Bir zamanlar, ölüme hükmettiğini iddia eden tanrılar ile günahkârların ruhlarını avlayanlar arasında büyük bir savaş yaşanıyordu. Bin yıl süren bu kaos, her iki tarafın da kralının devrilmesiyle son buldu. Bu büyük kayıp, Ruh Hasatçıları ile Quincy’ler arasında yeni bir sayfa açılmasına vesile oldu. Fakat her iki kralı da katleden kişinin, ne bir Ruh Hasatçısı ne de bir Quincy olan tek bir kişi olduğunu çok azı biliyordu.
Ruh Toplumu’na saldıran isyancılar, kendilerini Vandenreich, yani “Görünmez İmparatorluk“ olarak adlandırıyordu. Liderleri, On Üç Mahkeme Muhafız Birliği’nde vekil Ruh Hasatçısı olarak görev yapan bir genç tarafından mağlup edildi. Ruh Toplumu’na sızan tek bilgi, On Üç Mahkeme Muhafız Birliği’nin “Ruh Kralı’nı koruduğu“ yönündeki resmi açıklamadan ibaretti.
Başka bir deyişle, Ruh Toplumu’nun temeli olan Ruh Kralı’nın öldüğü haberi, olası bir paniği önlemek amacıyla gizlendi. Sıradan Ruh Hasatçıları da dahil olmak üzere Ruh Toplumu sakinleri, Ruh Kralı’nın hâlâ kraliyet sarayı Reiokyu’daki tahtında mukaddes bir şekilde oturduğuna inanıyordu. Onun ölümünden haberdar olanlar yalnızca belirli Kaptanlar, birkaç üst rütbeli subay ve Seireitei’de kilit görevlerde bulunan kişilerdi. Onlar da gerçeği açıklayıp genel huzuru bozmayı göze alamazlardı.
Böylece Seireitei’nin yeniden inşası başladı. Ruh Toplumu’nun üst kademeleri, halkı bu gerçekten mahrum bırakmanın doğru olup olmadığını sorgularken bu sırrın ağırlığını sessizce omuzlarında hissetti.
Halkın manevi dayanağını koruyan bu sırrın kaderi, gelecek on yılları ve yüzyılları şekillendirecekti.
Son savaş, daha sonra “Büyük Ruh Kralı Koruma Savaşı” olarak anılacaktı. Bizim hikâyemiz ise bu çatışmanın hemen sonrasında başlar.
---
**REIO BÜYÜK SARAYI, İÇ KUTSAL ALAN**
Bir zamanlar Ruh Kralı Reio’nun bulunduğu kutsal alanda, Kraliyet Muhafızları hummalı bir çalışma içindeydi. On Üçüncü Birlik’in bir parçası ve Kraliyet Muhafızları’nın lideri olan Yüksek Rahip Ichibe Hyosube, sarayın ortasındaki şeye sessizce bakarak siyah sakalını sıvazlıyordu.
Arkasından sakin bir ses duyuldu: “Bu yeni Reio mu, Yüksek Rahip?”
Hyosube döndüğünde, sağ gözü bantlı bir adamın orada durduğunu gördü. Gelen, Shunsui Kyoraku’ydu.
“Oo, Kyoraku, toparlanmışsın bakıyorum. Mmm, zaten başka türlüsü On Üç Mahkeme Muhafız Birliği’nin Baş Kaptanı’na yakışmazdı,” diye neşeyle cevap verdi Hyosube.
Hyosube, Kyoraku’nun bakışlarının kendisine değil, Kraliyet Muhafızları’nın çalıştığı yerin merkezine kilitlendiğini fark etti ve önceki sorusunu yanıtladı:
“Sen zaten cevabı biliyorsun; eski ve yeni gibi kavramlar Reio için geçerli değildir. Burada Reio adını taşıyacak ve saygı görecek bir varlığın olması bile başlı başına bir değer taşıyor.”
“Yani aslında bütün güç, ismin kendisinden mi ibaret?” diye sordu Kyoraku düşünceli bir ifadeyle. “En kötü senaryoda, o isme mühürlenecek olan Ichigo olacaktı.”
Hyosube, Ichigo’nun gerçekten de Reio olabileceğini adeta onaylarcasına, duygusuz bir sesle konuştu: “Neyse ki öyle olmadı, değil mi?” Ardından, dişlerini gösteren bir sırıtışla devam etti:
“O çocuk dikkatimi çekti... Eğer ona bir kilit vurulsaydı, kendimi tutamazdım.” “İyi ki de tutmuşsunuz. Ichigo’nun arkadaşlarını karşıma almak istemezdim.” “Ah evet, onlara ruh biletleri vermiştin, değil mi? Bu aramızda kalsın, Merkezi 46 ve soylular duymasın.”
