Yukarı Çık




2   Önceki Bölüm 

           
Yanlarına gittim. Artık güvendeydiler.
Onlara döndüm ve konuşmaya başladım:
“Merhaba, ben…“
Daha sözümü bitiremeden araya girdiler. İki kız çocuğu korkuyla, “Teşekkür ederiz!“ dedi. Yüzlerinde hâlâ o mahcubiyet ve gerginlik vardı. Belli ki bu kurtarma karşılığında bir şey yapacaklarını zannediyorlardı.
Ama erkek olan teşekkür etmedi. Kızlar bir adım geri çekilince hemen onların önüne geçti. Benden bir yaş kadar küçük duruyordu ama korumacı bir tavrı vardı.
Sinirli bir bakış ve ses tonuyla sordu:
“Sen de kimsin? Neden bizi kurtardın? Amacın ne?“
Gülümsedim.
“Sizi satacaklarını düşündüm. O yüzden kurtarmak istedim. Ayrıca çocukları seviyorum. Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum.“
Oğlan alaycı bir şekilde, “Heee? Sen de çocuksun,“ dedi.
Hepimizin küçük olması sanırım gerginliği biraz azalttı. En azından bıçaklı bir saldırı beklemeleri gerekmediğini anlamışlardı. Nao hâlâ şüpheci bakıyordu ama kız kardeşleri artık bana doğru, biraz daha güvenle bakmaya başlamıştı.
“Burası tehlikeli,“ diye açıklamaya devam ettim. “Sizi güvenli bir yere götürebilirim. Malikânemin arazisinde ıssız bir bekçi kulübesi var. Orada kimse sizi rahatsız etmez.“
Üç kardeş birbirlerine baktı. Açıkça seçenekleri yoktu. Soğuk, karanlık orman ya da tanımadıkları ama onları kurtaran birinin sunduğu sığınak...
Nao, kız kardeşlerinin sessiz onayını görünce, bana döndü ve kısaca başını salladı.
“Peki. Gidelim.“

Sabah olmadan onları gizlice malikânemin arazisindeki bekçi kulübesine götürdüm. İçeri girip etrafa bakınca biraz rahatlamış göründüler. En azından bir çatı altındaydılar.
Onları kaçıran haydutların liderini ise malikânenin yakınındaki ormanda bir ağaca sıkıca bağlamıştım.
Çok yorulmuştum. Zihnim ne kadar yetişkin olsa da, bu beden 9 yaşında bir çocuğa aitti ve sınırlarını zorlamıştı. Çocukların kulübede uykuya daldığından emin olduktan sonra ben de malikânedeki odama gittim ve yatağa devrildim.

