Jiang He dışarıda oldukça usluydu, ayrıca güvenlik kameralarına yakalanmamayı da başarmıştı.
“Bu trafik ışığı,” dedi Xu Qing yukarıdaki lambayı göstererek. “Kırmızı yanınca geçmek yasak, yeşil yanınca geçebilirsin.”
Ardından devam etti: “Bu da kuralların bir parçası. Uymazsan hem tehlikeli olur hem de yasaları çiğnemiş olursun. Aklında tut.”
Uzun boylu bir adam ve kısa boylu bir kız, yaya geçidinde durmuş ciddi ciddi kırmızı ışığın geri sayımını izliyordu.
Azıcık komik duruyorlardı.
Evde oturup film izlemeye alışkın biri için, hem geçmişten gelen birine modern dünyayı tanıtmak hem de bir kızla alışverişe çıkmak Xu Qing için oldukça ilginçti. Onunla sokak sokak yürüdükçe, baştaki gerginliği de yavaş yavaş azalmıştı.
Jiang He sessizce yanında yürüyor, bu modern dünyayı gözlemliyordu. Sokak lambaları, ağaçlar, dükkânlar, araba kornaları… Her şey ona yepyeniydi. Her sese, her harekete başını çeviriyordu.
“Bunlardan hoşuna giden var mı?”
Xu Qing sabah verdiği sözü tutmak için bir sokak tezgâhında durdu. Renk renk tokalar, peluş taçlar diziliydi. Bir tanesini —kulaklı peluş bir taç— eline alıp Jiang He’ye takmayı düşündü ama sonra vazgeçti, sadece uzaktan gösterdi.
Konuşmasa ya da fazla dikkat çeken bir şey yapmasa, Jiang He dış görünüş olarak zaten modern birine benziyordu. Fazladan süse gerek yoktu.
Jiang He yine sessizdi. Tacı bir göz ucuyla inceledi, sonra tezgâhtaki diğer şeylere bakmaya koyuldu.
Biraz sonra Xu Qing, iki minik kelebek figürü olan mavi bir toka seçti. Jiang He hâlâ sadece izlemekle yetinince fiyatını sordu, QR kodu okutup parasını ödedi ve tokayı ona uzattı.
“Al, bununla saçını toplayabilirsin. Bence sana yakışır.”
Jiang He tokayı aldı, bir süre elinde çevirip esneterek nasıl kullanılacağını anlamaya çalıştı, sonra saçını toparladı.
Saçları toplanınca, daha az yumuşak ama daha derli toplu, ciddi bir havası oldu. Xu Qing bir an fazla bakakaldı, sonra yoluna devam etti.
Akşam çökerken sokaklar iyice kalabalıklaşmıştı. Xu Qing daha az konuşur olmuştu. Küçük bir lokantaya girip köşe bir masaya oturdular. Xu Qing garsonu çağırıp iki tabak “kızarmış krep” ile bir tabak dövülmüş salatalık söyledi.
Jiang Şehri’nin kızarmış krep yemeği tam bir yerel lezzetti. Krepler ince ince kesilir, fasulye filiziyle sotelenirdi. İsteğe bağlı olarak yeşil fasulye ya da lahana da eklenirdi ama en güzel doku fasulye filiziyle olurdu: hem çıtır hem aromalı.
Bu tip küçük lokantalar hem lezzetli hem de bol porsiyonluydu. Xu Qing liseden beri burada yerdi, üniversiteden mezun olduktan sonra da arada gelmeye devam etmişti.
“Burası yemek yeri. Öğlenki yemeği de buradan almıştım. Hatta dün akşam gelen sipariş de buradan geldi. Getiren adam buradan alıp bana getirdi, ben de parasını verdim.”
Restoran kalabalık ve gürültülüydü. Xu Qing köşedeki masada alçak sesle Jiang He’ye fısıldar gibi konuşuyordu.
Masa cam kenarındaydı. Jiang He, dışarıdaki renkli ışıklara bakıyordu; yüz ifadesi karmaşıktı.
Geçip giden insanlar, yanıp sönen neonlar, akan trafik… Her şey yabancıydı ona.
O, buraya ait değildi.
Jiang He’nin moralsiz halini fark eden Xu Qing, önce sesini daha da alçalttı, sonra tamamen sustu. Sandalyeye yaslanıp karşısında oturan “kadim kadın şövalye”yi süzdü.
Eğer geri dönemeyecekse… Bu dünyada yapayalnız, kimliği bile olmadan...
Bu şu demekti: Ne işi olurdu ne geliri, ne oturma izni, ne de seyahat etme hakkı. Evlilik bile mümkün değildi. Küçücük bir yerde kaybolur giderdi. Belki kaçak bir fabrikada çalışır, hayatını bir köşede sessizce sürdürürdü. Gerçekten bir geleceği olmazdı.