“Vay canına, hiçbir şey gözünüzden kaçmıyor, Yüksek Rahip.”
Reio’nun tahtı, kimsenin arzu edeceği bir makam değildi. Kyoraku, Ichigo Kurosaki’nin oraya hapsedilmesinin, onun için olabilecek en kötü sonlardan biri olacağını düşündü. Önündeki şeye bakarken zihnine kazınmış anılar canlandı.
Kyoraku, o en kötü senaryoya hazırlık olarak, Ichigo’yu tanıyan ölümlülere “ruh biletleri” adını verdiği özel ruhsal nesneler dağıtmıştı. Bu biletler, bir kişinin ölümlü dünya ile Ruh Toplumu arasında serbestçe seyahat etmesini sağlayan tılsımlardı ve Karakura Kasabası’ndan yaşayan insanları Ruh Toplumu’na getirmek için kullanılan eski tekniklerin geliştirilmiş bir versiyonuydu.
Kyoraku sessizce gözlerini kapadı ve Ichigo’nun arkadaşlarını uyardığı anı hatırladı: “Gücünün türüne bağlı olarak, bu durum ölümlü dünyayı etkileyebilir. Eğer öyle olursa, onun geri dönmesine izin veremeyiz.”
Önce şaka yaptığını sanan, sonra gerçeği anladığında öfkeyle parlayan o genci hatırladı. “Şaka yapmıyorsunuz ama bize sadece vedalaşmamızı mı söylüyorsunuz?” Sonra, tam tersi bir tepkiyle anında Ichigo adına öfkelenen siyah saçlı genci… Sakin gözlerinde, Ichigo’ya olan sarsılmaz bir inanç vardı. Ve bir de kendi endişelerini bir kenara bırakıp Ichigo’nun ailesi için endişelenen, onun adına derinden üzülen o kızı…
*Ichigo, arkadaşları konusunda gerçekten çok şanslı. Sanırım Sado ve Orihime gibi insanları kendine çekebilmesi, onun Ichigo olmasından kaynaklanıyor…* Ölümlü dünyadaki gençleri düşünürken, savaşın kilit ismi olan Ichigo Kurosaki’nin artık güvende olmasından dolayı içten bir rahatlama hissetti. Gözlerini hafifçe araladı ve Yüksek Rahip’e dönerek ağzından tuhaf bir cümle döküldü: “Daha da önemlisi, sizin ve diğerlerinin Ichigo’yu öldürmemiş olmasına seviniyorum.”
Yüksek Rahip gür bir kahkaha atarak kel kafasına bir şaplak indirdi, söylenenleri ne onayladı ne de yalanladı.
“Sonuçta ben Yhwach değilim. Geleceği göremem. Hayır, aslında Ichigo Kurosaki onunla başa çıkamazdı. Hatta gerekirse, kaybetmesi gerekiyordu.” “Yüksek Rahip Hyosube…” “Ama şanslıydık ki Yhwach, Reio’nun tüm gücünü ele geçirmişti. Bu sayede, Ichigo Kurosaki kazanamasa bile Ruh Toplumu’nun yok olmaktan kurtulacağı garantiydi.” Yüksek Rahip, Büyük Saray’ın ortasındaki şeye dönerek ellerini birleştirdi ve duaya durdu.
Kyoraku sorularına devam etti: “Yüksek Rahip Hyosube, bu Reio’nun iradesi mi?” “Hmm…” “Yoksa yalnızca Beş Büyük Soylu Aile’nin kurucularının iradesi mi?”
Kibar tavrını bir kenara bırakan Kyoraku’ya, Yüksek Rahip rahat bir tavırla cevap verdi: “Ah ah, kurucularımız hakkında böyle küçümseyici konuşman da neyin nesi? Sesindeki öfke hiç de gizlenmiyor. Yoksa Byakuya Kuchiki ve Yoruichi Shihoin’i bu kadar mı küçük görüyorsun?”
