Davul, öğle vaktini haber verdi ve Koshun sandalyesine yaslanırken rahatladığını belli eden bir ses çıkardı. Bu, imparatorluk yerleşkesinin dış bölümündeki resmî görevlerinin o gün için sona erdiği anlamına geliyordu. Aynı zamanda gün doğmadan önce gelmiş olan görevlilerinin de eve dönme vaktiydi. “Majesteleri,” diye fısıldadı Başkatip Un, Koshun odadan çıkmak üzereyken kulağına eğilerek. Büyük şansölye, görkemli beyaz sakalıyla tanınıyordu ve daha önce veliahtprensin baş hocası olarak görev yapmıştı. İmparator henüz çok gençken de ona yakın olmuş bir adamdı. “Teirui Sarayı’ndaki durum hâlâ yatışmış görünmüyor,” dedi imparatora. Teirui Sarayı, dul imparatoriçenin gözetim altında tutulduğu müstakil saraydı. “Biliyorum. Meiin?” diye seslendi Koshun, kırklı yaşlarında, zeki görünümlü bir adamı yanına çağırarak. “Para işleri ne durumda?” “Şu ana kadar şüpheli bir şeye rastlamadık,” diye cevap verdi adam. Kendisi bir bilgin olmakla birlikte sarayın mali işler dairesinde yardımcı bakan olarak da görev yapıyordu. “Ama servetini bir yere sakladığından eminim. İmparatorluk fermanlarıyla unvan dağıtmada ne kadar aşırıya kaçtığı düşünülürse bu hiç şaşırtıcı değil.” Dul imparatoriçe, devlet görevleri karşılığında insanlardan para alarak sürekli kendi cebini doldurmuştu. El konulan servetiyle tahmin edilen gerçek serveti arasında belirgin bir fark vardı. “Demek ki bazı hadımlar perde arkasından ipleri çekiyor,” dedi imparator, saray personelinden sorumlu dairenin başına bakarak. Başkan başını eğdi. “Biliyorum.” Dul imparatoriçe, sessizce gözetim altında bir hayata razı olacak türden biri değildi. Önceki imparatoru baştan çıkarıp hatta korkutarak hem dış hem iç işlerin yönetimini eline almış, sonunda da Koshun’un veliahtlık konumunu kaybetmesine neden olmuştu. Görünüşe göre hâlâ onunla bağlarını sürdüren bazı hadımlar vardı. “Günün sonunda, Majesteleri, sizin ne kadar merhametli biri olduğunuzu anlayamıyor,” dedi biri. Gerekli önlemler üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra Un, beyaz sakalını sıvazlayıp iç çekerek odadan çıktı. Ardından Koshun, Eisei’yi de yanına alarak yaşadığı iç saraya doğru yöneldi. Dış saraydaki işleri bitmiş olsa da, iç sarayda hâlâ tamamlaması gereken görevler vardı. İmparatorun omuzlarındaki yük hafif değildi. Ancak… Koshun, dul imparatoriçeyi hayatta bırakmıştı diye bu merhametinden değildi. O zamanlar hâlâ imparatoriçe olan dul imparatoriçenin sarayına imparatorluk ordusundan askerleri gönderdiğinde, onu idam ettirmemişti. Ama bu, yapamadığı için değildi; o sırada böyle bir şeyi cezasız bırakacak yetkiye sahip değildi. Güçlü bir imparatoriçeyi öldürtseydi, bunun tepkisi çok ağır olurdu. Koshun bunu bir Go oyunu gibi görüyordu: tek bir taşla güç ele geçirilemezdi. Nasıl ki bir Go oyuncusu rakibinin taşlarını teker teker ele geçirirse, Koshun da o günden sonra imparatorluk sarayında gücünü yavaş ama emin adımlarla artırmıştı. Ama şimdi, onu cezalandırabilecek güce sahipti. İmparator olarak, yalnızca kendi iradesiyle uydurma bir suçtan dolayı onu idam ettirebilirdi—tıpkı dul imparatoriçenin bir zamanlar yapabildiği gibi. Güce sahip olmak tam olarak buydu. Yine de, Koshun bu yetkiyi böyle keyfi bir şekilde