Yukarı Çık




43.5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   45 

           
Dev Brakk, sığınağın labirenti andıran koridorlarında bir savaş makinesi gibi değil, can çekişen bir enkaz gibi ilerliyordu. Renard’ın hançerleriyle doğradığı bacak kirişleri her adımda kopma noktasına geliyor, boynundaki derin kesikten sızan sıcak kan, soğuk zırhının içine doluyordu. Duvarlara omuz atarak, arkasında kanlı bir iz bırakarak sürünüyordu.

Keskin bir virajı döndüğünde, refleks olarak silahını kaldırdı ancak karşısındaki yüzleri görünce namluyu indirdi.

“Brakk!“

Healer Lira’nın sesi, koridorun metalik yankısında titrek bir fısıltı gibi çınladı. Lira, sırtında bilinci kapalı olan Kaptan Thorne’u taşıyordu. Kaptanın kopan bacağı sargılarla sarılmıştı ama kan durmuyordu. Yanlarında, namlusunu koridorun karanlık ucuna sabitlemiş, her kası gergin bir yay gibi duran Kaptan Yardımcısı Teğmen Mira vardı.

Brakk, hırıltılı bir sesle konuştu; kelimeler ağzından kanla birlikte döküldü: “Hala... nefes alıyor musunuz?“

Lira, gözlerindeki yaşı silmeden başını salladı. “Kaptan yaşıyor. Nabzı zayıf ama yaşıyor. Sen... Senin durumun...“

Tam o anda, Teğmen Mira dondu.

Brakk’ı uyaran gözleri değil, ölümün ritmine alışkın kulaklarıydı. Bu yaklaşan şey, ağır zırhlı bir düşmanın hantal yürüyüşü değildi. Bu; kan gölünün ortasında sek sek oynayan bir çocuğun adımları kadar hafif, ama ensesinde bekleyen bir celladın nefesi kadar yakındı.

Islak taşlara basan çıplak tabanların o vıcık, yapışkan hışırtısı Brakk’ın tam ensesinde durdu.

Ölüm, Brakk’ın devasa gölgesinin içine sızmış, savunmasız sırtına bir kene gibi yapışmıştı. Dönmesine, hatta nefes almasına bile fırsat kalmadan, karanlığı yırtan o uyarı patladı:

“Brakk, ÇÖK!“

Mira, bir panter çevikliğiyle karanlığın içinden fırladı. Kılıcını kınından çektiği gibi, Brakk’ın omzunun üzerindeki o görünmez boşluğa, ölümcül bir kavisle savurdu.

Keskin çelik, havayı yardıktan sonra görünmez bir duvara çarpmışçasına durdu. Kulakları sağır eden o metalik çarpışma sesi, mağaranın duvarlarında yankılandı.

Sürtünmenin etkisiyle saçılan kıvılcımlar, karanlığı bir anlığına gündüz gibi aydınlattı. Mira’nın kılıcının değdiği boşluk, suya atılan bir taş gibi dalgalandı ve o “şey“ suretine kavuştu.

Ufak tefek, gri saçlı, siyah elbiseli bir kız çocuğu... Alpha, elindeki o kara hançeri Mira’nın kılıcına bastırırken, masum çehresine tezat, o çarpık ve zalim gülümsemeyle kıkırdadı.

“Hih...“ dedi Alpha. Sesi, bir mezarlıkta mırıldanan tekinsiz bir ninni gibiydi. “Reflekslerin tatlıymış abla. Genelde kılıcım kemiğe değene kadar kimse beni fark etmez.“

Mira’nın kolları, kılıcına binen o doğaüstü baskıyla zangır zangır titremeye başladı. Karşısındaki bir çocuk değil, o bedene hapsolmuş kadim bir canavardı. Kasları yırtılacakmış gibi gerilirken, dişlerinin arasından kan tükürürcesine kükredi:

“Kaptanı alın ve defolun şuradan!“

Bu bir rica değildi; can havliyle haykırılmış kesin bir emirdi. Ancak ne Lira ne de Brakk, yoldaşlarını o karanlığın ortasında tek başına bırakmayı kabullenebilirdi. Dehşetle donup kaldıkları o kısacık anda, Brakk devasa gövdesini ileri atıp itiraz etmeye yeltendi.

Mira, onların o aptal sadakati yüzünden saniyelerin eridiğini görünce çıldırdı. Kılıcın ağırlığı altında ezilirken, gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına onlara döndü ve ciğerlerindeki son nefesi öfkeyle kustu:

“Ne bakıyorsunuz suratıma? Ölmemi mi bekliyorsunuz? DEFOLUN!“

Mira’ya son bir kez baktı. Kadının gözlerinde çaresiz bir veda değil, kesin bir emir vardı. Brakk dişlerini sıktı, boğazından bir hırıltı koptu.

“Ölme...“

Başka bir şey demedi. Lira’yı önüne katarak, arkasına bakmadan, topallaya topallaya karanlığın içinde kayboldu.

Mira, Alpha ile baş başa kalmıştı.