“Neden göreyim? Onlar On Üç Mahkeme Muhafız Birliği’nin üyeleri ve benim için değerli dostlar,” dedi Kyoraku, alaycı bir gülümsemeyle başını sallayarak. “Atalarının yaptıklarından sorumlu değiller, zaten kendileri de atalarının kusursuz olduğunu iddia etmiyor. Öyle değil mi, Yüksek Rahip Hyosube?” “Sanırım öyle denebilir. Zaten Beş Büyük Soylu Aile’nin kurucularından hiçbiri hayatta değil—”
Yüksek Rahip konuşurken, Büyük Saray’da bir patlama sesi yankılandı. “Ne?!” Kyoraku sesin geldiği yöne döndüğünde, bir Ruh Hasatçısı’na ait olmadığı belli olan bir ruhsal basınç hissetti. Bir süre önce Vandenreich binasıyla birleşmiş olan duvarın bir kısmı yıkılmıştı. Enkazın üzerinden beyaz bir duman yükseliyordu. Duvardaki gedikten, dumandan bile daha beyaz tenli insansı figürler belirdi. Kraliyet Muhafızları anında kılıçlarını çekti, fakat Yüksek Rahip onlara durmalarını emretti: “Endişelenmeyin, sorun yok. Zaten bunlara karşı kazanamazsınız.”
Solgun silüetlerden biri çoktan onlara doğru atılmıştı. Diliyle ‘cık’ sesi çıkararak küçümseyici bir şekilde sırıttı.
“Tch… Ne o? Benimle dövüşmeyecek misiniz?” Vahşi bir yaratığı andıran Grimmjow Jaegerjaquez, yere inerken keskin bakışlarını Yüksek Rahip ve Kyoraku’ya dikti. “Kılıçlarınızı kınına soktunuz diye dövüşmekten vazgeçecek değilim.”
Grimmjow’un eli zanpakutosunun kabzasına giderken, arkasından gelen küçük bir bala saldırısı kafasına isabet etti. “Gah…?!”
Darbe, sanki kafasına bir yumruk yemiş gibiydi. Grimmjow hışımla arkasını döndüğünde, Nelliel Tu Odelschwanck’in orada durduğunu gördü; sol eli hâlâ ona doğru uzanmıştı. Belli ki bala’yı atan oydu. “Nelliel, ne halt ediyorsun…!” “Şimdi kavga zamanı mı sence? Quincy kralı artık olmadığına göre, Ruh Toplumu’ndaki en büyük tehdit biziz.”
“Ne olmuş yani? Korkuyorsan o ayak bağını da al ve Garganta’ya geri dön.” “Ayak bağı” dediği, o an Nelliel’in sol omzuna yaslanmış olan Tier Halibel’di. Hem o hem de Nelliel, Tercera Espada olduklarını gösteren dövmeyi taşıyorlardı.
Vandenreich, Hueco Mundo’ya saldırdığında Halibel ön saflarda savaşmış, ancak Yhwach’ın ezici gücü karşısında esir düşmüştü. Yhwach, onu kendi zindanına atmış ve bir mahkûm olarak saraya getirmişti. Artık hayatta olmadığına göre, Halibel’i neden yanında tuttuğu belirsizdi. Kesin olan tek şey, hâlâ hayatta olduğuydu ve Nelliel, Ichigo Kurosaki ve ekibinin yardımıyla onu kurtarmıştı.
Nelliel, Hueco Mundo’nun yeni hükümdarı olarak mevcut durumdan rahatsızdı. Bir zamanlar Aizen’in peşinden gittikleri bu yere, Reiokyu’ya, şimdi böyle gelmişlerdi. Kendi belirsizlikleriyle boğuşurken, Ruh Hasatçılarına düşmanca davranan Grimmjow’a sordu: “Zaten Quincylerle savaşmaktan yorgun düşmüş insanlarla mı dövüşeceksin? Senin adalet anlayışın bu mu?”
“Tch. Çok safsın. Bu Ruh Hasatçılarının bizi öylece bırakacağını mı sanıyorsun? Buradan çıkarken sırtımızdan bıçaklanmaya niyetim yok.” Sakallı, kel yaşlı adam cevapladı: “Sizi görmezden geliyoruz. Hatta Hueco Mundo’ya kadar güvenle yolcu etmekten mutluluk duyarız.” “Hah? Sen de kimsin? Bizi iyice küçümsüyorsun.”
Yaralı Arrancar’ların bir tehdit olmadığını düşünen Grimmjow, tüm vücudundan bir ölüm aurası yayarak kel adama baktı. “Tam tersi, tam tersi! Sizler sıradan Hollow’lardan çok daha güçlüsünüz. Eğer sizi dikkatsizce saflaştırır ya da yok edersek, üç dünya arasındaki denge çöker.”
