Üç tur içkinin ardından, şişlerin neredeyse hepsi bitmişti, geriye sadece iki bira kalmıştı.
Qin Hao, yüzü kızarmış bir halde, dedektif olacağından, büyük davalar çözeceğinden ve bir gün televizyona çıkacağından bahsederek böbürleniyordu.
“Evet evet, sensin en iyisi.”
Xu Qing, babasından miras kalan içki dayanıklılığı sayesinde hâlâ ayakta, biraz sersemlemiş olsa da hâlâ kendindeydi. “Eve gidebilecek misin? Yarın yine yaşlı teyzelerin kavgasına gitmen lazım, ona göre.”
“Boşver arabuluculuğu… Garson, hesap!”
“Ben hallederim.”
Hesap konusunda fazla tartışmadılar; Xu Qing doğrudan ödedi. Qin Hao’yu taksiye bindirip uğurladıktan sonra tekrar tezgâha döndü. Bir süre düşündükten sonra, birkaç et şişi ve biraz balık tofusu paketlettirdi.
Barbekü dumanlarının geceye karıştığı o hafif esintili sokakta, Xu Qing’in içinden bir sigara içme isteği geçti. Cebini yokladı, ama sonra sigarayı bıraktığını hatırladı.
Kendi kendine güldü—başına biraz dert almıştı ama… hoşuna gidiyordu da.
Tang Hanedanı’nda da ay bu kadar yuvarlak mıydı acaba, diye düşündü.
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Sonsuz bir tarih parşömeni gibi, geçmişle dolu bir boşluk. Ama şimdi, o toz taneciklerinden biri dışarı fırlamıştı.
Ve onu bulan da kendisiydi.
### …
Saat 21:30’da eve döndü. Jiang He hâlâ kanepede oturuyordu, bilgisayarda bir şey izliyor, kucağındaki Winter Melon’u severken kedi mırıldanıyordu.
Kedi ve insanın o sade görüntüsü Xu Qing’in içini ısıttı. Elindeki poşeti göstererek, “Acıkmışsındır diye düşündüm, biraz daha yiyecek getirdim,” dedi.
“Teşekkür ederim.”
“Hmm?”
“…genç kahraman.”
“Önemli değil.”
Xu Qing eliyle geçiştirdi, poşeti masaya koyup açtı, ardından buzdolabından iki kutu yoğurt çıkarıp birini Jiang He’ye uzattı.
Alkol kokusunu alan Jiang He, burnunu kıvırdı. “Çok mu içtin?”
“Az biraz. Birkaç şişe.” Xu Qing kapağı açıp gösterdi: “Bu yoğurt. Önce kapağını yalamalısın.”
Yoğurdun en güzel kısmı kapakta olurdu—ritüel gibi bir şeydi bu.
Jiang He onu taklit etti, dilini çıkarıp kapağı yaladı. Gözleri parladı.
“Güzel, değil mi?”
“Çok güzel.”
“Hehe… hadi, soğumadan ye.”
Xu Qing güldü, bir yandan da ekranındaki videoya göz attı ve izlediği şeyi durdurdu. Sonra pijamalarını almak için odasına gitti, ardından duş aldı.
Eve gelip ışıkların yandığını ve birinin seni beklediğini bilmek… uzun süredir yaşamadığı bir sıcaklıktı bu.
“Şimdiki hayat o kadar rahat ki… her gün duş alabiliyorsun. Su tasarrufu falan yapmana gerek yok artık.”
On dakika sonra, saçını kurularken dışarı çıktı. “Şu kıyafet işini de hallettik, değil mi?”
Jiang He kısa bir duraksamayla başını eğdi, ama cevap vermedi.
Xu Qing de üzerine gitmedi. Zaman gece 22.00’yi bulmuştu. Saç kurutma makinesini gösterdi, nasıl kullanıldığını anlattı, ardından bilgisayarı kapatıp yatağına gitti.
Sıcak ve huzurlu bir şekilde uykuya daldı.
### …
Salon tarafında, Jiang He saç kurutma makinesini inceledi bir süre. Xu Qing’in odasının sessizleştiğini duyunca odasına gidip kıyafetlerini aldı. Xu Qing’in aldığı uyku kıyafetleri aslında gayet sadeydi ama yine de biraz rahatsız hissediyordu. Gözleri köşede duran iç çamaşırlarına takıldı.
Elini sırtına götürdü, parmaklarıyla dokundu. Kaşları çatıldı, sonra banyoya yöneldi.
Geceyi yıkanma sesi doldurdu; yalnızlık, sessizliğe karıştı.
Geleceğe dair net bir fikri yoktu Jiang He’nin. Ama elinden geleni yapacaktı. Gizli endişelerini içine gömüp bu dünyayı tanımaya devam edecekti.