Ertesi sabah kalkar kalkmaz direkt onların yanına gittim. Hizmetçimizden bir şeyler hazırlamasını istemiştim. Hazırladığı meyveleri ve diğer yiyecekleri bir tepsiye alarak kulübeye girdim.
İçeri girdiğimde iki kız hâlâ yatıyordu. Erkek olan, Nao, uyanıktı ve boğazındaki o tuhaf, büyülü tasmayla uğraşıyordu.
Yemek ve meyveleri masaya bıraktığımda, hepsinin kollarındaki o şeyi fark ettim. Morluklar vardı. Ama bunlar dayak izi gibi değildi; kırmızı ve mor karışımı, bir virüs gibi yayılan düzinelerce lekeydi. Hasta görünüyorlardı.
Yavaşça Nao’nun yanına yaklaştım, karşısına oturdum.
“Biraz konuşabilir miyiz?“
Evet dercesine başını salladı ve boğazındaki tasmayla uğraşmayı bırakıp tüm dikkatini bana verdi. Yüzünde hâlâ o sinirli bakış vardı. Bana güvenmiyordu.
Haklıydı. Küçük yaşta bir çocuğun gelip bir grup haydutu katletmesi, onları kurtarması ve üstüne bir de ev sağlaması... onun için fazla garipti.
Bir an önce gitmek istermişçesine, “Hadi hızlı ol, işim var,“ dedi.
Halbuki tek “işi“ oturup o tasmayı çıkarmaya çalışmaktı.
İlk olarak kendimi tanıttım.
“Benim adım Aki. Osaki Ailesi’nin varisiyim. Peki, sen kimsin? İsmin ne?“
Sözü uzatmadı, sadece kendini tanıttı.
“Benim adım Nao. Onlar da kardeşlerim.“
“Peki, ne oldu size? Neden onların elindeydiniz?“
Sorumla birlikte yüzü düştü. Sessiz kaldı. Bir süre sadece yere baktı. Sonra, çatlayan bir sesle konuşmaya başladı.
“Haydutlar köyümüze saldırdı. Bütün köyü yaktılar, yıktılar. Herkesi kaçırmaya çalıştılar. Çoğu kişi kaçtı ama... geride kalanlar da vardı.“
Sesi titremeye başladı.
“Annem, ben ve iki kardeşim evin içinde saklanıyorduk. Bir anda içeri girdiler. Annemi almaya çalıştılar. Annem direndi... Ben de yanımda olan kırık sopayı alarak hayduta vurmaya başladım ama işe yaramadı.“
Nao’nun gözleri doldu. Sessiz sessiz, öfkeyle ağlıyordu.
“Çok zorladı ama bırakmadılar. En sonunda... annemi... canice bir kılıç saplayarak, gözümün önünde öldürdüler.“
Nefesi kesildi.
“Çok çaresiz kalmıştım. Hiçbir şey yapamadım. Tam bir aptalım. Ne annemi... ne de kardeşlerimi koruyabildim.“
Donakaldım.
“Ben... bilmiyordum. Seni kırdıysam özür dilerim.“
“Önemli değil,“ dedi burnunu çekerek.
“Ya baban? O nerede?“
“Babam bu olaydan bir hafta önce kayboldu. avlanmak için ve ot toplamak için ormana girmişti. Yanında gelmek istemiştim ama kabul etmedi, normalde hep beraber giderdik. Akşama kadar gelmesi gerekirdi ama gelmedi. Ertesi sabah babamın arkadaşlarına söyledim fakat onlar ’Bir şey olmaz, gelir. Kesin bir yerde uyumuştur’ dediler.“
Derin bir nefes aldı.
“Bekledik, bekledik... gelmedi. Ne olduğunu bilmiyoruz. Köydeki büyükler dördüncü gün onu aramaya çıktılar ama hiçbir şey bulamadılar.“
Bunu duyduktan sonra içimden, “Gerçekten zor zamanlar geçirmişsiniz,“ diye geçirdim.
“Peki, kardeşlerinin ismi ne? Ve neden kollarınızda o morluklar var? Hastalar mı?“
“Kırmızı saçlı olan Aya, sarı saçlı olan ise Kasumi.“ dedi. “Kollarımızdaki morlukları bilmiyorum. Gerçekten çok sinir oluyorum. Haydutlar bizi kaçırdıktan sonra siyah cübbeli birileri geldi ve onları ormanın içine götürdüler. Beş dakika sonra geri getirdiler ve bu morluklar vardı. Ne olduğunu sorduğumda hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Ama o gece... çok acı çektiler. Sadece ağlıyorlardı. Birkaç gün sonra aynı morluklar bende de olmaya başladı. Sanırım bulaşıcı.“
“Hmm, anladım. Bir bakabilir miyim?“
Kolunu bana doğru uzattı. Dikkatle beni izliyordu.
“Ne yapacaksın?“
Sorusuna cevap vermeden Şifa Büyüsü’ne başladım. Evde okuduğum kitaplara göre bu tarz morluklar bir “lanet“ olarak adlandırılırdı. Ve bu laneti kırmak için en az iki büyücünün aynı anda, uzun bir süre şifa büyüsü yapması gerekirdi buna rağmen iyileşme şansı %40 civarı olduğu yazıyordu.
Ama ben bunu 7 yaşındayken görmüştüm. Evimizdeki bir hizmetçide de buna benzer bir lanet vardı. Merak edip gizlice şifa büyüsü yapmıştım ve anında normale dönmüştü. Kadın şaşırmıştı, ben de ondan kimseye bahsetmemesini istemiştim.
Sanırım bu benim yeteneğimin bir parçasıydı.
Büyüye odaklandım. Yaklaşık beş saniye sonra Nao’nun kolundaki o uğursuz lekeler tamamen silinmiş, kolu eskisinden daha sağlıklı bir hale gelmişti.
Nao şok içinde kolunu hareket ettiriyor, elini açıp kapatıyordu. Bir anlığına o sinirli ifadesi gitmiş, yerine çocuksu bir mutluluk gelmişti.
Sonra bana döndü ve aniden önümde eğildi.
“Teşekkür ederim, Aki-sama! Lütfen... Kardeşlerimi de tedavi edin! Lütfen!“
Söylemesine gerek yoktu. Büyüm işe yararsa zaten yapacaktım.
Ve yaramıştı.

