Jusetsu, Onkei’nin getirdiği malzemelerle bir ilaç kaynattı ve Kogyo’ya içirdi. Ertesi gün kadının ateşi düşmüştü. Vücudunu güçlendirmesi için ona ginseng ve meyan kökü içeren bir lapa yedirdiğinde, solgun ten rengi gözle görülür biçimde toparlandı. Gün boyunca hasta kadının bakımıyla meşgul oldular ve farkına varmadan güneş batmıştı. Kısa bir süre sonra, Jusetsu’nun haber göndererek çağırdığı Koshun saraya geldi. “Dilini kestiren ve Han Ojo’yu öldüren hadımın adını biliyor musun?” Olan biteni Koshun’a anlattıklarında, Koshun pek de şaşırmış görünmedi. Sadece bu soruyu Kogyo’ya yöneltti. Kogyo başını salladı ve ardından bir kâğıda adamın adını yazdı. Koshun kâğıda şöyle bir baktıktan sonra onu Eisei’ye verdi. “O adam önemli biri değil,” dedi, “ama dul imparatoriçenin sadık bir köpeğidir. Şu anda saray kayıt dairesinde çalışıyor.” Bunu, yalnızca yanındakiler —Eisei ve Jusetsu— duyabilecek kadar kısık bir sesle ekledi: “Onu o zaman ortadan kaldırmamış olmamıza sevindim.” Ardından Koshun bir soru daha sordu: “Han Ojo’nun nişanlısının adını biliyor musun?” “Niangniang ona hep Juro derdi,” diye yazdı Kogyo hemen. Sonra bir an düşünür gibi oldu. “Juro” adı, aile içindeki doğum sırasını ifade eden bir hitaptı ve belirli bir kuşakta doğan onuncu erkek için kullanılırdı. Kısa bir süre sonra aklına bir şey gelmiş gibi oldu ve aceleyle birkaç harf daha karaladı. “Kakuko,” diye yazdı. Bu onun asıl adıydı. “Kakuko…” diye mırıldandı Koshun merakla. “Tanıyor musun?” diye sordu Eisei. Koshun çenesine elini götürüp hatırlamaya çalıştı. “Bu ismi daha önce duymuş gibiyim. Sanırım Meiin bahsetmişti.” Meiin, imparatorun danışmanlığını yapan bilgindi. “İmparatorluk sınavında en yüksek dereceyle başarı göstermiş. Şu anda imparatorluk kütüphanesinde kayıt memuru olarak çalışıyor.” Hafızası gerçekten de çok iyiydi, diye düşündü Jusetsu. Koshun kollarını kavuşturdu ve düşüncelere daldı. “Bir ailenin kızlarını iç saraya cariye olarak sokabilecek kadar itibarı varsa, nişanlısının da uygun bir geçmişe sahip olması doğaldır. Bir memur olması şaşırtıcı değil. Ama yine de…” Han Ojo’nun nişanlısı, onun başına gelenler hakkında ne hissediyordu acaba? İç saray —ya da başka bir deyişle imparator— onu nişanlısından koparmış, ardından da orada ölmüştü. Jusetsu elini kuşağına bastırdı. Küpeyi yine oraya saklamıştı. “Onunla… görüşebilir miyim?” diye sordu Jusetsu, Koshun’a bakarak. “Onunla görüşmek mi istiyorsun?” diye karşılık verdi Koshun. Kural gereği, iç saraydaki cariyelerin akrabaları dışında dışarıdan biriyle görüşmelerine izin verilmezdi. “Han Ojo’nun, iç saraya geldikten sonra bile nişanlısını sevgiyle andığı anlaşılıyor. Aralarındaki ilişkinin nasıl olduğunu sormak istiyorum.” Eğer Han Ojo onu bu kadar derinden seviyorsa, onu bu dünyaya bağlayan kişi belki de oydu. Adam memleketinde olsaydı Jusetsu’nun onunla görüşmesi zor olurdu; çünkü imparatorluk yerleşkesinden çıkamazdı. Ama madem sarayda