Yukarı Çık




155   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 4: Ma Kardeşler

Baryou: Gaoshun’un oğlu, Basen’in ağabeyi.
Ma klanı çoğunlukla askerî eğilimli bireyler yetiştirmişti, ancak Baryou’nun yetenekleri daha çok edebiyat ve bürokrasi alanına yönelmişti. Aslında en büyük oğul olarak Jinshi’nin hizmetkârı olması gereken kişi Basen değil, Baryou’ydu. Fakat Gaoshun, oğlunu çok iyi tanıdığından ona bunu yapmaya niyet etmedi. Ona kılıç talimi yaptırmak yerine bir kitap verdi. Baryou, solmuş bir fasulye filizi kadar güçsüzdü, ama akademik çalışmalara suya düşmüş balık gibi uyum sağlamıştı.
Geçen yıl, dört yılda bir düzenlenen devlet sınavına girmiş ve ilk denemesinde başarılı olmuştu. En tarafsız göz bile Baryou’nun mükemmel bir devlet görevlisi olacak özelliklere sahip olduğunu görürdü. Yine de bir işe yerleşememişti. Neden? Mevcut durumuna hızlıca bakmak bile pek çok şeyi açıklıyordu.
“Etkileyici. Beklediğim gibi,” dedi Jinshi. Masasında dağ gibi birikmiş olan evrak yığınları artık öyle bir azalmıştı ki, masanın diğer tarafı görünür hâle gelmişti. Derin bir nefes aldı ve odanın bir köşesinde sessizce çalışan adama baktı. O köşe girişten görünmüyordu, ayrıca Baryou kendisiyle oda arasında bir paravan yerleştirmişti; böylece ziyaretçiler içeride biri olduğunu fark etmiyordu. Açıkçası, adamın kendisi etrafına dört duvar örmeyi bile tercih edebilirdi, fakat Basen bu fikre engel olmuştu. Peki o paravanın arkasında tüm bu işi yapan kimdi?
“Jinshi-sama…” dedi elinde bir tomar evrak taşıyan adam. Oldukça ince yapılıydı, boyu ortalamaydı ve teni o kadar soluktu ki hastalıklı görünecek kadar beyazdı. Sağlıklı görünmüyordu ama yüzünün —ve sadece yüzünün— yanında dimdik duran Basen’e, yani sağlıklı fiziğin canlı örneğine ne kadar benzediğini görmek tuhaf bir şekilde eğlenceliydi. Bu adam Basen’den neredeyse bir avuç daha kısaydı; kambur duruşu ise onu daha da kısa gösteriyordu. Basen’in yüzü bu kadar bebeksi olmasaydı, hangisinin ağabey hangisinin kardeş olduğunu anlamak zor olurdu.
Ama işte böyle sıska ve zayıf görünse de o yıl büyük olan gerçekten oydu. Gaoshun’un diğer oğlu: Baryou.