Neyse ki karşısına iyi kalpli bir genç kahraman çıkmıştı. Her şeye yavaş yavaş alışabilirdi.
O gece sorunsuz geçti.
### Ertesi Sabah
Hafta sonu olmasına rağmen, Xu Qing erkenden kalktı. Güneş henüz doğmamışken, salonda oturmuş bir önceki geceki haberleri tekrar izliyordu.
Kısa süre sonra Jiang He kapısını açtı. Biraz terlemişti, Xu Qing’in not defteriyle haber izlediğini görünce banyoya gidip yıkandı.
Haber izlemek, bilgiyi süzmek ve önemli noktaları yakalamak isteyenler için beceri isterdi. Xu Qing artık bu konuda ustalaşmıştı.
Jiang He’nin o ilk dikkat çeken saman ayakkabıları gibi… o gün o ayakkabılar olmasa, belki de olan biteni fark etmeyecekti.
Çöpte duran o yıpranmış ayakkabılara bir kez daha baktı.
“Çalışıyor musun yine?” diye sordu Jiang He, hâlâ bu dünyadaki ekonomik sistemi tam çözememişti.
Evde oturup uzaklardan birilerini izleyerek çalışmak… tuhaf geliyordu.
Kaşlarını çattı. Şüpheyle sordu: “Sen… bir zabıt mısın?”
Zabıtlar (memurlar), halkı korumak için gözetleme yaparlardı. Xu Qing’in yaptığı da ona bunu hatırlatmıştı.
“Hayır, değilim. Olsaydım… senin kimlik işin çok daha kolay olurdu.”
Neredeyse “teslim ederdim seni” diyecekti ama sonra sustu. Zaten bir memur olsa bile Jiang He’yi teslim etmezdi.
Antik dönemden gelen dövüş sanatları ustası… daha ne olsun?
“Aç mısın? Nadir bir erken sabah. Kahvaltı almaya gideyim.”
Jiang He, bilgisayarı kullanmakta artık biraz daha iyiydi. Videoları değiştirebiliyordu.
“Tamam.”
“Gelmek ister misin?”
Jiang He tereddüt etti ama sonra başını iki yana salladı. “Yakınsa, gerek yok.”
“Peki, ben gidiyorum. Sen evde kal.”
Bilgisayarı ona bıraktıktan sonra Xu Qing telefonunu aldı, sabah güneşi eşliğinde dışarı çıktı.
### …
Hava açıktı, esinti hafifti.
Site girişinde birkaç komşu sabah kahvaltısından sonra toplanmış, sessizce konuşuyordu. Güvenlik görevlisi Zhao Amca ise çok ciddiydi, bir kenarda sessizce dinliyordu.
“Xu, Xu!”
Uzaktan onu gören Cheng Teyze gizemli bir ifadeyle el salladı.
“Hayırdır Teyze Cheng? Amca Chen? Gizli bir plan mı var yine?” diye sordu Xu Qing, yaşlı grubuna yaklaşırken.
“Son günlerde geceleri tuhaf sesler duydun mu?” diye fısıldadı Cheng Teyze, diğerleri Xu Qing’e döndü.
“Ses mi?”
Xu Qing kafasını kaşıdı. “Yok, ben gayet güzel uyudum. Ne oldu? Hırsız mı?”
“Hırsız olsa iyi!” Teyze Cheng dizine vurdu, sonra lafı Chen Aiguo’ya bıraktı.
“Chen Amca, ne oldu?”
“Burada… bir cin olabilir.”
Chen Aiguo yüzünü buruşturdu, siyah köpeği Hei Zi’nin tasmasını sallayarak konuştu: “Son zamanlarda garip bir şey gördü. Gecenin bir yarısı durup dururken havlıyor… Birkaç gece önce öyle korktu ki yatağın altına saklandı, kuyruğu bacaklarının arasında…”
“Wang Amca da dedi, tam uykuya dalacakken köpeğin sesiyle uyanmış, camda bir gölge görmüş. Şöyle—vızt, kaybolmuş,” dedi Cheng Teyze, eliyle gölge gibi bir hareket yaparak.
“Haa?”
Xu Qing şaşırdı, bir yandan gruba bakıyor, bir yandan da Zhao Amca’ya odaklanıyordu. “Zhao Amca, sen bir şey gördün mü?”
Zhao Amca elindeki sigarayı titrek bir elle tuttu. Derin bir nefes aldı, gözlerini gökyüzüne dik ip yavaşça konuştu:
“Görmedim… ama kameraya takıldı.”
Onca yaşına rağmen, dine inanmayan biriydi. Ama şimdi… korkuyordu. “…”
“…”
**Gerçekten… cin mi var?!**
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.