görevliydi, bu mümkün olmalıydı. Koshun’un sadece ayarlaması gerekiyordu. Koshun bunu biraz düşündü ama kısa sürede yanıt verdi: “Peki. Görüşmenizi ayarlayalım.” Jusetsu bir süre Koshun’un yüzüne baktı. Her ne kadar talep ondan gelmiş olsa da, imparator sıradan bir saray nedimesinin hikâyesini dinlemek için bizzat gelmiş, şimdi de Jusetsu’nun isteklerini tereddütsüz kabul ediyordu. Bu yeşim küpe onun için neden bu kadar önemli? diye düşündü. “En başından beri sana bunu soruyorum ama…” dedi. “Bu işe neden bu kadar emek veriyorsun? Kulağa saygısızca gelebilir ama sonuçta bu yerde bulduğun sıradan bir küpeden ibaret.” Bir imparator için bu davranış normal değildi. Koshun Jusetsu’ya kısa bir bakış attı ve hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Sorusunun görmezden gelinmesine sinirlenen Jusetsu, onun peşinden odadan çıktı. Sarayın dışına çıktıklarında Koshun durdu. Konuşurken arkasını dönüp ona bakma zahmetine bile girmedi. “İlk geldiğimde sana bunu açıkça söylediğimi sanıyordum,” dedi sakin bir sesle. Jusetsu yanında durup yüzüne baktı. “Ben sadece o küpeyi kimin düşürdüğünü bilmek istiyorum.” “Sana bunu söyleyemeyeceğimi söylemiştim…” “Küpenin peşini bırakan ruhun kim olduğunu öğrenirsek, biraz araştırma yapabilirim diye düşündüm.” “…Yani araştırmayı bana mı yaptırdın?” “Sayende küpenin Han Ojo’ya ait olduğunu öğrendik. Bunun için minnettarım.” “Ama bu, onu kimin düşürdüğünü hâlâ açıklamıyor.” Küpeyi kaybeden kişi, Han Ojo’nun onu verdiği kişi olmalıydı. Önceki imparator döneminden kalma bir hadım ya da saray hanımıydı ama bunların sayısı saymakla bitmezdi. “Hâlâ neden bunu bilmek istediğini söylemedin,” diye üsteledi Jusetsu. Koshun düzgün bir cevap veriyor gibi görünse de, asıl sorudan kaçıyordu. Bunu en başından beri yapıyordu. Ne kadar içten görünse de, imparator güvenilir biri değildi. Koshun göz ucuyla Jusetsu’ya baktı ve hafifçe öne eğildi. Yüzü ona yaklaştı. Jusetsu neredeyse geri çekilecekti ama bir sonraki anda olanlar onu yerinde kalmaya zorladı. Daha da kısık bir sesle, “Bunu bana sorman senin için daha fazla belaya yol açar diye düşünüyorum,” dedi. Gerçeğin başkaları tarafından duyulmasını istemiyor olmalıydı. “Zaten bana fazlasıyla bela açtın—biraz daha fazlası pek fark yaratmaz.” “Küpeyi yerden alan ben değildim.” Jusetsu imparatora baktı. “O hâlde kim aldı?” “İç saraydaki casusum.” “Casus…” diye tekrarladı Jusetsu. “Küpeyi düşüren kişi, yürütülmekte olan belirli bir entrikaya tanıklık etmiş olabilir. Eğer öyleyse, benim için son derece faydalı biri olur.” “Efendim,” diye araya girdi Eisei, “bu kadar ayrıntıya girmenize gerek yok.” Koshun ona kısa bir bakış atarak susmasını işaret etti. Bir entrika mı? Demek ki küpeyi düşüren kişi bir tanıktı. Jusetsu kaşlarını çattı. “Anlıyorum. Bu yüzden bu kadar çaba harcadın. Hayalet için değil.” Her şey bir yalandı—ona acıdığını söylemesi bile. Koshun’un yüz ifadesi değişmedi. Sadece, “Soruna cevap