İlk olarak kırmızı saçlı olan Aya’nın yanına gittim. Uyurken nazikçe kolunu tuttum. Dokunduğum anda acı içinde uyandı. Gözlerini açtı, korkmuştu.
Bana baktı.
Ve o yüzü gördüğümde... donakaldım. Sanki ölü görmüş gibiydim. Şaşkındım.
Bu yüz... O’nun aynısıydı. Eski yaşamımdaki kardeşim Mai’nin yüzü.
“Aki-sama? Ne oldu?“
Arkadan gelen Nao’nun sesini duyunca kendimi toparladım. Hızla Aya’nın kolunu da tedavi ettim.
Sonra aynı şekilde Kasumi’nin yanına gittim. O, Aya’nın acı dolu sesiyle uyanmıştı. Korkuyla bana bakarken kolunu uzattı. Onu da tedavi ettim.
Hepsi mutlu olmuşlardı. Artık acı çekmiyor, gülümsüyorlardı.
Hemen sordum, “Başka bir yerinizde de var mı? Herhangi bir yer?“
Kızlar birbirlerine baktı. Nao kendi vücudunu kontrol ediyordu. Kızların yüzü kızarmıştı.
Aya utangaçça, “Sırtımda var,“ dedi.
Kasumi ise, “Benim de sırtımda var,“ diye fısıldadı.
Sanırım çocuk oldukları için utanıyorlardı. Bunları duyan Nao da kızardı. İstemediği belliydi ama kardeşlerinin iyiliği için arkasını döndü ve bana izin verdi.
“Tamam,“ dedim ciddi bir sesle. “Tedavi edelim o zaman.“
İkisini de tedavi ettim. Hepsi tekrar tekrar eğilerek teşekkür etti.
“Teşekkür ederiz, Aki-sama!“
Çok mahcup hissediyordum. Utanmıştım.

Onlar masaya koyduğum yemekleri yemeye başlarken, ben sessizce kulübeden çıktım ve eve, odama geri döndüm.
Kafam karmakarışıktı. Bu nasıl olabilirdi? Tıpkı... kardeşim gibiydi.
Saatlerce odama kapandım, düşündüm. Her düşündüğümde moralim alt üst oluyor, aklıma eski yaşamımdaki o park, o siyah araba, o travma geliyordu. Gözlerim sürekli doluyordu.
Ama şu an pişmanlığın sırası değildi.

