Xu Qing düzenli bir insandı. Bir şeyi “olur” ya da “olmaz” diye kafasında netleştirdi mi, gerisine fazla takılmaz, sıradaki adıma geçerdi. Jiang He lapa ve turşu eşliğindeki sade yemeğini bitirdiğinde saat akşam sekize yaklaşıyordu. Xu Qing elindeki kalemi bıraktı, masadaki kapları ve ambalajları topladı, kenara koydu. Sonra hançeri eline alıp çevirmeye başladı. “Şu an 1200 yıl sonrasındasın. Bunu kabul etsen de etmesen de, bundan sonrası bu bilgi üzerinden yürüyecek. Anladın mı?” Malum söz vardır ya, “Birinin yemeğini yedin mi dilini tut, eşyasını aldın mı sesini çıkarma.” Jiang He karnını tutup hafifçe iç çekti. Hâlâ Xu Qing’e tam anlamıyla inanmıyordu ama içten içe bir şey dememeye karar verdi. Dinlemeye hazırdı. Xu Qing onun bu tavrını fark etti ama üzerinde durmadı. Elindeki demir hançeri evirip çevirirken konuşmaya devam etti: “Birincisi, burası tamamen güvenli. En azından bu odada öylesin. Hatta diyelim ki beni kestin — cesedim çürümeden önce burda 7 gün rahat yaşarsın.” Jiang He hiçbir şey demeden dinlemeye devam ediyordu. Xu Qing ise: “O yüzden şu kılıç paranoyasını bir kenara bırak. Buradaki her şey sana garip gelebilir, mesela bu.” Elindeki hançerle kırık televizyonu tıkladı. “Bu sadece ses çıkaran bir alet. Eğlence için var. Zararsız yani. Bu gibi bir sürü şey var, bak bu da mesela...” Telefonunu çıkardı, müzik uygulamasını açtı ve rastgele bir şarkı başlattı. Hoparlörden yumuşak bir melodi yükseldi. Jiang He hafifçe irkildi, ama gözünü telefondan ayırmadı. “Bunları anlatıyorum ki aklında soru kalmasın. Yaptığım her garip şey, senin zamanına göre garip. Ama burada hepsi normal. Sakın yanlış anlama, sana zarar verecek bir şey yapmam.” Bir eliyle televizyonu işaret etti, sonra müziği kapattı. Arkasına yaslandı, derin bir nefes aldı, gözünü Jiang He’ye dikti. “Anladın mı?” Yanlış anlaşılma ihtimalini sıfıra indirmeliydi. Çünkü, malum... kılıçlı bir kızla aynı evde yaşıyordu. Jiang He sessizce baktı, sonra başını salladı. “Şimdi gelelim dış dünyaya. Orası biraz karışık. Şu anki dünya genel olarak barış içinde. Herkes sakin, huzurlu yaşıyor. Benim için güvenli ama senin için... sıkıntılı.” “Neden?” “Çünkü bir anda belirdin. Kılıçla ortalıkta dolaşırsan, insanlar seni tehdit sanır.” Xu Qing yavaş yavaş, aklından cümleleri tartarak devam etti: “Şöyle düşün: Saraya elinde kılıçla girsen, kesin yakalanırsın, değil mi? Aynı onun gibi. Yani senin... buraya ait olmadığın çok belli.” Bunu derken koltuktan kalktı, yatak odasına gitti, cüzdanını alıp döndü. İçinden kimliğini çıkarıp Jiang He’nin önüne koydu. “Bu bir kimlik kartı. Burada herkesin doğumunda bir numarası olur. Suç işlersen ya da kaçarsan bu kartla yakalanırsın. Polisler düzenli olarak sokakta kontrol yapar. Yani bu kartı gösteremeyenler sorgulanır.” “Eğer kimliğin yoksa ve bir kontrolde yakalanırsan... her şey ortaya çıkar. Ve sonrası pek iç açıcı olmaz. Ne olacağı belli değil ama iyi bir şey olmayacağı kesin.” Kısa bir duraksamadan sonra devam etti: “Burada yasalar serttir. Polisler ciddi eğitimlidir. Birini yaralarsan