Albay Ferid, sığınağın nemli ve soğuk merdivenlerinden dördüncü kata doğru inerken, omzundaki yanık etin kokusu, aşağıdan yükselen çok daha keskin, metalik bir kokuyla harmanlanıyordu. Telefonunun ekranından yayılan soluk mavi ışık, elindeki dijital haritayı aydınlatırken, karanlık yüzündeki derin yorgunluk çizgilerini de gözler önüne seriyordu.
Haritaya göre sığınak, toprağa saplanmış devasa, ters bir piramitti. Ve Ferid şu an üçüncü cehennemden dördüncüsüne iniyordu.
“Bu harita...“ diye düşündü, kaşlarını çatarak. “Bu veriyi bana kim gönderdi? Bir dost eli mi, yoksa fareyi kapanın daha derinlerine çeken bir yem mi?“
Zihnindeki paslı dişliler, ağır bir gıcırtıyla geriye doğru döndü. Burnuna çalan o yoğun kan kokusu, onu bulunduğu merdiven boşluğundan koparıp aldı ve zihnini sadece birkaç saat öncesine, sığınağın o devasa çelik kapısının gürültüyle mühürlendiği ana fırlattı.
Gözlerinin önünde o anın kaosu, bir kabus gibi yeniden canlandı:
Ana kapı, kıyameti dışarıda bırakmak üzere yavaşça, inleyerek kapanıyordu. Ferid’in sırtında taşıdığı Kaptan Thorne’un bedeni, her adımda daha da ağırlaşan bir kurşun külçesi gibiydi. Kaptanın kopan bacağından sızan sıcak kan, Ferid’in sırtından aşağı süzülüyor, üniformasını kızıla boyayarak sığınağın cilalı zeminine damlıyordu.
Ferid, o can pazarının ortasında, yükünün ağırlığıyla iki büklüm olmuş halde etrafını saran o “seçkin“ kalabalığa dönmüş, ciğerlerini yırtarcasına kükremişti:
“Bir hekim! Tanrı aşkına, aranızda bir tane bile cerrah yok mu?!“
Sesi, panik halindeki kalabalığın uğultusunu bir bıçak gibi kesmişti. Yüzlerce insan... İpek takım elbiseli bakanlar, pahalı kürklerine sarınmış sosyete, içi evrak değil korku dolu çantalarına sarılan bürokratlar... Hepsi oradaydı. Ama cevap, sağır edici bir sessizlikti.
Kalabalık sadece boş, cam gibi gözlerle ona bakmıştı. Kimse öne çıkmamış, kimse “Ben doktorum“ diyememişti. Tek bir el bile kalkmamıştı.
Ferid’in zihni tekrar şimdiki zamana, o karanlık merdiven boşluğuna döndü.
O an, bu durumu Hükümet’in ve o kalabalığın acımasız bencilliğine yormuştu. “Hükümet, bu sığınağa değerli ’elit çöplerini’ doldurabilmek için sağlık personelinden bile feragat etmiş,“ diye düşünmüştü nefretle.
Ancak şimdi, merdivenlerden inerken fark ettiği detaylar, bu basit teoriyi çürütüyordu.
Sığınağın üst katlarındaki boş revirlerde ve depolarda gördüğü şeyler zihnine üşüştü. Raflar dolusu tıbbi malzeme... Sadece standart ilk yardım kitleri değil; dış dünyada savaş yüzünden karaborsada bile bulunamayan nadir antibiyotikler, sentetik plazmalar, hatta sadece en üst düzey hastanelerde bulunan cerrahi robotlar...
“Bu mantıksız...“ diye fısıldadı Ferid, sesi yankılandı.
Aklına o kalabalıktaki başka bir detay daha sızdı. Giriş sırasında kriz geçiren o şişman bakan yardımcısı... Yanında insülin iğnesiyle bekleyen bir özel asistanı vardı ama doktoru yoktu.
“Bu adamlar...“ diye düşündü Ferid, şüpheyle. “Bu elitler, parmakları ağrısa özel hastane kapatan tipler. Kronik hastalıkları, narin bünyeleri var. Kendi canlarını bu kadar seven korkaklar, yanlarında bir ordu dolusu doktor olmadan böyle bir deliğe girmeyi asla kabul etmezlerdi.“
Öyleyse neden yanlarında doktor getirmemişlerdi? Neden o çağrıya kimse cevap vermemişti?
