Güneş ufuktan yükselirken sabahın ışıkları Anne’in yumuşak, solgun yanağını aydınlattı. Anne, atının dizginlerini sıkıca kavrayarak arabasının üzerinde oturuyordu. Serin bir esinti pamuklu elbisesinin etek ucundan usulca geçti. Sade ama temiz olan dantel işlemeler hafifçe dalgalandı. Anne derin bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı. Bir önceki gecenin yağmuru havadaki tüm tozu yıkayıp götürmüştü. Sonbahar göğü berrak ve masmaviydi. Bugün Anne yolculuğuna çıkıyordu. Dizginleri hâlâ iki eliyle tutarken gözlerini ileriye dikti. Yol çamurluydu; sayısız arabanın tekerleklerinden kalma derin izlerle doluydu. Anne bu yolda tek başına ilerleyecekti. İnce yapılı bedeni korku ve beklentiyle gerilmişti. Ama kalbinin derinliklerinde silik de olsa bir umut hissi vardı. Tam o sırada arkasından bir ses duyuldu. “Anne!! Bekle, Anne!” Anne’in köşeli, atlı arabasının arkasında, Knoxberry Köyü’nü oluşturan sade taş evler kümelenmişti. Highland Krallığı’nın kuzeybatısında yer alan bu köy, son altı ay boyunca ona bakıp kollamıştı. Anne doğduğundan beri annesi Emma ile birlikte bir yerden bir yere yolculuk ederek yaşamıştı. Knoxberry Köyü’nde geçirdiği süre, aslında hayatında bir yerde kaldığı en uzun zamandı. Uzun boylu, sarışın bir genç köyden koşarak çıktı. Bu kişi, Knoxberry’deki şekerleme dükkânını işleten Anders ailesinin tek oğlu Jonas’tı. “Ah, biliyordum!” Anne başını eğdi ve atı kamçıladı. Araba hareket etmeye başlarken arkasına dönüp el salladı. “Jonas! Teşekkür ederim, kendine iyi bak!” “Bekle, lütfen. Anne, bekle! Benden nefret mi ediyorsun?!” “Gitme sebebim bu değil— Merak etme—” diye yüksek sesle cevap verdi Anne. Nefes nefese kalan Jonas bağırdı: “Öy—öyleyse, bekle!!” “Kararımı verdim. Hoşça kal!” Aralarındaki mesafe hızla açıldı. Jonas yavaşladı ve sonunda durdu. Hâlâ soluk soluğa, dalgın bir şekilde Anne’i izliyordu. Anne son kez büyük bir el salladı ve tekrar önüne döndü. “Beni koru… anne.” O yılın erken ilkbaharında, Anne’in neşeli ve hayat dolu annesi Emma hastalanmıştı. Knoxberry Köyü’nden geçerken olmuştu bu ve orada kalmışlardı. Köy halkı, dışarıdan gelmiş olmalarına rağmen Anne ve Emma’ya çok iyi davranmıştı. Emma iyileşene kadar kalmalarını önermişlerdi. Jonas ve ailesi, belki de aynı zanaatı paylaşmanın verdiği yakınlıkla, anne ve kıza ücretsiz bir oda vermişti. Ancak Emma hastalığından hiç kurtulamadı. Birkaç hafta önce hayata gözlerini yummuştu. “Hayatta kendi yolunu bul ve cesaretle yürü, Anne. Sen her şeyi yapabilirsin. Çok iyi bir kızsın, Anne. Ağlama.” Bunlar Emma’nın son sözleriydi. Ardından cenaze hazırlıkları ve devlet kilisesine bağlı defin işlemleri gelmişti. Anne bu görevlerle boğuşurken üzüntüsünü kalbinin yüzeyinden kayıp gitmesine izin vermişti. Yas tutmuştu ama yüksek sesle ağlayamamıştı. Emma şimdi Knoxberry Köyü Mezarlığı’nın bir köşesinde yatıyordu. Bunu düşünmek Anne’in kalbini kasvetle dolduruyordu. Annesinin ölümünden yarım ay sonra, Anne sonunda tüm işlerini bitirmiş ve yolculuğuna başlamaya karar vermişti. Üç gece önce, kendisine bakan Anders ailesine gideceğini söylemişti. “Anne, tek başına yolculuğa devam edemezsin. Bizimle köyde kalsana? Ve… belki… benimle evlenirsin?” demişti Jonas, Anne kararını açıkladıktan sonra elini tutarak