Bölüm 56 - Dünyadaki En Ağır Şey — Çeviri: Raban —
Sunny gözlerini kırpıştırdı, kör kıza hem şaşkın hem de biraz tedirgin bir ifadeyle baktı. Cassie’nin ani sözleri onu afallatmıştı. Böyle bir şeyi neden gizlemişti ki? Ve neden şimdi söylüyordu?
Kafası karışmış bir halde dikkatlice sordu:
“Daha fazla… kehanet mi? Neden bize söylemedin?”
Cassie’nin yüzünde kısa, yorgun bir tebessüm belirdi. Başını eğdi ve bir süre sessiz kaldı. Ardından gözlerini kapatarak konuştu:
“Muhtemelen bilmiyorsun. Nereden bileceksin ki? Bilgi, Sunny... bilgi gerçekten ağır olabilir. Dünyadaki en ağır şey kadar, ağır olabilir.”
Sonra yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.
“Sana anlatarak gördüklerimin gerçekleşmesine neden olmaktan korkuyorum.”
Sunny, sözlerinin ima ettiği anlam karşısında gerildi. Eğer Cassie kehanetlerinin gerçekleşmesinden korkuyorsa, bu onların içeriğinin epey kötü olduğu anlamına geliyordu. Ve eğer gerçekten de kötü bişeyse…
Eğer onları bekleyen korkunç bir şey varsa, Sunny bunu önceden öğrenmeliydi. Böylece hazırlık yapabilir ve olacaklara karşı koyabilirdi. Hazırlıklı olursa, o kadar da ölümcül olmazdı. Ancak… aldığı önlemler, Cassie’nin gördüğü felaketin sebebi olacaksa?
Bu da geleceği bilmenin lanetiydi.
‘S*keyim, başım ağrımaya başladı. Bu tür saçmalıklardan nefret ediyorum!’
Sunny uzun süre düşündü, Cassie’ye kehanetleri anlatması için ısrarcı olmalı mıydı yoksa hiç bilmese daha mı iyi olurdu karar vermeye çalıştı. Her iki durumda da huzursuz olacaktı, dolayısıyla ne yapacağını bilemiyordu. Sonunda karar veremeyince sessiz kaldı. Cassie de konuşmadı.
Bir süre sonra, kör kız sessizliği bozdu:
“Bana… bir şey için bana söz verebilir misin?”
Bu, her şeyi söylemekle hiçbir şey yapmamak arasında bir orta yol bulma çabası gibiydi. Sunny kaşlarını çattı.
“Ne istediğine bağlı.”
Cassie tereddüt etti, sonra konuştu:
“Ne olursa olsun, Neph’le ilgileneceğine söz verebilir misin?”
Sunny, artan acısan rağmen kendini zorlamaya devam etti. Olabildiğince cevabı geciktiriyordu. Artık acıya dayanamayacak hale geldiğinde, gönülsüzce dedi ki:
“Veremem. Kendime bile zor bakıyorum.”
Ayrıca, böyle bir söz verecek kadar Nephis’e güvenmiyordu. Değişen Yıldız’a karşı hiçbir nefreti yoktu hatta ondan oldukça hoşlanıyordu ama birbirlerini gerçekten tanımıyorlardı. Müttefik olmuşlardı çünkü olmak zorunda kalmışlardı, böyle olmasını istediklerinden değil. Birbirlerine olan ihtiyaçları ortadan kalktığında ne olacaktı, kim bilebilirdi ki? “Ne olursa olsun“ çok ağır bir şarttı.
Elbette Cassie’yi kandırabilirdi, sadece “evet” diyebilirdi. Sonuçta soru, sözünü tutup tutmayacağıyla alakalı gelmemişti, soru böyle bir söz verip veremeyeceğiyle alakalıydı. Ama o anda Sunny, nedense kör kıza yalan söylemek istemedi.
Belki de dürüstlük meselesini yavaş yavaş alışkanlık haline getiriyordu.
Cassie iç çekti ve başka tarafa doğru döndü. Sunny, sanki onunla ilgili bir şeyler değişmiş gibi hissetti.