verdim,” dedi ve yürümeye başladı. Jusetsu olduğu yerde kaldı, uzaklaşan siluetini öfkeyle izledi—ta ki Koshun’un daha önce söylediği bir söz aklına gelene kadar. “Onu benim için kurtaramaz mısın?” Çatık kaşlarındaki gerginliği bıraktı. Eğer tek istediği küpeyi düşüren kişiyi bulmak olsaydı, ondan böyle bir ricada bulunmasına gerek yoktu. Ama Jusetsu bunu fark ettiğinde daha da kafası karıştı. Bu ne anlama geliyordu? Koshun’un hâlâ ona gerçeği söylemediğinden emindi. Jusetsu, Koshun gözden kaybolana kadar sessizce izledi ama sonra aniden öne çıktı. “Bekle!” diye seslendi, geçide doğru ilerleyen imparatora. Koshun dönünce ekledi: “Sana söylemek istediğim bir şey daha var,” dedi ve biraz daha yaklaştı. “Eğer konu küpeyse, ben—” “Değil!” diye sözünü kesti Jusetsu. Sorması gereken bir şey vardı. Bunu öylece bırakamazdı. Koshun bir süre Jusetsu’ya baktı, sonra Eisei’ye bir işaret verdi. Eisei tereddütle baktı ama yine de eğilip oradan ayrıldı. Koshun gölete doğru yürüdü. O gece rüzgâr yoktu ve ayın yansıması suyun simsiyah yüzeyinde süzülüyordu. “…Gördüklerini neden görmezden geldin? Niyetini anlamıyorum,” diye sordu Jusetsu, göletin kenarında Koshun’a bakarak. Onun gerçek kimliğini bildiği hâlde neden bilmezden geldiğini bir türlü kavrayamıyordu. Aklından neler geçiyor olabilir? Bu düşünce sürekli kafasında dönüp duruyordu. Koshun aşağıya baktı ve konuşmaya başladı. “Gerçeği ortaya çıkarmaktan bir kazancım olmazdı.” Sesi kısık, duygusuzdu; kış güneşi gibi sönük ve soğuktu. Ne sesinden ne de yüzünden herhangi bir duygu okunabiliyordu. “Aksine, faydadan çok sorun çıkarırdı. Seni idam etseydim, artık bir Kuzgun Eşi’m olmazdı ve halkım beni zalimlikle suçlardı. Büyükbabam işi fazlasıyla ileri götürdü,” dedi suyun yüzeyine bakarak. “Tahta çıkar çıkmaz korkunç birine dönüştü. Yaşlandıkça paranoyası arttı ve çevresindeki herkesin tahtını ele geçirmek istediğine inandı. Bu, kendi oğullarını bile öldürmesine yol açtı.” Alev İmparatoru’nun gerçekten de iki oğlunu vatana ihanet suçlamasıyla idam ettirdiği biliniyordu. “Seni öldürmem için bir neden yok. Ama sen beni öldürmek isteseydin, bu başka bir mesele olurdu.” Koshun Jusetsu’ya baktı. “…Buna niyetim yok,” diye karşılık verdi Jusetsu. Koshun, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışır gibi yüz ifadesini inceledi. “Benden nefret etmiyor musun? Ya büyükbabamdan? Ya da babamdan?” Jusetsu gözlerini kaçırdı. Ay ışığı suya vuruyor, soğuk yüzeyi parlıyordu. “Bilmiyorum. Hiç kimseye karşı nefret hissetmedim. Eğer birinden nefret edecek olsaydım, bu kendim olurdu.” Koshun kaşını kaldırdı. “Neden?” “Çünkü annemin ölmesine izin verdim. Annem yakalandığında, ben yerde oturmuş nefesimi tutuyordum… beni bulmasınlar diye.” Sadece benim kurtulmam için. “Annemin ölmesine izin verdim,” diye fısıldadı, suyun üzerindeki ay yansımasına bakarak. Bu duygu, uzun zamandır Jusetsu’nun kalbini parçalayıp duruyordu. O gün yaptığı tek şey kulaklarını