fısıldamıştı. Yumuşak altın sarısı kaküllerini yüzünden itmiş, gülümsemiş ve pırıl pırıl gözleriyle Anne’e bakmıştı. “Sana karşı hep hislerim vardı, Anne.” Altı ay boyunca Jonas’la aynı çatı altında uyumuştu Anne ama hiç yakın bir konuşma yapmamışlardı. Onun gibi birinin kendisine evlenme teklif etmesini hiç beklemiyordu. Jonas yakışıklıydı ve özellikle mavi gözleri çok güzeldi. Güney krallıklarından ithal edilen lüks cam küreleri andırıyorlardı. Temelde bir yabancı olmasına rağmen, Jonas o gözlerle ona baktığında Anne kendini şaşkın hissetmişti. Anne teklifi almaktan mutsuz değildi. Ama gitmeye kararlıydı. Vedalaşmaya giderse Jonas’ın onu durdurabileceğini biliyordu. Bu yüzden köyden gizlice, sabahın erken saatlerinde ayrılmaya çalışmıştı. Yine de fark etmiş olmalıydı. Jonas peşinden gelmişti. “Evlilik…” Kelime ağzından dalgınca döküldü. Anne bu kavramın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığını hissediyordu. Jonas köydeki kızların çoğunun ilgisini çekerdi. Elbette bunun bir sebebi de ailesinin başarılı bir şekerleme dükkânı işletmesiydi. Knoxberry gibi taşra bir kasabada yaşamasına rağmen Jonas, en büyük şeker ustası gruplarından biri olan Radcliffe Atölyesi’nin kurucusunun soyundandı. Radcliffe Atölyesi’nin bir sonraki ustası olarak seçilme ihtimali olduğu söyleniyordu. Yakında, eğitim için kraliyet başkenti Lewiston’a gideceği konuşuluyordu. Bu köyde dolaşan büyük söylentiydi. Bir loncanın lideri olarak, şansı yaver giderse vikont bile olabilirdi. Kırsal bir köyün kızları için Jonas bir prens gibi görünmüş olmalıydı. Buna karşılık Anne, on beş yaşında olmasına rağmen küçücük yapılıydı. Zayıftı, uzun kolları ve bacakları vardı; arpa renginde kabarık saçları bulunuyordu. Gittiği her yerde “korkuluk”a benzediği için onunla alay edilirdi. Mal varlığına gelince, elinde eski bir köşeli araba ve yıpranmış bir at vardı. Zengin sarışın prens, zavallı küçük korkuluğa evlenme teklif etmişti. Bu, bir tür rüya gibiydi. “Her neyse. Prensin benim gibi bir korkuluğa gerçekten âşık olması imkânsız,” diye mırıldandı Anne acı bir gülümsemeyle ve atı kamçıladı. Jonas her zaman çapkın biriydi. Özellikle kızlara karşı çok tatlı davranırdı. Anne, onun gibi birinin kendisine evlenme teklif etmesinin tek sebebinin durumuna acıması olduğundan emindi. Anne acıma duygusuyla evlenmek istemiyordu. Bir prensle evlenip masal prensesi gibi mutlu yaşamak ona pek de anlamlı bir hayat amacı gibi gelmiyordu. Jonas’tan nefret etmiyordu. Ama onunla bir hayat sürme düşüncesi de cazip değildi. Kendi ayakları üzerinde durmak ve dünyada kendi yolunu açmak istiyordu. İstediği hayat buydu. Anne’in babası, doğumundan kısa süre sonra bir iç savaşta savaşmak üzere askere alınmış ve ölmüştü. Ama Emma, Anne’i tek başına büyütmüş ve hayatta kalmıştı. Bunu yapabilmesinin sebebi, bir Gümüş Şeker Ustası olarak sahip olduğu olağanüstü yeteneklerdi. Highland Krallığı’nda pek çok şeker ustası vardı ama taç tarafından en iyilerin en iyisi olarak tanınan Gümüş Şeker Ustaları çok nadirdi. Emma yirmi yaşında Gümüş Şeker Ustası olmuştu. Sıradan şekerlemecilerin yaptığı tatlılar, Gümüş Şeker Ustalarının yaptığı tatlılarla kıyaslanamazdı; onlarınki çok daha yüksek fiyatlara satılırdı. Ancak kırsaldaki kasaba ve köylerde