“Anladım. Dürüstçe bir cevap…”
Bunu söyledikten sonra asasını çağırdı ve uzaklaştı. Sunny’yi de kasvetli ve huzursuz bir ruh haliyle bir başına bıraktı.
***
Ne kadar denese de bu konuşmadan dolayı bir türlü rahatlayamadı. Düşünceleri sürekli dağılıyordu. Sonunda kendini, Yıldızsız Boşluk dediği bu yer — ya da Gök Kılıç’ın tanımında geçtiği şekliyle Unutulmuş Kıyı — hakkındaki bilgileri birleştirmeye çalışırken buldu.
En azından bu şekilde Cassie ile yaptıkları konuşmanın son kısmını düşünmekten kurtulabilirdi.
Üstelik nedense, çevrelerini anlamak bir anda çok daha önemli gelmeye başlamıştı.
Kılıcı, Yıldızışığı Lejyon Zırhı, kıskaçlı canavarlar ve devasa başsız heykel arasında bir bağlantı var gibiydi ama tam olarak çözemiyordu. Acaba heykel, Yıldızışığı Lejyonu’nun yedi kurucusundan birine mi adanmıştı?
Zırhı tanımlayan rünlerde, isimlerinin ve yüzlerinin zamanla yok olduğundan bahsediyordu. Heykelin eksik başı da bu mevzuya uyuyordu.
Yankısının açıklaması, bu kıskaçlı yaratıkları “düşmüş lejyonun lanetli askeri” olarak tanımlamıştı. O düşmüş lejyon, Yıldızışığı Lejyonu olabilir miydi? Sunny’nin Kıskaçlı Muhafız’ı öldürdükten sonra Yıldızışığı Zırhı’nı elde etmesi bu teoriyi neredeyse kesinleştiriyordu. Eğer öyleyse… neden lanetlenmişlerdi?
Yıldızsız Boşluk, Yıldız Işığı Lejyonu… tüm bunlar ne anlama geliyordu? Yedi kahraman, “yegane karanlıkta doğdukları” yazıyordu. Yeminleri, lanetli topraklara ışığı geri getirmekti. Peki bu ışık hangi ışıktı? Yıldızların ışığı mı? Ve bu “yegane karanlık” neydi?
Bu, topraklarını lanetleyen şeyin bir tezahürü müydü? Eğer öyleyse, aynı lanet sonunda Yıldızışığı Lejyonu askerlerini o kıskaçlı canavarlara mı dönüştürmüştü?
Ve eğer o lanet hâlâ oradaysa… Sunny bir gün uyandığında elleri yerine kıskaçları olduğunu mu görecekti?
Yedi kahraman unutulmuştu ama yeminlerinin hatırası hâlâ vardı demek. “Bu unutulmuş kıyıda, yalnızca çelik hatırlar”… Gök Kılıç’ın açıklamasında yazan buydu. Bu sözlerin ardında gizli bir anlam mı var? Unutulmuş Kıyı’da elde edilen Hatıralar bir sır mı barındırıyor?
Sunny içinden inledi.
‘Bir sürü sorum var, ama tek bir cevabım bile yok!’
Ve sonra asıl gizem geldi aklına — Cassie’nin onlara bahsettiği kehanet. Yedi mührün ardına kapatılmış sonsuz bir karanlık. Mühürler kırılıp karanlık serbest kalıyordu. Ayrıca yedi kopmuş kafanın, yedi kilidi koruduğu kızıl bir kule görmüştü. Bu kilitler, mühürlerle bağlantılı mıydı?
Peki dev şövalyenin eksik başı, o yedilerden biri miydi?
Yoksa tamamen hatalıydı da, hiç alakası olmayan şeyleri birbirine mi bağlıyordu?
Sunny derin bir nefes alıp iç çekti. Merakının yakın zamanda dinmeyeceğini biliyordu. Elinde sağlam bir teori oluşturmak için yeterli bilgi yoktu. O halde kendini boşuna hırpalamasına da gerek yoktu…
Belki de her şey zamanla netleşirdi. Belki de gelecekte daha fazla bilgi karşısına çıkardı.
Ama “gelecekte” kelimesini düşününce yüzü asıldı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.