kesin yakalanırsın. Direnirsen — vururlar. Sokakta kılıç taşımak bile yasak, anında dikkat çeker.” Çn: Nereden bahsetmediğini tahmin edebiliyorum. Xu Qing olayın özünü anlattı. Jiang He’ye neleri yapmaması gerektiğini, nelere dikkat etmesi gerektiğini tane tane söyledi. Çünkü bu kız — 1200 yıl geriden gelen bir dövüşçüydü ve şimdilik en önemli şey dikkat çekmeden yaşamasıydı. Yoksa... Tüm ülkeye haber olurdu. “Yani…” dedi Jiang He, “Ben... kaçak mı oldum şimdi?” “Hmm... öyle de denebilir. Ama sonuçları çok ağır,” dedi Xu Qing, biraz düşünerek. “Yani... resmiyette kaydı olmayan bir köle gibi düşün. Yakalanırsan ciddi dert.” Kızın yüzü biraz değişince hemen toparladı: “Mecaz yani! O kadar ciddi işte!” Dışarıda yağmur iyice hafiflemişti. Saat sekizi biraz geçiyordu. Üst kattan sandalye sürüme sesleri geliyordu. Sokaktan ise arada kornalar. Xu Qing yerinden kalktı, pencereye yürüdü. Dışarı baktığında sokak lambalarının solgun ışığı ve uzaktaki otel tabelalarının sarı-kırmızı neonları göz kırpıyordu. Ev zemin kattaydı. Yani dış dünya sadece bu camın ötesi değildi — bambaşka bir gezegendi adeta. Hele bir de kimliği yoksa, bırak antik çağdan geleni, normal biri bile sokakta zor yaşardı. Kız için bu kapıdan çıkmak = ölüme yürümek. Araştırma için kaçırılması da ölümden farksızdı zaten. “Yani tüm bunların özeti şu,” dedi Xu Qing, pencereye arkasını dönerek. “Şu an bu dünyada tehlikedesin.” “Böyle bir karşılaşma — biri 1200 yıl önceden çıkıp gelmiş — çok acayip. O yüzden sana yardım etmek istiyorum. Elimden geleni yapacağım. Saklanman, adapte olman, bu dünyaya alışman için.” “...Peki sana nasıl güveneceğim?” dedi Jiang He, başını eğerek. O, Xu Qing kadar hızlı adapte olamıyordu bu garip duruma. Aklı hâlâ bin yıl öncesindeydi. Ama üzerindeki kıyafet, ayağındaki terlik, başının üstündeki ışıklar, banyodaki mucizevi aletler, dışarıdaki devasa yapılar ve metalden dev kutular… Hepsi yabancıydı. Ne duyduğu ne gördüğü... hiçbir şey tanıdık değildi. Yalnızlık ve korku içini kemiriyordu. Sadece kılıcını alıp eve dönmek, bu kabus gibi dünyadan uyanmak istiyordu. “Eğer bana güvenmiyorsan... burada yollarımız ayrılır,” dedi Xu Qing. Pencereden masaya döndü, hançeri kızın önüne koydu, hafifçe itti. “Sana yardım etmek kolay değil. Bu çağda eğer dövüş yeteneklerini ortalıkta sergilersen... anında internete düşersin. Gizli kalamazsın. O yüzden bana güvenmen şart. Aksi takdirde elimden bir şey gelmez.” Jiang He uzun uzun Xu Qing’e baktı. Söylediklerini tartıyordu — doğru muydu, değil miydi? “Tesadüfen karşılaşmak...” “Bu dünyayı tanıdıkça anlayacaksın,” dedi Xu Qing, rahat bir tavırla. Bu kızı gören 100 kişiden 90’ı ya polise verirdi ya da viral olur diye peşinden koşardı. Ama belki... işler yolunda giderse, Xu Qing bir gün “Dokuz Göğün Sekiz Uçsuz Bıçaklı Yüksek Seviye Kılıç Sanatı”nı falan öğrenirdi, kim bilir? “Peki şimdi ne yapacağım?” “Şey…” Xu Qing başını kaşıdı, biraz düşündü. “Şu an en ön emli şey kimliğini gizlemek. Gerisini... akışa göre hallederiz.”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.