Tek yolu kimliğini açıklayıp kontrol altına alınmaktı. Ama Xu Qing, Jiang He’nin birinin kobayı olmayı gönüllü kabul edeceğini hiç sanmıyordu. Ona kalsa, kendini bir ormana kapatır ama yine de teslim olmazdı.
Yemekler geldiğinde Jiang He pencereye bakmayı bıraktı. Xu Qing de dikkatini topladı. Masadaki çubuklardan iki tanesini aldı, birini Jiang He’ye uzattı.
“Haydi, yiyelim.”
“Hıh.”
Bu, dışarı çıktıklarından beri Jiang He’nin ilk sözlü cevabıydı. Başını eğdi, yemeğe başladı.
Yemeği beğenmiş görünüyordu, bu da Xu Qing’in içini rahatlattı. Kendi birkaç lokma aldıktan sonra kalktı, buzdolabından bir şişe su ve bir şişe bira aldı.
Masaya dönerken suyu Jiang He’ye itti. Bira şişesini yemek çubuğuyla açıp doğrudan şişeden içti.
Bu kadın şövalyeyi burada tutmak, düşündüğünden çok daha karmaşık olacaktı…
Ama neyse, bir adım bir adımdır.
Kafası düşüncelerle doluydu. Normalde yemeğine sarımsak bile eklerdi, bu kez eklememişti. Birkaç lokma alıp üzerine bira içti. Jiang He yemeğini bitirdiğinde, onun da tabağı boştu. Son yudumunu içip bir “hoh” çekti, sonra kalkıp hesabı ödedi.
Lokantadan çıktıklarında şehir ışıl ışıldı. Gece henüz yeni başlamıştı. Neonlar yanıp sönüyor, kalabalık caddede insanlar, arabalar, sesler birbirine karışıyordu.
Xu Qing başını kaldırıp gökyüzüne baktı, derin bir nefes aldı, sonra yanındaki Jiang He’ye dönüp gülümsedi.
“Haydi, eve dönelim.”
...
Yavaş yavaş yürüdüler. Eve geldiklerinde saat 7.30’du. Akşam haberleri yeni bitmişti. Xu Qing televizyona pek bakmadı, kapıyı kilitledi, sonra kanepede dalgın dalgın oturan Jiang He’ye göz attı.
“Peki, şimdi inanıyor musun?” diye sordu.
Jiang He başını hafifçe çevirdi, gözlerini ona dikti. Bir süre sessiz kaldı, sonra kemerinden bir demir iğne çıkartıp üzerindeki çizikleri parmaklarıyla yokladı.
“Yani... Kötü bir yer sayılmaz,” dedi Xu Qing, sesini alçaltarak. “Bak herkes huzur içinde, kafası rahat. Kızarmış krep var, kola var, bira, bilgisayar… Kimse birden üstüne atlamaya çalışmıyor… Gerçi hâlâ biraz oluyor o.”
Lafı toparlamaya çalıştı ama biraz saçmalıyordu. Bir duraksadı, sonra Jiang He’nin yanına oturup kanepeye yayıldı.
“Doğru düzgün bir kimliğin olsaydı… burada bir sürü şeyi rahat rahat yapabilirdin. Hatta o fizik gücünle inşaatta çalışsan bile rahat yaşarsın. Bu da fena bir hayat değil.”
Hayat kısa, her an tetikte yaşamak yıpratıcı.
Bu modern dünya, eskiye göre çok daha kolaydı.
“Ben… evime dönmek istiyorum.”
Jiang He, elindeki demir iğneyi sıktı. Ucu avucuna batınca hafif bir acı hissetti.
Xu Qing derin bir iç çekti. “Ama artık dönemiyorsun.”
Jiang He sustu.
Odadaki tek ses, duvardaki saatin tik taklarıydı. Arada dışarıdan araba sesleri ya da üst komşunun öksürüğü geliyordu.
Uzun bir sessizlikten sonra Jiang He’nin omuzları düştü. İğneyi masaya attı ve yavaşça sordu:
“Peki… Kimlik meselesini nasıl çözeceğiz?”
“Yani, devlet görevlisi değilim sonuçta. Ama bir yolunu buluruz. Önce dikkat çekmeden ortama alışman gerek.” Xu Qing göz ucuyla baktı. “Merak etme, sana yardım edeceğim.”
“Teşekkür ederim, genç kahraman.”
Jiang He iki elini birleştirip hafifçe eğildi. Biraz duraksayıp ekledi:
“Ama eğer çok zor olacaksa…”
“Yok yok, kimlik meselesi önemli. Mecburuz.”
“Genç kahraman” lafı Xu Qing’in hoşuna gitmişti. Gözleri bir anda masanın çevresinde gezindi, sonra çöp kutusuna uzandı:
“Şu dün hazırladığım kâğıt neredeydi ya?”
Jiang He göz kırptı: “Onu buruşturu p çöpe atmıştın.”
“Biliyorum, işte burada bir yerde olmalı…”
Xu Qing kolunu çöp kutusuna daldırdı, kâğıdı aramaya başladı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.