kullanmayacaktı. Cezayı haklı çıkaracak, soğuk ve somut kanıtlar istiyordu. Koshun sessizce önüne baktı. Ana ikametgâhının bulunduğu Gyoko Sarayı’nı görebiliyordu. Çok daha ötede, artık seçilemeyecek kadar uzakta ise Gyoso Sarayı yükseliyordu. Uzun zamandır terk edilmiş bu sarayın çatısı harap hâle gelmiş, duvarları küften kararmıştı. Koshun on üç yaşındayken veliahtlık unvanı elinden alındığında, onu veliaht prensin sarayından çıkarıp oraya göndermişlerdi. Ardından on sekiz yaşında, imparatoriçenin sarayına bizzat yürüyerek girmişti. Veliahtlık konumunu geri kazanana kadar geçen sürede, Koshun neredeyse yoksulluk içinde yaşamış, karnını zor doyurabilmişti. Eğer Eisei ve gizlice onu destekleyen diğer yakın danışmanları olmasaydı, başına her şey gelebilirdi. Annesi, Cariye Sha, Koshun veliahtlığını kaybetmeden önce zehirlenerek öldürülmüştü. İmparatoriçenin hadımlarından biri, suçun onun nedimesine ait olduğunu ileri sürmüş ve kadın derhâl idam edilmişti. Buna rağmen, imparatoriçenin bu entrikanın arkasında olduğuna dair kesin bir kanıt hiçbir zaman ortaya konamamıştı. Eğer Koshun, somut deliller olmadan dul imparatoriçeyi öldürtseydi, bu onu ondan farksız kılardı. Eğer taleplerini zorla kabul ettirmeye kalksaydı, bunun sonuçları er ya da geç dönüp onu vuracaktı. İmparator, dul imparatoriçenin yaptığı hataları tekrarlamayacaktı. Hem hukuken hem de mantık açısından kusursuz, tartışmaya yer bırakmayan bir gerekçe istiyordu. Bunu o kadar çok istiyordu ki, neredeyse tadını alabileceğini hissediyordu. Bazıları Koshun’u akılcı bir adam olarak tanımlardı. Duygularıyla hareket etmediğini, ülkenin yasalarına saygı duyduğunu söylerlerdi. Hatta kimileri onu iyi yürekli bile bulurdu. Koshun, bu yargıların ikisinin de yanlış olduğuna inanıyordu. İçini kemiren, yakıp kavuran duyguların hiçbirinden onların haberi yoktu. O kadını ölü görmek için yanıp tutuşuyordu. Gyoko Sarayı’ndaki bir oda çay kokusuyla dolmuştu. Eisei, çaydanlığı ocağın üzerine koyup suyun kaynamasını bekledi. Kabından bir tutam tuz alıp suya ekledi. Hareketleri akıcı ve izlemeye değerdi. Ardından kaynamış çayı bir fincana doldurdu ve büyük bir saygıyla imparatorun önüne koydu. “Afiyet olsun, efendim.” Nazik buhar ve çayın saf aroması, Koshun ilk yudumu aldığında onu sardı. Çay ağzında yumuşak bir his bırakıyor, boğazından aşağı inerken karnını sıcaklıkla dolduruyordu. Vücudundaki tüm gerginlik yavaş yavaş dağıldı. “Çayın gerçekten en iyisi,” diye yorum yaptı. Eisei’nin gözleri memnuniyetle kısıldı. “Bunu duymak benim için çok değerli.” Koshun, hadımı on yaşındayken tanımış ve onu hemen kişisel hizmetkârı olarak yanına almıştı. Eisei, Koshun’un zevklerini ve düşüncelerini herkesten iyi bilirdi. “…Nasıl geçti?” diye sordu imparator; neyi kastettiğini özellikle belirtmedi. Ne de olsa, odanın dışında kimin kulak kabarttığı belli olmazdı. Eisei ne demek istediğini anlayacaktı. “Osmanthus işareti Yo ailesine ait,” dedi Eisei, yalnızca gerekli ayrıntılarla yetinerek. Koshun, Jusetsu’nun kolundaki doğum lekesini andıran izin araştırılmasını ondan istemişti. “Eğer bu izler derisine dağlanarak yapılmışsa, o ailenin hizmetkârlarından biri olmalı.” “Doğru.” Koshun sessiz kaldı. İltihaplanmış deri gibi