Uyandığımda... ne olduğunu anlamamıştım. Karanlık. Sadece karanlık ve baskı. Vücudum hareket etmiyordu, sanki daracık bir tünelden zorla itiliyor gibiydim. Ölmemiş miydim? Neler oluyordu? En son hatırladığım, göğsümdeki kan, ağzımdaki metalik tat ve... sonrasında gelen o sonsuz boşluk. Aniden, keskin ve soğuk hava ciğerlerime doldu. Canım yandı. Refleks olarak bağırmak istedim, “Neredeyim?“ demek istedim. Ama boğazımdan çıkan tek şey, kontrolsüz ve tiz bir çığlık oldu. “Ingaaaa...!“ Bu ses... benden mi çıkmıştı? Ciğerlerim yanıyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım ama ışık o kadar parlaktı ki retinama iğneler batıyor gibi hissettim. Görüntü bulanıktı, her şey birbirine girmiş renklerden ibaretti. Vücudumu hissetmeye çalıştım. Kollarım, bacaklarım... Hareket ettirmek istedim ama kaslarım komutlarımı dinlemiyordu. Sadece rastgele sarsılıyorlardı. Kendimi tamamen aciz, bir et yığını gibi hissediyordum. 17 yaşında, sokaklarda hayatta kalmayı öğrenmiş Okamura Minori, şimdi kendi başını bile dik tutamıyordu. Bu acizlik hissi, ölümden bile daha korkutucuydu. Sonra bir koku duydum. Süt ve çiçek kokusu. Bu koku, içimdeki paniği garip bir şekilde bastırdı. Bulanık görüntünün içine bir gölge girdi. Devasa eller beni kavradı ve havaya kaldırdı. Bir kadın sesi duydum. Yumuşak, yorgun ama şefkat dolu bir ses. Anlamadığım kelimeler söylüyordu. Dil... Japonca değildi. Hiç duymadığım, garip tonlamaları olan bir lisandı. Kadın beni göğsüne yasladı. Kalp atışlarını duyabiliyordum. Başım istemsizce omzuna düştü. Gözlerimi zorlayarak yüzüne bakmaya çalıştım. Görüntü yavaş yavaş, çok az da olsa netleşti. Gördüğüm ilk şey, yüzünün etrafından dökülen parlak, altın sarısı saçlardı. Yüzünde yorgun bir gülümseme vardı. Dudakları hareket ediyordu. Bana bakıyor ve sürekli aynı ses dizisini tekrarlıyordu. “...Aki...“ Ses tonundan bunun bana yönelik olduğunu anladım. “Aki.“ Bu bir isim miydi? Benim ismim miydi? Sonra odada başka bir ses gürledi. Kalın, derin bir erkek sesi. Korkutucu geliyordu ama kadın bu sese gülümseyerek karşılık verdi. Adam yaklaştı, devasa gölgesi üzerimize düştü. Kadına bir şeyler söyledi ve kadın ona “Tetsu“ diye hitap etti. Ya da ben öyle sandım. Adam parmağını uzattı ve yanağıma dokundu. Parmağı, neredeyse kafam kadardı. O an dehşetle gerçeği kabullendim. Ben... bir bebektim. Ölmüş ve yeniden doğmuştum. Reenkarne olmuştum. Eski hayatımdaki o “Isekai“ saçmalıkları gerçekmiş meğer. Ama bu... hiç de o hikayelerdeki gibi havalı değildi. Altıma yapıyordum, konuşamıyordum, göremiyordum ve sürekli üşüyordum. Bu bir lütuf değil, bir hapishaneydi. Günler, haftalar geçmeye başladı. Zaman kavramını yitirmiştim. Sadece yiyor, uyuyor ve etrafı izliyordum. Yetişkin bir zihne sahip olup bebek bedenine hapsolmak, zihinsel bir işkenceydi. Ama yapacak bir şey yoktu. Tek çarem gözlemlemek ve öğrenmekti. Bu dünyanın Japonya olmadığını anlamam uzun sürmedi. Elektrik yoktu. Geceleri odayı aydınlatan şey ampuller değil, duvardaki taşların içinden çıkan garip bir ışıltıydı. Ve asıl şoku, o ışığın kaynağını anladığımda yaşadım. Bir gece, beşiğimde huzursuzca kıvranıyordum. Annem, o sarı saçlı kadın yanıma geldi. Elini kaldırdı ve parmaklarını şıklattı. Bir çakmak yoktu. Bir kibrit yoktu. Ama parmağının ucunda küçük, yumuşak bir ışık küresi belirdi. Gözlerim kocaman açıldı. Bu bir illüzyon değildi. Bilimsel bir açıklaması yoktu. Bu... büyüydü. Annem o ışık küresini beşiğimin üzerinde döndürerek beni sakinleştirdi. O an anladım. Burası sadece geçmiş zaman değil, bambaşka kuralları olan fantastik bir dünyaydı. Ben de bu dünyanın bir parçasıydım. Osaki ailesinin yeni üyesiydim. Aylar geçti. Hareket kabiliyetim arttıkça, etrafı daha iyi anlamaya başladım. Konuşulan dili sürekli dinliyor, kelimeleri hafızama kazıyordum. Bebekler ağlarken ben dinliyordum. “Anne“, “Baba“, “Yemek“... Basit kelimeleri zihnimde eşleştiriyordum. Dördüncü yaşıma geldiğimde, dili artık akıcı bir şekilde anlayabiliyor ve konuşabiliyordum. Ailem benim bir “dâhi“ olduğumu düşünüyordu çünkü kimse bir çocuğun bu kadar hızlı öğrenmesini beklemiyordu. Ama asıl sırrım zekam değil, keşfettiğim o güçtü. Bir gün, bahçede oynarken elimi sivri bir taşa kestim. Canım yandı. Parmağımın ucunda kırmızı, koyu bir kan damlası belirdi. Normalde akıp gitmesi, toprağa düşmesi gerekirdi. Ama ben o kana baktığımda... tuhaf bir bağ hissettim. Sanki o kan damlası, hala vücudumun bir parçasıymış gibiydi. Kolumu hareket ettirmek kadar doğal bir hisle, ona “durmasını“ emrettim. Ve kan damlası, havada asılı kaldı. Yerçekimine meydan okuyordu. Benim irademle hareket ediyordu. Büyü değildi. Annemin yaptığına benzemiyordu. Bu, sadece bana ait, içgüdüsel bir şeydi. O gün bu güce bir isim verdim. “Kan Bağı.“ Mai’yi koruyamamıştım. O çaresizliği, o zayıflığı bir daha asla tatmak istemiyordum. Bu yeni hayatta, bu yeni dünyada ve bu yeni güçle... Yemin ettim. Bir daha asla zayıf olmayacaktım.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.