâ tamamen çözülmedi.. Kael biliyorsun benim ve Marianne’nın çekirdeği mühürlüydü, işte nedeni bu, çekirdeğimdeki manayı tamamiyle annene, Marianne’ya aktardım, o zamanlar Başlangıç Aşama Altın Kademeydim, yıllar içinde ise Elmas Kademe’ye yükselebildim.
Annenin çekirdeğindeki mühür ise.. zarar görmüş olmasıydı, ancak senin Mana Alanındaki yoğun mana sayesinde iyileşebildi.”
Oda sessizliğe gömüldü. Karanlık gerçek, sonunda ortaya çıkmıştı.
Kael sonunda konuştu
>“Peki ya, senin ailem, Secilus ailesi ne yaptı?” diye sordu Kael.
>“Şuanda sahte isimler ile rahatça yaşayabilmemiz tamamiyle ailem sayesinde oldu, ben Marianne’ı kaçırdığım zaman, Marianne’nın annesi beni suçladı ve ailemden beni teslim etmelerini istediler.
Ama ailem beni tanıyordu, sebepsiz yere böyle birşey yapmazdım, o yüzden beni korudular, benim asla geri dönmediğimi söylediler.
Aslında bu doğruydu asla geri dönmedim ama kaçtıktan beş yıl sonra babam ve annem bizi bulmayı başardılar ve gizlice bizim evimize geldiler.
Benimle buluştukları zaman bana kızmadılar veya suçlamadılar sadece bana sarıldılar, sonra ise neden böyle birşey yaptığını sordular.
Onlara bütün gerçekleri açıkladıktan sonra Liones ailesine oldukça kızdılar ve bana yardım teklif ettiler, sahte isimle nüfusa kayıt olmamızı tavsiye ettiler ve çok bilinmeyen ve uzakts bulunan küçük bir kasabada kalmamızı istediler.
Bende kabul ettim, ondan sonra ise Carlos Oksileon ve Maria Oksileon olduk, bu kasabaya yerleştik ve burada yaşamaya başladık, ondan sonrasını biliyorsun zaten.
O zamandan altı yıl sonra sen doğdun, ve şimdi ise bugündeyiz.”
...
Uzun bir sessizlik oldu, annem hafızası yerine geldiği için ağlamaya devam etti , babama sarıldı ve uzunca ağladı, Syr ise anneme sarılarak ağladı.
Bir süre sonra devam ettim
>“Peki baba neden, ailen direkt olarak Liones ailesine güç uygulamadı veya başka birşey yapmadıda, sizi sahte isim ile ufak bir kasabada yaşatmayı seçti.”
>“..Liones ailesi oldukça güçlü bir aile Kael, en azından bizimki gibi orta aşama krallıklarda, bizim askeri olarak en fazla 29 adet Elmas kademe yetiştiricimiz ve 6 adet Obsidyen kademe yetiştiricimiz bulunmaktayken bu sayı Liones ailesinde on kat daha fazla ve onlarda 1 adet Efsanevi kademe Yetiştirici bulunmakta.”
>“..Ama nasıl, Ocsilaus’ta Efsanevi kademe Yetiştirici sayısı yüzü zarzor geçer ama o ’orta aşama’ krallıkta bir tane bulunmakta mı?”
>“Kael, Normal Krallıklarda en azından 10 adet Elmas kademe bulunur, Orta Aşama Krallıklarda ise fazladan en azından 3 Obsidyen kademe bulunur.
Ondan sora ise Yüksek Kademe Krallıklarda en azından 2 adet Efsanevi lademe yetiştirici gerekir.
Ve Ocsilaus’u yöneten krallıklar ise Kral Kademe krallıklardır onlarda ise en azından 10 adet Efsanevi kademe yetiştirici bulunur.
Carlos derin bir nefes aldı ve devam etti:
> “Ocsilaus’ta dört Kral Kademe krallık bulunmakta. Bunlar: Valtherion, Drakemire, Solanthir ve Eryndor. Bu krallıkların her biri kendi alanında olağanüstü güçlere sahip. Her krallık, Efsanevi kademe yetiştiricilerini yetiştirip korumak konusunda büyük önem gösterir.”
Carlos tek tek saydı:
> “Valtherion’da 10 adet Efsanevi kademe yetiştirici bulunuyor. Drakemire’da 11 adet. Solanthir’de 13 adet. Ve Eryndor’da ise tam 19 adet Efsanevi kademe yetiştirici var.”
Kael, bu sayıların büyüklüğünü aklına kazımaya çalışırken, Carlos’un sesi daha ciddi bir tonla devam etti:
> “Bu yüzden, Liones ailesi gibi orta kademe krallıklar karşısında doğrudan güç kullanmak çoğu zaman mümkün değil. Onlar sadece kendi güçlerini artırmakla kalmaz, stratejik olarak her hamleyi planlarlar. Bu yüzden, sahte kimlik ve gizli yaşam… bizim için hayati önemdeydi.”
Syr, Kael’in annesine bakarak fısıldadı:
> “Anlamıyorum… neden insanlar, kendi kanlarından gelen birini bile böyle kontrol eder?”
Carlos gözlerini Syr’e çevirdi, sesinde hem acı hem de kararlılık vardı:
> “Çünkü bazı güçler… doğru ellerde bile tehlikelidir. Ve bazen sevdiklerini korumak, onları görünmez bir şekilde saklamak demektir.”
...
Bölüm Sonu
•Yazar notu:Sizce Carlos ve Maria’nın geçmişi nasıl olmuş?
Yorum Yapmayı
Tepki bırakmayı unutmayın!
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.