kapatıp titremekti. Sadece beklerse her şeyin eskisi gibi olacağını aptalca düşünmüştü. Ne büyük bir yanılgıydı bu. Annesinin kesik başını gördüğünde, kalbi pişmanlıktan paramparça olmuştu. Neden orada öylece oturmuştu? Neden cesaretini toplayıp dışarı fırlamamış, bir şey yapmamıştı? Kederi kalbinin en derin yerlerini kemirmişti ve açtığı yaraları kapatacak hiçbir şey yoktu. “Eğer beni, sana faydası olmayacağı için öldürmediysen… bir gün faydalı olursa öldürebileceğin anlamına gelir,” dedi Jusetsu umursamazca, arkasını dönerek. Bunu söylerken pek de rahatsız olmuş görünmüyordu. “Jusetsu.” İmparatorun ona ilk kez adıyla hitap edişiydi. Söylenişi garip bir şekilde yumuşak ve sakindi; Jusetsu’nun göğsünde yankılandı. Arkasını döndüğünde, Koshun’un kuşağından bir şey çıkarmış ve ona uzatıyor olduğunu gördü. “Bu da ne?” diye sordu, ne yapmak istediğini anlamayarak. Koshun Jusetsu’nun elini tuttu ve süs eşyasını avucuna bıraktı. Kehribardan yapılmış, küçük, balık biçiminde bir süstü. “Bunu sana sözümün bir simgesi olarak veriyorum. Al.” “Hangi sözün?” “Seni öldürmeyeceğime dair sözüm.” Jusetsu bir Koshun’a, bir de kehribar balığa baktı. Gözleri en koyu siyah tonundaydı ve akan kaynak suyu kadar berraktı. Nedense onlara daha fazla bakamayacağını hissetti ve gözlerini kaçırdı. “Sen al,” dedi. “Birinin bunu senden çaldığımı düşünmesini istemem.” Jusetsu, kehribar balığın durduğu elini uzattı. Koshun almadı, sadece arkasını döndü. “B-bekle!” Jusetsu onu yakalamaya çalışırken, Koshun dönüp baktı. “Jusetsu, aynı şey benim de başıma geldi,” dedi. “Ne demek istiyorsun?” “Ben de annemin ölmesine izin verdim.” Sözlerinde hiç duygu yoktu. Kapkara gözleri, çevresindeki karanlığı içine çeker gibiydi; bomboş görünüyorlardı. Bu adamın kalbinde de bir şeyler eksik, diye hissetti Jusetsu, ve o boşluğu hiçbir şey dolduramayacak. Ay ışığı, uzaklaşırken üzerine düşüyordu. Jusetsu’nun avucunda duran kehribar balık bile saf, beyaz ışıkla usulca parlıyordu.
***
Koshun, annesi öldüğünde on yaşındaydı. O günlerde annesi sık sık melankoliye kapılıyordu ama Koshun yine de onu düzenli olarak ziyaret etmeyi sürdürüyordu. Bu depresyon nöbetlerinin sebebi, o dönemde henüz imparatoriçe olan dul imparatoriçenin ona uyguladığı baskı ve tacizdi. Koshun veliaht prens ilan edildiğinde bile annesi yalnızca bir cariye olarak kalmıştı. Aldığı destek zayıftı ve aslında oğlunun veliaht olmasının nedeni de buydu. İmparatoriçenin kendi varisi bebekken ölmüştü; annesi tarafından güçlü bir aileye dayanmayan Koshun ise araya girip sorun çıkaracak kimseleri olmadığı için ideal bir adaydı. İmparator çekingen, kavgadan nefret eden bir adamdı ve her ne pahasına olursa olsun ortalığı karıştırmaktan kaçınırdı. İmparatoriçeden ve onun akrabalarından öylesine korkuyordu ki veliaht prensin annesini korumak için hiçbir şey yapmadı, onu kendi kaderine terk etti. Sadece, kendisi karışmazsa imparatoriçenin sonunda sıkılacağını