Cevap, Ferid’in zihnine bir şimşek gibi düştü.
“Çünkü onlara doktor getirmenize gerek yok dendi. Çünkü onlara, ’Doktorlar zaten içeride, sizi bekliyor’ dendi.“
Eğer doktorlar ve o devasa tıbbi ekipman zaten içerideyse... Neredeydiler?
Dördüncü kata açılan ağır hidrolik kapının önüne geldiğinde, içeriden sızan hava sorusunun cevabını suratına bir tokat gibi çarptı.
Çürümüş et. Beklemiş kan. Ve dışkı kokusu.
Ferid, omzundaki acıyı bir anlığına zihninden silip silahını kaldırdı ve kapıyı sessizce araladı.
Gördüğü manzara karşısında, onlarca cephede savaşmış, ölümü her haliyle görmüş bu askerin bile kanı dondu.
Dördüncü kat, devasa, tek parça bir laboratuvar sahasıydı. Endüstriyel tavan çok yüksekti ve o karanlık boşlukta uzanan demir kirişlerden aşağıya sarkan yüzlerce halat vardı.
Ve her halatın ucunda, beyaz önlüklü bir beden sallanıyordu.
Yüzlerce doktor. Cerrahlar, genetik uzmanları, başhemşireler... Beyaz bir orman gibi, boyunlarından asılmışlardı.
Bu bir infaz mangasının işi değildi. Hepsini aynı anda öldürüp asacak bir zaman yoktu. Hepsinin ayaklarının altında devrilmiş sandalyeler, laboratuvar tabureleri veya üst üste konmuş koliler vardı.
“Toplu intihar...“ diye fısıldadı Ferid, nefesi kesilerek. “Hepsi... kendi ipini çekmiş.“
Elitleri tedavi etmesi gereken, ülkenin en parlak tıbbi beyinleri buradaydı. Ama hepsi ölüydü. Onları topluca bu kararı almaya iten şey neydi? Hangi korku, dışarıdaki savaştan daha ağır basmıştı? Hangi gerçeği öğrenmişlerdi de yaşamak, ölmekten daha korkunç gelmişti?
Ama asıl dehşet sadece yukarıda sallanan cesetlerle sınırlı değildi.
Aşağıda, laboratuvarın zemininde, kırık deney tüplerinin ve devrilmiş masaların gölgesinde gezinen şeyler vardı.
İnsan suretinden çıkmış ucubeler.
Derileri dökülmüş, kasları kontrolsüzce şişmiş, göz çukurları erimiş ama ilkel bir açlıkla hareket eden varlıklar. Bunlar, muhtemelen bu laboratuvardaki başarısız deneylerin, o “mucizevi“ ilaçların üzerinde denendiği kobayların dönüşmüş haliydi.
Yaratıklar, vahşi hırıltılarla zıplayarak havada sarkaç gibi sallanan doktorların ayaklarına yapışıyor, onları aşağı çekmeye çalışıyorlardı. Çürümüş bedenlerden koparabildikleri parçaları vahşice yiyor, kemiklerin kırılma sesi o devasa salonda yankılanıyordu.
Ferid, midesindeki safranın ağzına gelmesini zorlukla bastırdı. Hızla kapının yanındaki büyük bir metal sandığın arkasına sindi.
“Nereye düştüm ben?“ diye düşündü, soğuk terler sırtından akarken. Elindeki haritaya tekrar baktı. Beşinci kat... En dipteki, en geniş kat orasıydı. “Depo“ alanı. Ama orada ne vardı? Patriot nerede? Bu yaratıklar oradan mı gelmişti?
Tek bildiği, iki ateş arasında kapana kısıldığıydı.
Aşağıdaki yaratıklardan biri, havayı koklayarak başını aniden Ferid’in olduğu yöne çevirdi. Gözleri yoktu, yüzü erimiş bir mum gibiydi ama burnu, Ferid’in omzundaki taze kanın kokusunu almıştı. Canavar, boğuk, ıslak ve aç bir hırıltı çıkardı.
Ferid, sandığın arkasına daha da gömüldü. Silahını göğsüne bastırdı, emniyet kilidini sessizce açtı. Yukarıda Kızıl Yara’nın kaosu, bulunduğu katta bu cehennem, aşağıda ise bilinmezlik vardı.
Bu mezarlıktan çıkış yoktu. Sadece hayatta kalma süresini uzatmak vardı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.