Grimmjow bir an sessiz kaldı, sonra ‘tsk’ diyerek öfkesini bastırdı. Belli ki burada vakit kaybetmektense Ichigo Kurosaki ile olan hesabını bir an önce görmek istiyordu.
Nelliel, onu uygun bir anda gafil avlayıp Hueco Mundo’ya geri sürüklemeyi düşünürken, omzuna yaslanmış olan Halibel aniden konuştu: “Buna mı Reio diyorsunuz?”
Sözleri bir fısıltı gibiydi. Bakışları, Ruh Hasatçılarının ötesinde, sarayın merkezindeki o şeye odaklanmıştı. “Ruh Toplumu’nun temeli bu mu?” “Hm. Peki, Arrancar Hanım, sizin buna bir itirazınız mı var?” diye sordu kel adam sakalını sıvazlayarak. Halibel yavaşça başını salladı.
“Ben artık sadece yenilmiş bir askerim. Yorum yapmaya hakkım yok. Ama merhum kralımızın o şeye neden bu kadar nefret duyduğunu şimdi anlıyorum.” Halibel, Nelliel’in omzundan ayrıldı ve Ruh Hasatçılarına sırtını döndü. “Size zahmet verdik. Bunun bedelini ödeyeceğiz.” “Ah, endişelenmeyin. Borcunuzu ödemenin en iyi yolu Hueco Mundo’da kalıp daha fazla sorun çıkarmamanızdır. Teşekkür edecekseniz de Ichigo Kurosaki’ye edin,” dedi Kyoraku, Arrancar’ları çıkışa yönlendirirken. Grimmjow, Halibel’in sözlerini farklı yorumladı. “Ah, doğru… O Kurosaki denen herife olan borcumu ödemem lazım.” “Ichigo yaralıyken işini bitireceksin, öyle mi?” diye çıkıştı Nelliel. İkili, saraydan çıkarken de atışmaya devam etti.
“Ah, herkes Ichigo’nun peşinde desene— O da ne?” Kyoraku, yanındaki Yüksek Rahip’in Büyük Saray’dan ayrılmakta olduğunu fark etti. “Nereye gidiyorsunuz, Yüksek Rahip?” “Sıfır Birliği’ni uyandırmaya.”
Sıfır Birliği… Yüksek Rahip dahil beş üyesinin gücünün, tüm On Üç Mahkeme Muhafız Birliği’ne denk olduğu söylenirdi. Onlar seçkin kraliyet muhafızlarıydı. Her bir üyesi...
Her biri, zanpakuto veya shihakusho gibi Ruh Hasatçısı temellerini icat etmiş öncülerdi. Ruh Hasatçısı tarihini sıfırdan inşa eden efsanelerdi. Ancak Kyoraku, Yhwach’ın Yüksek Rahip dışındaki tüm Sıfır Birliği üyelerini öldürdüğünü duymuştu; bu yüzden “uyandırma” kelimesi onu şaşırtmıştı. Yüksek Rahip, onun aklındaki soruyu anında yanıtladı: “Kemiklerimizi Öken’e dönüştürmemiz boşuna değildi. Ruhsal güçlerimiz, saraylarımızdan yayılan ruhsal dalgalarla neredeyse bütünleşmiş durumda. İçimizden biri hayatta kaldığı sürece, diğerleri çağrıldıklarında en azından yürüyebilecek kadar hayata dönebilir.”
“Yani Ichigo kazanmasaydı epey zor bir durumda kalacaktınız, Yüksek Rahip?” Yhwach, bir zamanlar Reiokyu’yu Wahr Welt’e—Gerçek Dünya’nın kalesine—dönüştürmüştü. Eğer Yhwach hâlâ hayatta olsaydı, Reiokyu’dan geriye hiçbir şey kalmaz ve Yüksek Rahip dışındaki tüm Sıfır Birliği yok olurdu.
“Sıfır Birliği o kadar kolay ölmez. Bu onların kaderi. Hem Oh-Etsu ve diğerlerinin işlerinin başına dönmesi gerekiyor.” Yüksek Rahip, Kyoraku’nun her zamanki umursamaz tavrıyla konuşmuştu ama bir an duraksayıp sakalını sıvazlarken sarayın üzerindeki gökyüzüne baktı. “O genç velet, biz savaşırken hiç boş durmamış anlaşılan.”