düşünüyordu. Başkalarının acısını zerre kadar kavrayamayan bir adamdı. İmparatoriçe ise acıyı çok iyi tanıyordu — hem de başkalarının zararına olacak şekilde. Başkalarına nasıl acı çektirileceğini gayet iyi biliyordu. Koshun’un annesi de imparator kadar kavgadan nefret ediyordu; belki de bu yüzden iyi anlaşmışlardı. Kimse bunu asla bilemeyecekti. Çevresindekilere zarar vermemek için elinden geleni yapardı. Kendi babası — düşük rütbeli bir memur — herkesin önünde aşağılandığında bile, ya da kendisi nefret ettiği hâlde dans etmeye zorlanıp alay konusu yapıldığında bile dayanırdı. Hiç karşı koymadan, başına gelen her şeye katlanırdı. Koshun’un gözünde bu hâli acınasıydı — ama o zamanlar bir çocuktu. Hiçbir şeyin farkında değildi. “Buraya bu kadar sık gelme,” demişti annesi ona. “Doğu Sarayı’nda yapman gereken çok şey olduğuna eminim.” Bu sözler Koshun’a, annesinin onu terk ediyormuş gibi hissettirmişti. Annesinin sağlığı için bu kadar endişelenirken neden bir yük gibi muamele görüyordu? Çok şey öğrenmişti ama içten içe hâlâ olgunlaşmamıştı. “Peki,” dedi Koshun, öfkeyle yerinden kalkarken. “O zaman beni bir daha görmeyeceksin.” Ardından, veliaht prensin ikamet ettiği doğudaki sarayına döndü. Neden böyle bir şey söyledim? Bu, annesini hayattayken son görüşü olmuştu. Annesinin cenazesinden sonra, Koshun bir kez daha annesinin artık boş olan sarayını ziyaret etti. Annesi elbette hiçbir yerde yoktu — ne odasında, ne de yatağında. Koshun amaçsızca bir sandalyeye oturup kapıdan görünen bahçeye baktı. “Annen, sana zarar gelmesinden korktuğu için imparatoriçeye karşı gelmedi, genç efendi,” dedi Büyük Üstat Un ona. Anlaşılan, onu sık sık ziyaret etmemesi için uyarmasının sebebi de buydu. Bunu duymak Koshun’un onu tekrar görmek istemesine neden oldu — ama bir daha fırsat bulamadan annesi hayatını kaybetmişti. Annesine söylediği son sözleri her hatırladığında, göğsüne bir bıçak saplanmış gibi keskin bir acı hissediyor, yere yıkıldığını düşünüyordu. Bu hayali bıçak, çıkarıldığında geride kocaman bir boşluk bırakmıştı. İçinde hiçbir şey kalmamıştı. Bahçedeki şakayıkların önünde Koshun ağladı. Annesinin, imparatora yardım isteyemeden tek başına öldüğünü; üstelik kendi öz oğlunun ona sert sözler söylediğini düşündükçe, bunu nasıl telafi edeceğini bilemiyordu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu — annesi artık ölmüştü. Tam o sırada, arkasından bir gölge belirdi. “Kimsin sen? Ne oldu? Ağlıyor musun?” diye sordu küçük bir ses. Koshun, ona yaklaşan o kızı hâlâ net bir şekilde hatırlıyordu.
