Çeviri: SaikiMood ☃ İyi Okumalar Bölüm 8: Çok Güçlü
“İç enerji ne peki? Ya On Sekiz Ejderha Pençesi? Uzun Ömür Tekniği? Ya da Şeytani Sanatlar?” diye sordu Xu Qing heyecanla.
Jiang He yüzünü buruşturdu, tamamen kafası karışmış halde, “O da ne?”
“Ee… sen nasıl öğrendin bu dövüş işini?”
“Çocukken başladım, yıllarca çalıştım.”
“Peki sence ben öğrenebilir miyim?”
Xu Qing bir anda dikeldi, kollarını kıvırıp iki poz verdi, gözlerini Jiang He’ye dikti, beklemeye başladı.
“Çok geç,” dedi Jiang He, onu şöyle bir yukarıdan aşağı süzüp. “Ne kadar azim gösterirsen göster, pek bir yere varmazsın.”
“Yapma ya! Yani büyük usta olmam şart değil ki. Bir şeyler öğreneyim yeter. Hatta… ne dersin, çırağın olayım?”
“…”
“Yoksa böyle sıkı gelenekleriniz mi var? Hani ‘öğrenci kabul etmem için önce sekiz kapıdan geçmen gerek’ falan gibi?” Xu Qing alnına vurdu. “Ben direkt konuya daldım değil mi? Neyse, boş ver...”
“Yok öyle değil,” dedi Jiang He omuz silkip. “Hepsi sadece teknik. Öyle resmi usta-çırak olayı yok.”
Onun bu şevkli haline kıyamadı, birkaç adım geri çekildi, pozisyon aldı ve başladı: “Dövüş öğrenmek belden başlar. Bel eğitimi için duruş çalışılır. Güç yerden gelir, yukarı doğru çıkar...”
“Bir saniye, bir saniye… Şimdi mi başlıyoruz?” Xu Qing’in ağzı açık kaldı.
Bu kadar ciddiyet beklemiyordu.
“Sen artık belli bir yaştasın. Dövüş sanatı zamanla, yavaş yavaş birikir.”
“Peki bu duruş çalışması… atlayamıyor muyuz?”
“Duruş olmadan nasıl çalışacaksın ki?” dedi Jiang He, kafası karışmış gibi.
“…”
Xu Qing afalladı. “Ne kadar çalışmam lazım bu pozisyonda?”
“Üç yıl belki.”
“Ee... tamam, şey, önce şu kıyafetleri bir dene istersen. Olmazsa iade ederim,” dedi Xu Qing, hızla konuyu değiştirip kanepedeki çantayı uzattı. “Geri kalan konuyu düşünürsün, anlamazsan da başka bir yol buluruz.”
“Antrenman yok mu?”
“Bir dahaki sefere kesin başlıyoruz.”
Üç yıl duruş çalışmasımı? O kadar sabrı olsa zaten askere yazılırdı!
Kılıca şöyle bir baktı, iç çekti. Dövüş kahramanı olma hayali suya düşmüştü.
Ama... vazgeçmek yok! Biraz daha yakınlaştıklarında kesin gizli teknikleri kaptırırdı bu kıza.
Az sonra Jiang He odaya döndü. Üzerinde bej renkte uzun kollu bir kazak, altındaysa dar kesim kot vardı. Saçını basit bir iplikle arkadan toplamıştı. Tertemiz ve düzgün görünüyordu. Xu Qing’in gözleri parladı.
Kıyafet gerçekten insanı değiştiriyordu. Bu antik kız modern dünyaya cuk oturmuştu.
“Tam oldu. Teşekkür ederim… genç kahraman,” dedi Jiang He. Bu kelimeleri söylerken hafif utanıyordu. Kıyafetler zaten yeterince garipti, bu hitap iyice tuhaf kaçmıştı.
Xu Qing keyifle elini salladı. “Önemli değil!”
Sonra onu baştan aşağı süzdü, çenesini ovuşturdu: “Kımıldama... bir dön bakayım.”
“Saçını bağlamak için kullandığın o ip... biraz köy düğünü gibi. Kıyafetle hiç uymuyor. En iyisi bırak, doğal dursun.”