görünen bu izler aslında yanık izleriydi. O aile, hizmetkârlarını sanki hayvanmış gibi damgalardı. Jusetsu bir zamanlar Yo ailesinin hizmetkârıydı. “Bu da demek oluyor ki…” “Ailenin şu anki reisi düşük rütbeli bir memur. Çok eski kuşaklardan bir ataları, Personel Bakanlığı’nda yardımcı bakanlık yapmış ama ondan sonra hiç birileri imparatorluk sınavında başarı gösterememiş.” İmparatorluk sınavını geçemezsen, üst düzey bir göreve de gelemezdin. Pek çok köklü aile bu şekilde gerilemişti. “İtibarları pek parlak sayılmaz. Görevleriyle kıyaslandığında epey zenginler. Tuz kaçakçılığına karıştıklarına dair söylentiler var; ayrıca işçilerine de çok kötü davrandıkları söyleniyor. Anlaşılan Jusetsu, dört yaşındayken onlara satılmış.” Koshun kaşlarını çattı. Bu kadar küçük bir yaşta mı? “Bundan önceki yaşamına dair hiçbir bilgiye ulaşamadım. Hangi satıcıdan alındığı da belli değil.” İnsanlar pek çok farklı sebeple hizmetkâr olurdu—kimi nesiller boyu aynı aileye hizmet etmişti, kimi yoksul kırsal bölgelerden gelen fakir çiftçilerdi, kimi avlanıp yok edilen halklara mensuptu, kimi de soylu bir aileden gelip sonradan yoksullaşmıştı. Ama Jusetsu’nun görünüşüne bakılırsa… Onun, güvenliği için gözlerden uzak bir iç odada saklanmış, son derece yüksek soylu bir prenses olduğuna inanmak bile saçma sayılmazdı. “Açıkçası, kökeni belirsiz bir kızla uğraşmanın iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum,” dedi Eisei. “Endişeni anlıyorum… ama yapmak zorundayım.” Eisei dudaklarını büzdü. Yüz ifadesi, Koshun ne derse desin ona uyacağını ama ikna olmadığını açıkça gösteriyordu. Bu, Koshun’un daha önce de gördüğü bir ifadeydi. “Dul imparatoriçenin yandaşları, benim Kuzgun Eş’inineden ziyaret ettiğimi bilemezler; büyük ihtimalle ne yapacaklarını da bilmiyorlardır. Kuzgun Eşi’nin varlığını hissettirmesi daha iyi olur—bu benim lehime işler.” Ardından Koshun, Eisei’ye bir soru sormak için sesini daha da alçalttı. “Senin adamların bir şey söyledi mi?” “Söz konusu hadım ve saray hanımı şimdilik hiçbir harekette bulunmadı,” diye fısıldadı Eisei. Koshun, Eisei’nin astlarından birkaçını casus olarak, stratejik noktalara gizlice yerleştirmişti. “İşe hemen koyulsalar benim için hayat çok daha kolay olurdu.” Dul imparatoriçenin müttefiklerini öldürmek hiç de zor olmazdı. Ama kadın, Koshun’un bunu yapmamayı bilerek seçtiğinin farkında değildi. Hâlâ gücü elinde tuttuğunu sanıyordu; oysa güç çoktan avuçlarının arasından kayıp gitmişti. Koshun, onu köşeye sıkıştırmak, kaçış yollarını birer birer kapatmak için taşlarını tek tek elinden alıyordu. Onu tecrit altına aldığı günden beri bunu yapıyordu. Annesini ve arkadaşını vahşice öldürdüğü için o kadını asla affetmeyecekti. Oda aydınlık ve gün ışığıyla doluydu, ama imparatoru karanlık bir gölge sarıyordu. Ayak parmaklarından başlayarak mavimsi siyah bir şey yukarı doğru kemiriyor, sanki içten içe çürüyormuş gibi hissediyordu. Buna rağmen duramıyordu. Göğsündeki azgın nefretin ve öfkenin, buz gibi pençesiyle kalbini parçalamasına izin verdi. “Neredeyse geldik…” diye fısıldadı imparator; öyle kısık bir sesle ki, Eisei bile duymamış olabilirdi. Sonra çayının geri kalanını içti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.