***
“Efendim?” Uykusundan yeni uyanan Koshun, Eisei’ye baktı. Elini alnına koyup dinlenme koltuğundan doğruldu. Eisei onun için mis kokulu bir çay demlemişti; ilk yudum, Koshun’un zihnini biraz daha berraklaştırdı. Sabahki resmî işleri bittikten sonra, iç saraydaki odasında uzanmıştı. Son zamanlarda iş yükü artmış, bu yüzden sık sık geç saatlere kadar uyanık kalıyordu. Bedeni bunun acısını çekiyordu. Ama artık işler kritik bir noktaya gelmişti. Şimdi hata yapması söz konusu olamazdı. Yükselen buharı izleyerek sessizce düşüncelere daldı. Efendisini rahatsız etmemek için Eisei sessizce bal içinde kaynatılmış hünnap meyvelerini servis etti. Biraz da liçi ekleyip bir kaseyi Koshun’a uzattı. İmparator, düşünceleri dağılırken bir tane ağzına attı. Liçiler tazeydi ve cezbedici derecede tatlıydı. Yorgunluğunun hafiflediğini hissetti. “Efendim, Yamei Sarayı’ndan size bir mesaj var.” Eisei, yardımcı bir hadımın getirdiği notu alıp Koshun’a uzattı. Açtığında, üzerinde zarif bir yazı bulunan su desenli bir kâğıt gördü. Jusetsu’nun el yazısı olmalıydı. İmparator mektubu okuduktan sonra yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. “Ne yazıyor?” diye sordu Eisei. “Ah, önemli bir şey değil.” Koshun mektubu kapatıp göğsündeki cebe koydu. Sonra Eisei’yi yanına çağırdı. “Kakuko, Koto Enstitüsü’ne çağrıldı mı?” “Evet,” diye yanıtladı Eisei. Koto Enstitüsü, sarayın en iyi bilginlerinin kitapları derleyip düzenlemekle görevlendirildiği yerdi. İmparatorluk sınavında en parlak aday olan Kakuko, belirli bir klasik metni yorumlaması için çağrılmıştı — ama bu yalnızca bir bahaneydi. “İki adet hadım kıyafeti getir ve Yamei Sarayı’na gönder.” Mektupta Jusetsu, Kakuko’yla mümkün olan en kısa sürede görüşmek istediğini açıkça talep ediyordu. Hatta oldukça küstah bir üslubu vardı. “Peki…” diye isteksizce kabul etti Eisei. Yamei Sarayı’ndan Jusetsu’yu, iç sarayın dışında bulunan Koto Enstitüsü’ne Kuzgun Eşi kıyafetiyle götürmeleri mümkün değildi. Şaşırtıcı olsa da, cariyeler izin aldıkları sürece dışarı çıkabiliyordu; ancak sırf basit bir saray görevlisiyle konuşmak için saraydan ayrılması hem zahmetli olur hem de fazla dikkat çekerdi. Bu aralar erkek kıyafetleri giymek modaydı; iç saraydaki bazı kadınlar bile erkekler için dikilmiş cüppeler giyiyordu. Buna rağmen Jusetsu yalnızca erkeksi kıyafetler giyse bile hâlâ bir kadın gibi görünürdü. Yine de imparator, onun genç bir hadım çocuğu kılığına girerek fark edilmeden geçebilme ihtimali olduğunu düşünüyordu. “Ne zaman o cariye işin içine girse,” diye mırıldandı Eisei, “siz kendiniz gibi davranmıyorsunuz, efendim.” Koshun kuralları çiğnemekten nefret ederdi — ama şimdi, Jusetsu’nun önceki hanedanın hayatta kalan bir üyesi olduğu gerçeğini görmezden geliyor ve onu hadım kılığında iç sarayın dışına çıkarıyordu. “Bazen bunlar gereklidir,” diye yanıtladı Koshun. Eisei pek ikna olmuş görünmüyordu. Aslında Koshun da tam olarak nedenini bilmiyordu. Sadece o kızın ne yapacağını görmek istiyordu. Uzun zamandır böyle hissetmemişti — annesini ve dostunu kaybettiğinden beri ilk kez. Koshun ayağa kalktı ve bir dolaptan küçük bir kutu çıkardı. Kapağını açıp içindekileri göğüs cebine yerleştirdi. İsteksizce, Eisei bir hizmetçi çağırttı ve ondan hadım kıyafetleri getirmesini istedi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.