Yukarı Çık




17   Önceki Bölüm 

           
Bölüm 18: Çiçek Açan Dünyadan Bir Kesit

Akşam yemeğini bitirdiklerinde hava çoktan kararmıştı.

Bu sefer Xu Qing, diğer günlerin aksine Jiang He’yi hemen eve götürmedi. Bunun yerine, ikisi yavaş adımlarla sokakta dolaşarak yemeklerini sindirmeye çıktılar.

“Gel, hiçbir şey söyleme.”

Otobüs durağının önünden geçerken Xu Qing birden durdu, yaklaşan otobüse işaret etti.
“Panik yapma. Sadece beni izle.”

Aslında bunu söylemesi tamamen alışkanlıktandı; çünkü Jiang He yeni şeyler gördüğünde panikleyen biri değildi. Her zamanki gibi sessizce izler, merak ettiklerini sonra sorardı.

Bakışlarını onun yönüne çevirince, otobüsün yaklaştığını gördü. Kapılar otomatik olarak açıldığında, Xu Qing cebinden bozuk para çıkarıp içeri adım attı. Jiang He de onu izledi. Xu Qing parayı kutuya attıktan sonra arka koltuklara yöneldiler.

Kapılar kapandı, otobüs yavaşça ilerlemeye başladı.

“Fena değil, epey düzgün gidiyor değil mi?” dedi Xu Qing, cama yaslanmış halde fısıldayarak.

“Evet.”

“Bu kadar sakin olmanı beklemiyordum. Daha çok şaşırırsın sanmıştım.”

“Ben daha önce de arabayla gitmiştim.”

Jiang He, dışarıdayken az konuşma kuralına sadık kalarak kısa bir yanıt verdi ve pencereye döndü. Şehrin gece manzarası hızla akıp geçerken, bu hiç uyumayan dünyaya büyülenmiş gibi baktı.

Otobüste sadece birkaç yolcu vardı; kimisi uyukluyor, kimisi telefonuyla oynuyordu.
Otobüs, durağa uğrayıp inenleri bindirerek yoluna devam ediyordu.

Xu Qing’in amacı aslında sadece Jiang He’ye otobüs deneyimi yaşatmaktı; belirli bir varış noktaları yoktu.
Lanjiang Köprüsü’nden geçerken birden aklına bir fikir geldi, Jiang He’nin elinden tutup ayağa kaldırdı.

“Burası Lanjiang.”

Gece esintisi üzerlerinden geçerken uzaktan nehrin akış sesi duyuluyordu. Ay ışığı, nehrin yüzeyinde parıltılar yaratıyordu.

Xu Qing suyu işaret etti, hafifçe gülümseyerek,
“Senin zamanında geceler tamamen karanlıktı, değil mi? Şimdi işler farklı. İşte bu, modern bir şehrin gece manzarası.” dedi.

Sular sakince uzanıyor, kıyılarda ise hafta sonunun keyfini çıkaran insanlar dolaşıyordu.
Köprüden aşağı bakınca, iki yandaki neon ışıkları, renk renk parlayan binaları, adeta bir cam şehir gibi ışıldayan gökdelenleri görebiliyordu.

Jiang He dayanamadı, birkaç adım öne çıkıp korkuluğa yaslandı.
Gözlerini hafifçe kısmış, büyülenmiş bir şekilde uzaklara bakıyordu.

Xu Qing ona “bu bir tanrılar diyarı” dese, muhtemelen inanırdı.

“Bin iki yüz yıl… denizler tarlaya dönmüş.”

Rüzgârın serinliğiyle ceketini düzelten Xu Qing, onun hayranlık dolu haline gülümsedi.

“Gerçekten de bin yıl sonrasına mı geldim?” diye sordu Jiang He sessizce, hâlâ uzaklara bakarken.

“Evet, bir binyıl geçmiş, ve dünya baştan yaratılmış.”

“Zaten tarihin çoğunu okudun, cevabı senin bulman gerek.”

“…”

Uzaktan dalgaların sesi geliyordu. Xu Qing, Jiang He’ye baktı.
Modern kıyafetler içinde bile, o hâlâ bu dünyadan ayrı bir varlık gibi duruyordu.

Telefonunu çıkarıp onun bir fotoğrafını çekti, ardından şehrin ışıklarına döndü.

“Kimlik işi biraz zor… ama geri dönmek, sanırım artık mümkün değil. Yine de burada kalmak o kadar da kötü sayılmaz.”

Jiang He sessiz kalınca konuşmaya devam etti:
“Şimdi insanlar gökyüzüne çıkabiliyor, denizlerin altına inebiliyor… hatta aya bile gidebiliyorlar. Bir gün kimliğin olursa, seni uçağa bindirip gökyüzüne çıkarırım.”

“Gökyüzüne?” Jiang He başını kaldırıp parlayan aya baktı.