Ma klanının geleneksel olarak asker yetiştirdiğini daha önce belirtmiştik. İmparatorluk ailesinin muhafızları genellikle Ma soyundan olurdu; tıpkı Gaoshun’un İmparator’a, Basen’in ise Jinshi’ye hizmet ettiği gibi. Aslında Jinshi’nin yanında durması gereken kişi Baryou olmalıydı. Gaoshun’un ikinci çocuğu ve en büyük oğluydu. Ancak bu cılız delikanlı koruma görevine hiç uygun değildi. Baryou’ya “Ma” klanını yansıtan “Ba” ismi verilmişti — fakat bir yıl sonra doğan Basen de aynı ismi almıştı.
“Hızlı çalışmışsın. Şimdiden bitirdin mi?” dedi Jinshi.
“Bitirdim efendim. Siz bir heykel gibi olduğunuz için iş daha kolay oldu.”
“Bunu tam olarak nasıl anlamalıyım?”
Baryou’nun açıklaması oldukça dolaylıydı; düşünce zincirinde bir yerlerde sıçrama vardı ve Jinshi onun ne demek istediğini çıkaramadı. Neyse ki o anda başka biri içeri girdi—uzun boylu, oldukça güzel ve gözlerinde sert bir ifade taşıyan bir kadın. Bir anlığına Jinshi bile nereden geldiğini fark edemedi. Baryou’nun ise onun gelişini görünce irkildiği açıkça belliydi.
“Baryou’nun demek istediği şu,” dedi kadın. “‘Jinshi-sama, siz öyle bir heykel kadar güzel olduğunuz için insan gibi görünmüyorsunuz. Bu nedenle, insanlardan rahatsız olan ben bile sizi insan dışı bir varlık gibi düşünerek işime odaklanabiliyorum.’”
Jinshi bir an sessiz kaldı, bunu nasıl karşılaması gerektiğinden emin değildi. Son derece doğal bir şekilde insanlıktan çıkmış gibi muamele görüyordu. Yine de Baryou’nun hep böyle biri olduğunu hatırladı.
Bu sert bakışlı, güzel kadın Baryou ve Basen’in ablalarıydı. Adı Maamei’ydi ve iki çocuğu vardı. Basen ve Baryou babaları Gaoshun’a benzerken, Maamei annesine çekmişti; annesi Jinshi’nin sütannesiydi. Bu yüzden Maamei, Jinshi’ye hâlâ biraz ürkütücü geliyordu.
Sadece görünüş olarak değil, karakter olarak da annesine benziyordu; aynı güçlü iradeyi miras almıştı ve Jinshi’nin bildiği kadarıyla Maamei evde kocasına tamamen söz geçiriyordu. Birkaç yıl öncesine kadar babası Gaoshun’a bile tüylü tırtıla bakar gibi baktığı söylenirdi—gerçi sonradan onu “güve” mertebesine yükselttiğini iddia etmişti.
Yine de Jinshi’nin tanıdığı tek kişi, idaresi zor olan Baryou’yu adam akıllı yönetebilen oydu. Baryou devlet sınavını üstün başarıyla geçmişti, fakat kötü sağlığı ve sıra dışı fikirleri yüzünden görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Ayrıca yeni ilişkiler kurma konusunda pek yetenekli olmadığından, ne olup bittiğini anlamadan etrafındaki insanların hoşnutsuzluğunu üzerine çekmişti.