Güçlü bir itişle kendini geriye attı, araya mesafe koydu. Alnından soğuk terler süzülüyordu. Karşısındaki bu “şey“, saldırmıyordu. Sadece duruyordu. Ama Mira biliyordu; bu kızın etrafındaki hava bile korkudan titreşiyordu.

Kaçış planları yapıyordu. Patriot’un olduğu yere çekmek... Tuzak kurmak... Ama her plan, Alpha’nın o korkunç hızı karşısında daha kurulmadan çöküyordu. Mira, ölümü kabullendi. Kabzasını sıktı, son hamlesine hazırlandı.

Ama Alpha saldırmadı.

Küçük kız, o simsiyah hançerini parmaklarının arasında bir pervane gibi çevirdi, havaya attı ve sapından değil, keskin ucundan iki parmağıyla, bir sineği yakalar gibi havada kaptı.

Yüzündeki o vahşi heyecan silinmiş, yerini derin bir hayal kırıklığına bırakmıştı. Dudaklarını büzdü. Mira’ya bakmadı bile. Başını yana eğip, sanki yanlış sınıfa girmiş bir öğrenci gibi etrafına bakındı.

“Of ya...“ dedi Alpha. Sesi o kadar doğal, o kadar bıkkındı ki, Mira’nın ölümcül konsantrasyonu bir anlığına dağıldı.

Alpha, elini beline koydu, hançer tutan eliyle Mira’yı özensizce işaret etti. “Doktor bana dedi ki; ’Alpha, git ve hızlı olanı bul. O hızlıymış, sen seversin, git onunla oyna.’ Ben de senin o kılıcı savuruşunu görünce dedim ki ’Hah! Buldum! Renard bu!’“

Alpha, Mira’ya doğru tembel bir adım attı. Mira irkildi, kılıcını gard pozisyonuna kaldırdı. Alpha ise gözlerini devirdi. “Kasmana gerek yok abla. Sen Renard değilsin.“

Sonra Mira’nın yüzüne doğru eğildi, burnunu kırıştırdı. Sanki bozuk bir yemeği kokluyordu.

“Sen hızlı değilsin abla... Sen sadece paniksin. Hız, zamanı bükmektir; telaş ise ecelden kaçmaktır. Seninki yetenek değil... Sadece saf, ter kokulu bir korku.“

Mira’nın nefesi boğazında düğümlendi. Hayatta kalma mücadelesi veriyordu ama karşısındaki canavar onu “yetersiz bir oyun arkadaşı“ olarak görüp felsefe yapıyordu. Aşağılanmanın ağırlığı, ölüm korkusunu geçti. Ben Teğmen Mira! diye haykırmak istedi. En iyilerden biriyim!

Alpha, sanki Mira’nın incinen gururunu duymuş gibi elini salladı. “Tamam tamam, anladık, askersin, ciddisin falan filan. Ama sıkıcısın.“

Arkasını döndü. Mira’yı tamamen savunmasız, sırtı dönük bir şekilde bıraktı. Yürümeye başladı ama adımları bir çocuğun sek sek oynayışı gibiydi.

“Neyse...“ diye mırıldandı kendi kendine, sesi koridorda yankılandı. “Belki başka bir köşeye saklanmıştır. Doktor kesin ’Renard’ı parçalama, inceleyeceğiz’ diyecek ama... oops! Elim kaydı derim.“

Alpha, koridorun köşesine geldiğinde durdu. Başını hafifçe omzunun üzerinden çevirdi. Gözleri kırmızı bir parıltıyla Mira’ya kilitlendi. Yüzünde şeytani, alaycı bir gülümseme belirdi.

“Bu arada abla, küçük bir tavsiye...“ dedi kıkırdayarak. “Ölüm vuruşunu yaparken serçe parmağını havaya kaldırıyorsun. Çay partisinde kibar bir leydi gibi görünüyorsun ama burası savaş alanı. O parmağı keserler. Düzelt onu. Çok komik duruyor.“

Ve sonra, yürümedi. Koşmadı. Sadece silindi.

Bir “vınnn“ sesi, bir toz bulutu yoktu. Alpha, bir saniye önce oradaydı, bir saniye sonra yoktu. Geride sadece, Mira’nın yüzüne çarpan sert bir rüzgâr ve havada asılı kalan o çocuksu kıkırdama kaldı.

Mira, olduğu yerde buz kesmişti. Gözleri yavaşça, elindeki kılıca kaydı. Serçe parmağı, istemsizce havada kalmıştı. Titreyerek parmağını düzeltti. Parmak eklemleri utançtan ve korkudan bembeyazdı.

“Sıkıcı...“ diye fısıldadı Mira. Dizlerinin bağı çözüldü, sırtını duvara yaslayarak yere çöktü. Gözlerinden istemsiz bir yaş süzüldü. Bu yaş ölüm korkusundan değil, yaşadığı o mutlak acizliktendi. “Hayatımı yeteneğime değil... sıkıcı olmama borçluyum.“

Derin, titrek bir nefes aldı. Silahını indirmeden, geri geri adımlarla, sessizce Lira ve Brakk’ın gittiği yöne doğru sürünürcesine çekilmeye başladı. Şimdilik kurtulmuştu. Ama bir daha asla “eğlenceli“ olmak istemiyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

43.5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   45