“Evet, uçakla. Vroom vroom vroom…” diye taklit etti Xu Qing, sonra kendi haline gülüp başını salladı.
“Ama o günler uzak. Şimdilik benim küçük dairemde, bu dünyayı öğrenmekle meşgul olacaksın.”

“Peki sonra?”

“Sonra mı?”

Jiang He’nin yüzünde bir belirsizlik, hafif bir hüzün vardı.
“Bu dünyayı öğrendikten sonra ne olacak?”

Xu Qing duraksadı.
Daha önce hiç düşünmemişti bu soruyu.

“Sonra… sadece yaşarsın.”

Köprüye yaslanıp ışıl ışıl şehre baktı.
“Burada yaşar, bin iki yüz yıl sonrasının ihtişamının tadını çıkarırsın.”

Sonra gülümsedi.
“Seveceğin şeyleri bulacaksın, sana uygun bir hayat kuracaksın. Bu, insanlık tarihinin en iyi dönemi.
Bin yıl önceden gelen bir kadına bile yer vardır.”

Jiang He hiçbir şey söylemedi.
Rüzgâr kıyafetlerini savururken, o incecik bedeniyle dimdik ayakta duruyordu.
Sanki dünya ondan çoktan uzaklaşmış gibiydi.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Xu Qing.

“İkinci Lider bu dünyayı görebilse ne kadar mutlu olurdu, onu düşünüyordum.”

“O zaman onun adına sen bak.
Birinci, ikinci, üçüncü liderin adına da… hepsi için sen bak.”

“Teşekkür ederim.”

“Ne demek!”

---

Eğer eski zamanlarda yaşasaydı, Xu Qing muhtemelen bir gezgin şövalye olurdu.
Diyar diyar dolaşır, adaletsizliğe karşı savaşır, içkisini içer, özgürce yaşardı.

Ama şimdi, bir “ince yapılı ev erkeği” olmaktan öteye gidemiyordu.

Kılıç ustası değil, oturma odasında sanayi devrimini ve tarih gelişimini araştıran bir adam olmuştu.
Jiang He modern hayata alıştıkça, o da onun için daha çok kitap alıyordu.

Kendisi ise bilgisayar başında video düzenliyordu.
Düzenli bir işi olmasa da, çevrimiçi içerik üreticiliğini ciddiye almıştı; üretkenliğine şaşıran hayranlarından övgüler alıyordu.

Sonbaharın altın rengi ekimi gelmişti.
Jiang He’nin gelişinin üzerinden bir ay geçmişti.

Çoğu kişi için Ulusal Gün tatili coşku zamanıyken, onlar için sıradan bir gündü.
Tek fark, borsa kapalıydı; Xu Qing o yüzden günlük heyecanını kaybetmişti.

“Cheng Teyze, şu çağırdığınız hoca mı?” dedi Xu Qing, elinde paket yemekle, uzakta duran sarı cüppeli yaşlı adama bakarak.

Ritüel, apartmandaki bazı sakinler tarafından organize edilmişti. Hatta güvenlik kamerası görüntülerini kopyalayıp komşularla paylaşmışlardı.
Çoğu kişi korkudan ödü kopsa da, dedikodu kısa sürede yayılmıştı.

Komşu Lao Liang günlerce endişelenmiş, ama sonra diğer sitelerde de benzer “hayalet olayları” olduğunu öğrenince rahatlamıştı.
Polis bile gelip kontrol etmiş, ama hiçbir şey bulamamıştı.

Xu Qing de, yaşananların asıl nedeni Jiang He olduğu için, masraflara katkıda bulunmuştu.

“Evet, bak ne kadar profesyonel çalışıyor.” dedi Cheng Teyze, çekirdek çitlerken uzaktan sahneyi izleyerek.

Taoist rahip elindeki pirinçleri saçarak dua ediyor, mantralar okuyordu.

“Evet, gerçekten profesyonel,” dedi Xu Qing, kalabalığa göz atarak.
“Siz devam edin, ben eve dönüyorum.”

“Tamam, evladım.”

Eve döndüğünde, Jiang He çamaşır makinesinin başında kollarını sıvamış, deterjan miktarını ayarlamaya çalışıyordu.

“Bırak, ben hallederim.”

“Mm.”

Deterjanı ona uzatırken, pencerenin dışına merakla baktı.
“Herkes ne izliyor dışarıda?”

“Bir rahip çağırdılar, hayalet kovuyor.”

Xu Qing onun masum yüz ifadesine bakıp gülümsemeden edemedi.
Sonuçta bütün bu karmaşanın nedeni kendisiydi.

Zhao Amca’yı neredeyse kalpten götürüyordu.
Adam şimdi her yere şeftali ağacından yapılma kılıcıyla gidiyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

17   Önceki Bölüm