Onu ne meslektaşları ne de üstleri tanımaya fırsat bulamadan sevmemişti bile. Tüm bunlar sonunda onda mide rahatsızlığına yol açmıştı.
Baryou’nun yeteneği tartışılmazdı, fakat kişiliği işleri zorlaştırıyordu. Bu yönüyle La klanının üyelerine biraz benziyordu, ancak La klanı üyeleri tuhaflıklarını öyle bir özgüven ve pervasızlıkla taşırdı ki mide ağrısına onlar sebep olurdu. Onların hayata karşı küstahça tavrına imrenmemek elde değildi. Keşke Baryou, La klanı mensuplarının insanlar ne düşünür diye umursamayan tavrının yarısına—hatta onda birine—sahip olabilseydi.
Basen iç çekerek bitirdiği işleri Jinshi’nin masasına bıraktı. Jinshi, Baryou’nun düzenlediği evrakları incelemeye başladı; ancak kağıtlardan biri onu duraksattı ve kaşlarını çattı. Bu, Jinshi’nin diğer dairelerin onayına göndermiş olduğu bir tamimdi. Yine uygulanamaz bulunarak reddedilmişti. Kaçıncı kez oluyordu bu?
“Demek gerçekten yapmayacaklar,” dedi.
“Yine mi reddedildi efendim?” diye sordu Basen.
“Zamanlaması yüzünden. Gelecek yıl için olsaydı onaylayacaklardı.”
“Savaş hizmeti sınavları gelecek yıl değil mi?”
“Evet. Birileri beklememiz gerektiğini düşünüyor.”
Peki Jinshi’nin onaylatamadığı bu fikir neydi? Orduyu genişletmek istiyordu. Kuzeyde daha fazla asker konuşlandırılmasını talep etmişti, ancak öneri reddedilmişti. Savaş hizmeti sınavları, askerler için düzenlenen bürokrasi sınavlarının muadiliydi. Katılım o kadar yüksek olmazdı, ama yine de yetenekli, güçlü genç erkekleri çeker; pek çoğu iyi subay olabilirdi.
Son birkaç yıldır ordu iki sebeple küçülüyordu. Birincisi basitçe savaşların azlığıydı. İkincisi ise tamamen personelle ilgiliydi. Daha doğrusu, ordunun en tepesindeki iki kişiyle.
“Büyük Komutan Kan ve Büyük Mareşal Lo,” dedi Basen.
Büyük Mareşal, askerî işlerle ilgilenen en yüksek rütbeli sivil görevliydi. Büyük Komutan ise san gong—ülkenin en önemli üç makamından biri—kabul ediliyor ve onun görevi de askerîydi.
“Büyük Komutan Kan’ın bu unvana nasıl ulaştığını merak ediyorum,” dedi Basen. Jinshi de aynı şeyi merak ediyordu, fakat elinde yalnızca huzursuzluk veren söylentiler vardı. Bazılarına göre Lakan kendisine karşı olan herkesi tasfiye ettikten sonra geriye bu görevi üstlenecek başka üst düzey yetkili kalmamıştı. Başkaları, eski imparatorun annesi olan dul imparatoriçenin Kan’ı kayırdığını ve hızlı yükselişinin arkasında onun bulunduğunu söylüyordu. Bir diğer görüşe göre ise mevcut İmparator tahta çıktıktan sonra, ülkenin en yüksek makamında gözünü olan akrabaları ortadan kaldırma işini Lakan’a devretmişti.