Birkaç saat sonra, kendimi toparlayıp odadan çıktım. Ormana gittim. Saat öğlen olmuştu.
Haydut liderinin yanına gittim. Ağaca bağlı bir şekilde uyuyordu. Onu gördüğümde içimi bir öfke kapladı. Zaten kötü adamlar olduklarını biliyordum ama bu yaptıkları, insanlara yaşattıkları affedilemezdi. Hele ki çocuklara ve kadınlara acımayan insanların bana göre yaşama hakkı yoktu.
Lider uyurken etrafıma baktım. Yerde sivri uçlu bir dal parçası gördüm. Elime aldım.
Ardından, hızlı bir hareketle, liderin önden bağladığım iki elinin tam ortasından, avuçlarının içinden o dal parçasını geçirdim. O kadar hızlıydı ki, dal kırılmadı bile.
O acıyla uyandı. Çığlık attı. Gözleri kocaman açıldı, kıpkırmızı oldu.
Kafasını tuttum ve ağaca vurdum.
sesim buz gibiydi “Eğer sessiz olmazsan, bacaklarını bir taşla ezerim. Seni asla öldürmem. Sadece acı çekersin.“ dedim
Sanki kişiliğim değişmişti. Yüzüm o kadar soğuktu ki, bir seri katil gibiydim. Acıma duygum yok olmuş gibiydi.
Lider titremeye başladı. Ne kadar ciddi olduğumu anlamıştı sanırım. Olduğu yerde sarsılıyor, gözünden yaşlar geliyordu.
Bir insanın acı çekmesinden ilk defa mutlu oluyordum.
O an, keskin bir koku geldi. Altına işemişti.
Burnumu çektim, lidere baktım ve ondan bir adım uzaklaştım.
“Ahhh, ne kadar da iğrenç. Ben bile altıma işemiyorum,“ dedim küçümseyici bir ifadeyle.
Onun gururunu kırıyordum. Ama tepki vermiyordu. Sadece korkuyordu.
Önünde çömeldim ve sordum.
“Amacınız ne? Neden onları kaçırdınız?“
“B-be... Benim bir amacım yok! Sadece bize denileni yapıyorum! Özür dilerim, çok özür dilerim! Lütfen beni affedin, yalvarırım! İstediğin kadar para veririm! İstersen kadın bii...“
Son sözünü bitiremeden kulağına yaklaştım.
“Benimle dalga mı geçiyorsun lan, orospu çocuğu?“ dedim.
Gözleri büyüdü ve Sustu.
“Özür dilerim! Ne isterseniz yaparım, lütfen! Affedin beni!“ diye ağlıyordu.
Tekrar sordum.
“Amacınız ne? Her şeyi anlat.“
Korkudan anında konuşmaya başladı.
“Efendim, bir amacım yok, yemin ederim! Ben sadece bana denileni yapıyorum! Siyah cübbeli birileri geldi. Eğer onlara insanlar getirirsek bizi zengin edeceklerini, çok büyük paralar vereceklerini söylediler! Hatta verdiler bile! Anlaştıktan sonra ön ödeme olarak altı kese altın verdiler!“
Hızla nefes alarak devam etti.
“Biz de hiç beklemeden işe koyulduk. Önce maceracılardan güvenlik için adam tuttuk, sonra köylere saldırdık. Ama adamlarım o kadar aptallar ki, çoğunu ya kaçırdılar ya da öldürdüler! Efendim benim bir suçum yok, yemin ederim, lütfen beni affedin!“
Konuşurken o kadar öfkeleniyordum ki, dilini kesmeyi düşündüm.
“Bu kadar mı?“ dedim sakince. “Bütün yaşama çaban bu kadar mı?“
Terlemesi arttı.
“Hayır, efendim! Bir de şey... şey... duyduğuma göre bunu sadece bize yaptırmamışlar. Kasabada böyle duyumlar vardı. Köylerin yağmalandığı, insanların kaçırıldığıyla ilgili... Ve barda duyduğuma göre... çocuklar için daha çok para veriyorlarmış!“
Nefes nefese sustu.
“Efendim, affedin beni!“
Bütün bu süre boyunca önünde çömelmiş, başım yere bakıyordu. Sağ elimi kaldırdım, avucum açıktı. Lider titreyerek elime baktı, sonra yüzüme. Ne olduğunu anlamıyordu.
Farkına varacağı zaman çok geçti.
Avucumu kapattım. İşaretparmağımla liderin kafasını işaret ettim. “Kan Bağı“ yeteneğimle bir çubuk oluşturdum ve anında kafasından geçirdim.
Ayağa kalktım, arkamı döndüm ve sakin adımlarla malikaneye doğru yürümeye başladım.
Dört-beş adım attıktan sonra esnedim.
“Ahhh...“ dedim normal bir ses tonuyla. “Adını sormayı unuttum...“ 
“Neyse,“ diyerek yoluma devam ettim.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

2   Önceki Bölüm