---
**REIOKYU, HOOHDEN (ANKA KUŞU SARAYI), YARIM SAAT SONRA**
“Haydaaa, bu olacak iş değil.” Yüksek Rahip Hyosube tarafından ölümün kıyısından döndürülen Oh-Etsu Nimaiya, başını ellerinin arasına almış, Hoohden’in derinliklerindeki okyanusun dibine çökmüş gibiydi. Gözlüğünün camlarının ardından, parçalanmış bir demir kapıya ve etrafa saçılmış kutsal iplerle kumaş parçalarına bakıyordu. Normalde o kapının ardında çok özel bir zanpakuto mühürlü dururdu. Fakat mühür acımasızca kırılmıştı ve zanpakutonun kendisinden eser yoktu. Oh-Etsu’nun yanında duran ve aynı zamanda onun zanpakutosu olan Mera Hiuchigashima derin bir iç çekti. “İşte böyle düşüncesizce yenilince olacağı budur, efendim. Gerçekten akıl alır gibi değil.”
Normalde kılıç deposu okyanusun derinliklerinde, ulaşılamaz bir yerdeydi. Fakat Ichigo Kurosaki’nin zanpakutosunu dövmek denizin büyük bir kısmının buharlaşmasına neden olmuş ve deniz tabanını ortaya çıkarmıştı. “Acelemiz vardı ama işler sarpa sardı,” dedi Oh-Etsu gözlüğünü düzeltirken. Oh-Etsu’nun diğer muhafızları Tokie ve Nonomi, kılıç deposunu korurken yaralanmış sayısız zanpakutoya bakıyordu.
“Kurumuş okyanus, davetiye çıkarır gibiydi. Üstelik ben ve Sayafushi de dışarıdaydık.” Oh-Etsu gözlerini kıstı. Gözlerinde, Yhwach’la yüzleşirken olandan çok daha farklı, sessiz bir öfke parlıyordu. “Ama asıl canımı sıkan, Ruh Toplumu böylesine büyük bir krizdeyken bazı serseri yağmacıların ortaya çıkıp cirit atması!” Yaralı zanpakutoların durumu garipti. Bazılarının vücudu donmuş, bazılarınınki yanmış, bazıları elektrik akımına kapılmış gibi seğiriyor, bazıları zehirlenmiş veya delik deşik edilmişti. Bazı uzuvları ise küt bir cisimle ezilmiş gibiydi. Mera, birbirinden farklı yaralara bakarak homurdandı. “Cidden, burada kaç kişi vardı? Eğer bu kadar adamları varsa, en azından savaşta yardım edebilirlerdi.”
Bilincini geri kazanan zanpakutolardan biri, Mera’nın sözlerine başını sallayarak karşılık verdi: “Hayır, öyle değildi…” “Hey, iyi misin? Ne değildi?” “Hayır... Sadece bir kişiydi... Bize pusu kurdu... Bütün bunları tek bir kişi yaptı...” Mera, duydukları karşısında donakaldı. Bu imkânsızdı; bunca farklı yara tek bir kişi tarafından açılamazdı.
Oh-Etsu’nun tepkisi ise tamamen farklıydı. Renkli camların arkasından gözlerini kısarak bir şeyden emin olmuş gibi başını salladı. “Anladım, anladım. Vay canına… Evet, evet, şimdi oturdu!” “Beni korkutuyorsunuz efendim. Kendi kendinize konuşmayı bırakır mısınız?” “Ağır oldu, Mera. Ama bu içgörü, suçluyu tespit etmemi sağladı.” Oh-Etsu, yerdeki paçavraların arasından ısırılmış gibi görünen bir bez parçası aldı. Aklına çok özel bir kişi gelmişti. “Kimsenin kılıçlarıma dokunmasına izin vermem. Ama Ikomikidomoe, zaten en başından beri kimsenin zapt edemeyeceği bir kılıçtı.” Kayıp zanpakutonun adını mırıldanırken, Oh-Etsu hem yaralı bir kılıç ustasının kederi ve öfkesiyle hem de büyük bir tedirginlikle boşluğa baktı. “Peki, o kılıcı kime kullandıracaksın, soylu?”
Büyük savaş biter bitmez, Reiokyu’nun sınırları bir kez daha mühürlendi. Kasvetli hava, savaşın yankıları ve Reio’nun değişmez otoritesiyle titreşiyordu; felaketin sayısız habercisi hâlâ atmosferde asılıydı. Daha doğrusu, Ruh Toplumu’nda yeni bir çağın doğuşunu sürekli hatırlatan sayısız günah, belirgin reishi katmanları arasında süzülüyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.