Jiang He ipi çözüp saçlarını serbest bıraktı. Xu Qing başını salladı. “Şimdi tamam. Harika oldu.”
“Bu gece seni dışarı çıkarırım. Hem biraz gezmiş oluruz hem de sana güzel bir saç tokası alırız. Hatırlatırsın bana.”
Bunu söyledikten sonra çekmeceden not defterini çıkardı. Dünkü gece boyunca yazdığı maddelere göz gezdirdi.
Jiang He’nin iş birliği yapması her şeyi kolaylaştırıyordu. Yani sadece kendi hayatını değil, kızınkini de düzene sokuyordu.
Xu Qing zeki insanlarla muhatap olmayı severdi. Fazla enerji harcamaz, sinirini yıpratmazdı. Neyse ki bu eski çağlardan gelen kız sadece “bilgisiz”di, “akılsız” değildi.
Öğleden sonra…
“Ne yapıyorsun?”
Dışarıdan gelen sesleri duyan Jiang He, kapıdan kafasını uzattı. Tereddüt etti, sonra yavaşça salona girip Xu Qing’in arkasında dikildi.
Gözleri masa üzerindeki acayip cihaza takıldı.
“Bu bilgisayar,” dedi Xu Qing, hâlâ temkinli. Televizyonu parçalayan kızı unutmamıştı. Cihazın başına geçerken ne olur ne olmaz, dikkatliydi.
“Bu kitap… çok zor,” dedi Jiang He, sesi hafif buruk. Kitabın kapağına baktı. “Ama yavaş yavaş okurum.”
“Yavaş ilerle, sorun değil. Sonuçta senden başka kimse böyle bir şey yaşamadı. Ben olsam emin ol, senin kadar bile dayanamazdım,” dedi Xu Qing. Bilgisayarı tekmelemediğini görünce rahatladı.
“O ne?” dedi Jiang He, ekrana bakarak.
“Açıklaması zor. Şöyle düşün… binlerce mil ötede olanları görebildiğin bir göz gibi. Uzakları gösteren sihirli cam.”
Xu Qing elinde kalem, önünde defter, ekrandaysa haberlerin tekrar yayını vardı. Dün izleyememişti çünkü televizyon parçalanmıştı. Şimdi açığı kapatıyordu.
Xu Qing’in geçmişinden de bahsetmek gerekirse… Üniversite zamanında videoları editleyip küçük çaplı bir içerik üreticisi olmuştu. Fazla para kazandırmasa da geçimini sağlıyordu.
Haber izlemek onun için sadece alışkanlıktı. Malzeme çıkmasa bile severdi.
Jiang He bir şey demedi. Sessizce yanında bekledi. Haber bittiğinde Xu Qing notlarını toparladı, kalemini kapattı. Tam o sırada Jiang He tekrar sordu:
“Hiç çalışmıyor musun?”
“Bu da iş,” dedi Xu Qing gülerek. “Burada para kazanmak biraz zeka istiyor.”
“Tüccar mısın?”
“Sayılır. Sen bu dünyaya alışınca daha iyi anlayacaksın.”
Sonra içerik hesabındaki verilere göz attı. “Bunlar şimdilik senin için önemsiz. Sen en baştan başla; tarih, gelişim, temel bilgiler…”
Jiang He sustu. İçinden hâlâ onu “zengin toprak ağası” olarak kodluyordu.
“Bu arada,” dedi Xu Qing aniden, “Senin ustalar ne kadar güçlüydü?”
“Çok güçlü.”
“Çok mu güçlü…”
Mouse’u kaydırdı, kendi hesabındaki bir video klibini açtı: Jet Li’nin oynadığı ‘The Swordsman’ filminden bir dövüş sahnesi.
Altı dakikalık sahne, Jiang He’yi ekrana kilitlemişti. Özellikle Brigitte Lin’in karakteri dağları delen iğne hareketleriyle…
Binlerce mil öteden her şeyi gösteren sihirli bir pencere…
Bu tepki karşısında Xu Qing ciddi bir ifadeyle sordu:
“Peki… sizinkiler bu kadar iyi mi dövüşüyor?
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.