pahalı şekerlemeler pek alıcı bulmazdı. Lewiston’da ise talep çok daha fazlaydı. Ama ünlü Gümüş Şeker Ustaları kraliyet başkentine akın ettiğinden rekabet etmek ve öne çıkmak zordu. Bu yüzden Emma, krallık boyunca seyahat etmeyi ve şekerlemelerine ihtiyaç duyan müşteriler aramayı seçmişti. İnatçı ama sınırsız bir neşeye sahip olan Emma, yolculuk etmeyi her zaman sevmişti. Yolculuk zor ve tehlikeliydi ama kendi geçimini sağlamış, kendi yolunu çizmişti. Bu eğlenceliydi. Keşke ben de annem gibi bir Gümüş Şeker Ustası olabilsem. Anne bunu her zaman belirsiz bir his olarak taşımıştı. Bu yüzden Emma öldüğünde ve Anne hayatını nasıl sürdüreceğine karar vermek zorunda kaldığında, annesine duyduğu derin sevgi ve saygı, kalbinde kararlılığa dönüşmüştü. Bir Gümüş Şeker Ustası olacağım. Ama Gümüş Şeker Ustası olmak sıradan bir iş değildi. Anne bunun çok iyi farkındaydı. Her yıl Lewiston’da kraliyet ailesinin himayesinde Kraliyet Şekerleme Fuarı düzenlenirdi. Gümüş Şeker Ustası olabilmek için Anne’in bu fuara katılması ve birinciliği kazanana verilen kraliyet madalyasını alması gerekiyordu. Emma yirmi yaşındayken Kraliyet Şekerleme Fuarı’na katılmış ve kraliyet madalyasını kazanmıştı. Bundan sonra kendisine Gümüş Şeker Ustası denmesine izin verilmişti. Şekerlemeler, şeker elmalarından rafine edilen gümüş şeker kullanılarak yapılırdı. Başka hiçbir şeker türüyle bu şekerlemeler yapılamazdı. Çünkü başka hiçbir şeker bu kadar güzel sonuçlar vermezdi. Gümüş şekerden yapılan tatlılar; düğünlerden cenazelere, taç giyme törenlerinden ergenliğe geçiş kutlamalarına kadar her türlü törende kullanılırdı. Hatta denir ki, bu şekerlemeler olmadan hiçbir tören başlayamazdı. Gümüş şeker neşeyi davet eder, kederi uzaklaştırırdı. Tatlı bir mutluluğun vaadini taşıdığı söylenir ve kutsal bir yiyecek olarak kabul edilirdi. Highland hâlâ periler tarafından yönetildiği çağlarda, perilerin gümüş şeker şekerlemeleri yiyerek ömürlerini uzattıklarına inanılırdı. Gümüş şekerle yapılan güzel şekerlemeler, “öz” adı verilen gizemli bir enerji içerirdi. Elbette insanlar, gümüş şeker ya da şekerleme tüketerek ömürlerini uzatamazdı. Ama bu gizemli enerjinin bir kısmını içlerine alabilirlerdi. Gerçekten de insanlar güzel şekerlemeler yediklerinde, hayatlarında beklenmedik bir iyi talih belirmeye başlar ve daha şanslı olurlardı. İnsanlar bunu birkaç yüz yıl içinde fark etmişti. İşte bu yüzden hükümdarlar, Gümüş Şeker Ustaları için katı nitelikler belirlemişti. Kraliyet ve soylular, kendilerine sayısız kutsama ve büyük mutluluk getirecek en kutsal ve en cezbedici şekerlemeleri isterdi. Krallığın huzuru için dua edilen büyük sonbahar festivalinde bile, şekerlemenin nasıl sonuçlandığı ülkenin kaderini belirleyebilirdi. Her zamanki gibi, yıllık Kraliyet Şekerleme Fuarı sonbaharın sonunda Lewiston’da düzenlenecekti. Anne bu fuara katılmayı ve her yıl yalnızca bir kişiye verilen Gümüş Şeker Ustası unvanını kazanmayı amaçlıyordu. Emma’nın ölümünden sonra krallıkta yirmi üç Gümüş Şeker Ustası kaldığını duymuştu. Bu, kolay kazanılacak bir unvan değildi. Ama Anne kendine güveniyordu. Sonuçta, bir Gümüş Şeker Ustası’nın yanında on beş yıl boyunca asistanlık yapmış olması boşuna değildi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.