“Doğrusunu söylemek gerekirse, pek emin değilim,” dedi Jinshi. Yine de bildiğini sandığı—ya da en azından tahmin ettiği—bir şey vardı: Adamın neden bu denli büyük bir güç peşinde koştuğu. Maomao bundan bir kez bahsetmişti, hem de baştan sona açık bir tiksintiyle. Güç olmadan elde edemeyeceği bir şey olduğunu söylemişti. Lakan, istediğini elde etmek için her şeyi yapacak biriydi—ama istediği şeylerin sayısı da o kadar fazla değildi. Bitmek bilmeyen bir açgözlülüğe sahip biri değildi.
“Bir asker biraz daha fazlasını ister gibi olur,” diye homurdandı Jinshi. Elinin altına daha çok piyon almak için her bahaneyi kullanan biri olsaydı, anlaması da, iş birliği yapması da kolay olurdu. Ama Lakan’ın elinde zeka oyunları, ailesi ve tadını çıkaracağı küçük bir tatlı olduğu sürece memnuniyet duyardı. Hayatta istediği çok az şey vardı, fakat eylemlerindeki dizgin tanımazlık, çevresindekiler için onu tam bir diken haline getiriyordu.
“Belki Büyük Komutan Kan ile doğrudan konuşmayı deneyebilirsiniz...” diye önerdi Basen.
“Bence faydadan çok sorun doğurur,” dedi Jinshi. Lakan kendisinden pek hoşlanmazdı; sebebi de gayet açıktı. Zaman zaman Jinshi’nin odasına uğrar, bir şeyler atıştırarak vakit öldürür, evrakları kirletirdi. Son zamanlarda buralarda pek görünmüyordu ve Jinshi nedenini biliyordu—tıbbî ofiste dolanıp durmakla meşguldü. Maomao’nun bundan ne kadar hoşnutsuz olduğunu tahmin etmek zor değildi.
“O hâlde Büyük Mareşal Lo,” dedi Basen. Büyük Mareşal ile öylece oturup sohbet etmeye herkes cesaret edemezdi, fakat Jinshi İmparator’un küçük kardeşiydi. Basen bunun kapıları açmaya yeteceğini sanıyordu—ama o kadar kolay olmayacaktı.
“Sir Lo’nun bağlılığının nereye olduğunu unuttun mu?” dedi Jinshi. Büyük Mareşal Lo, görevini bizzat hüküm süren İmparator’un atamasıyla almıştı. Peki İmparator neden bu atamayı sonuna kadar desteklemişti? “Bizim annemiz... öhöm, yani Dul İmparatoriçe’nin buna izin vereceğine gerçekten inanıyor musun?”
İmparator Jinshi’den yaşça oldukça büyük olsa da ikisi de aynı anneden doğmuşlardı. Dul İmparatoriçe arka saraya yalnızca bir hizmetçi olarak girmişti, fakat eski imparator onu kendisine cariye olarak seçmişti. O dönemde arka saraydaki pek çok kişi Dul İmparatoriçe’nin canına kastetmişti. Eski imparatorun tüm kardeşleri hastalıktan ölmüş olduğundan herkes biliyordu ki oğlu—yani daha sonra tahta geçip Jinshi’nin ağabeyi olacak kişi—veliaht prens olacaktı.
Daha fazlası ise Dul İmparatoriçe’nin gözüne girerek güç kazanmak istiyordu, fakat Lo’nun onunla olan geçmişi arka saray günlerine dayanıyordu. Dul İmparatoriçe daha on yaşına bile gelmemişken imparatorun gözdesi olmuştu ve arka saraydan dışarı çıkmasına bile izin verilmişti. Elbette bir korumayla—ve o koruma çoğunlukla Lo olurdu.
Jinshi, bedeninin çocuk doğurabilecek kadar bile gelişmediği o dönemde Lo’nun bu saray kadını hakkında ne düşündüğünü merak etti. O kadının başka korumaları da olmuştu, fakat daha sonra kendisine özel himaye gösterdiği tek kişi Lo’ydu. Lo’nun güvenini fazlasıyla kazanmıştı. Yine de Lo’nun tereddüt hissetmemiş olması mümkün değildi. Dul İmparatoriçe’nin emirlerine karşı gelmezdi—ama kadın fazlasıyla merhametliydi.
Kölelik sistemi zaten daralmaya başlamıştı, fakat nihai olarak kaldırılmasında Dul İmparatoriçe’nin etkisi büyüktü. Arka sarayda da eski imparatorun gözdesi olup sarayı terk edemeyen kadınların elinden tutmuştu. Yine de bu iyilik zaman zaman bir zaaf hâline gelebiliyordu. Savaştan nefret ederdi. Konuyu halka açık biçimde nadiren dile getirirdi, fakat İmparator ve Büyük Mareşal üzerinde büyük nüfuza sahipti.
Jinshi, İmparator’la konuşabilirdi; anlamasını sağlayabilirdi. Nitekim İmparator zaten Jinshi’nin fikrini onaylıyordu. Fakat İmparator bile yalnızca İmparator’du—mutlak bir hükümdar değildi. Bu nedenle Jinshi’nin gönderdiği tamim arada sıkışıp kalmıştı: İmparator’un önüne ulaşmadığı sürece resmen onaylayamazdı.

Jinshi bir askerî makam sahibi olsaydı belki Lo ile aralarında ortak bir zemin oluşabilirdi, fakat yıllarca arka sarayda bir “hadım” gibi yaşamış, yalnızca İmparator’un kardeşi olarak törensel görevler üstlenmişti. İnsanların Jinshi ile nasıl iletişim kuracaklarını bilememelerine yol açıyordu bu. Kendisine Büyük Muhafız rütbesi verilmişti, fakat bu genelde emekliye ayrılan kişilere tevcih edilen onursal bir unvandı.
Jinshi’nin İmparator’un kardeşi olduğu düşünülürse bazıları onun Başbakan yapılması gerektiğini söylemişti. Ancak hem genç yaşı hem de o görev için başka nitelikli kişilerin bulunması bu seslerin zamanla kesilmesine yol açmıştı. Onursal bir unvanın beraberinde yalnızca sınırlı bir iş yükü getirmesi beklenirdi. Bu hoş olabilirdi, ama onun yerine Jinshi her gün evraklarla boğuşuyor, işleri yetiştirmek için koşturuyordu. Görünüşe göre onu her işe koşulan bir adam olarak görüyorlardı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

155   Önceki Bölüm