Grup, güvenlik kamerası kayıtlarını izlemek için güvenlik odasına girdi. Cheng Yulan’ın alnı çoktan terlemişti; içeri girmeden önce bir an tereddüt etti.
Bir hayaletin kameraya yakalanmış olması fikri bile korkunçtu.
Xu Qing de huzursuzdu; neredeyse emindi — bu “hayalet” Jiang He’ydi!
Yalnız, lütfen yüzü görünmesin…
“İşte o,” dedi Zhao Amca, monitörle uğraşarak birkaç gece öncesinin görüntüsünü açtı, sonra gruba döndü. “Korkmayın, sadece kısa bir an görünecek.”
Cheng Yulan bir adım geri çekildi, Xu Qing’e baktı.
“Xiao Xu, sen gençsin. Sen geç öne.”
“…”
Xu Qing başını kaşıdı. Ne olacaksa olsun, yüzleşecekti. Ne çektiklerini bir görelim.
Zhao Amca ciddi bir ifadeyle “oynat”a bastı. Ekranda karanlık bir gece sahnesi belirdi, henüz bir hareket yoktu. Herkes nefesini tutmuş, boynunu uzatarak, o tüyler ürpertici siluetin belirmesini bekliyordu.
Bir süre sonra ekran değişti.
“Hareket etti! Hareket etti!”
“Ne o?!”
“Gerçekmiş!”
Kalabalıktan bir inilti yükseldi; Xu Qing ise içten içe rahat bir nefes aldı. Ekranda sadece hızla geçen siyah bir gölge vardı, ne olduğu seçilemiyordu.
“Devamı var,” dedi Zhao Amca.
Açıyı değiştirdi, gruba dönüp yeniden oynattı.
Ay ışığı altında, gölge duvarın köşesinden süzülüp yukarı tırmandı, sonra dışarıya doğru süzüldü… Kamerada, insan biçiminde büyük bir gölge hızla duvar boyunca kayıp gitti; ürkütücü biçimde gerçek görünüyordu.
Daha kimse tepki veremeden Zhao Amca bir başka görüntü açtı. Bu seferki sabaha karşı çekilmişti, ışık biraz daha fazlaydı. Görüntü daha netti; siyah gölge duvar boyunca kayıyor, sonra birden kayboluyordu.
Video bittiğinde herkes sus pus olmuştu. İçlerine bir ürperti çöktü.
“Bu… bu da ne böyle…” diye mırıldandı Cheng Yulan, tüyleri diken diken olmuştu, kollarını ovuşturdu.
Ne korkunç bir şeydi bu.
“Polisi mi çağırsak?”
“Polis hayalet mi yakalar?”
“O zaman ne yapacağız… Ben polislerin şapkalarındaki amblemin şeytana karşı koruma sağladığını duydum, onlar korkmazlar.”
“Bir dakika…” dedi Chen Amca, hâlâ tedirgindi ama sesi kararlıydı. “Bunu gizli tutmamız en iyisi.”
“Ne?!“ Cheng Yulan’ın sesi birkaç oktav birden yükseldi.
“Bir düşünün. Eğer sitemizde hayalet olduğu duyulursa, kim kiralamak ister burayı? Lao Liang, sen o daireyi hâlâ satabileceğini mi sanıyorsun?”
“…”
“…”
“Doğru söylüyor! Bunu dikkatlice konuşmalıyız.” Dairesini satmaya çalışan Lao Liang, telefonu elindeyken bir anda durdu.
Evini satacaktı — hayalet varmış, yokmuş, umurunda değildi! Ama eğer alıcılar duyarsa, fiyatı düşürmek için bahane ederlerdi, zarar ederdi.
“Evet, genç kiracılar korkup kaçarsa site iyice ıssızlaşır, o zaman bu şey daha da ortaya çıkabilir,” diye onayladı Xu Qing.
Kim bilir başka hangi kameralar onu kaydetmiştir… Bu düşünceyle Xu Qing’in içini endişe kapladı. Çabucak atıldı: “Bence biraz daha izleyelim. Belki sadece geçiyordu — bu arada Zhao Amca, dün geceye ait görüntüde bir şey var mıydı?”
Zhao Amca ağzında sigara tutarken düşündü, sonra başını salladı. “Dün gece hiçbir şey yok.”
“Gördünüz mü? Sadece geçiyordu,” dedi Lao Liang hemen.
Yine de grup endişeliydi; dışarı çıktıklarında gündüz ışığında üzerlerindeki o soğukluk yavaş yavaş dağılmaya başladı.
“Birini çağırıp tören mi yaptırsak?”
“Tanıdığın var mı?”
“Evinde Buda heykeli olup her gün dua eden birini tanıyorum. Ona sorayım.”
Xu Qing, onların konuşmalarını duysa da fazla oyalanmadı. Kahvaltıyı bile pas geçip doğruca eve döndü.
Jiang He hâlâ salondaydı, onu bu kadar çabuk dönmüş görünce şaşırdı.
“Gece gizlice dışarı mı çıktın?!”
“…Evet.” Jiang He kısa bir duraksamadan sonra başını salladı.
Buraya geldiği ilk birkaç gecedir etrafı keşfetmek için temkinlice dışarı çıkıyordu.
“…”
Xu Qing onun dürüstlüğü karşısında bir an afalladı.
“Nasıl mı bildim? Güvenlik kamerası… yani, ‘Bin Mil Göz’ seni kaydetmiş!”
Eğer başka kameralar da onu duvarlara tırmanırken, örümcek adam gibi zıplarken çektiyse, viral olurdu, hem de anında.
Alnını ovalayarak kanepeye oturdu, ona ciddi ciddi baktı. “Ne giymiştin o gece?”
“Siyah olanı.” Jiang He odasını işaret etti, sonra onun bakışını fark edip sordu: “Başımı mı belaya soktum?” Kısa bir duraksamadan sonra ekledi: “Maskeliydim.”
“Maske mi?” Xu Qing şaşırdı.
“Evet.” Jiang He başını salladı.
“…”
Xu Qing derin bir nefes aldı. Yüzü görünmediyse sorun yoktu.
Antik çağdan gelen birini saklamak gerçekten sinir bozucuydu…
“Bir daha dışarı çıkmak istersen bana söyle. Beraber çıkarız. Burada kaldığın sürece kendi başına dolaşamazsın.”
Xu Qing toparlanıp ciddi bir sesle konuştu: “Bu dünyada kimliğin çok tehlikeli. Sakın başına buyruk davranma, tamam mı?”
Jiang He gözlerini kırpıştırdı. “Sana sorun mu çıkardım?”
“Herkes dışarıda hayalet gördüğünü sanıyor!”
“…Hayalet mi?”
“Evet, hayalet.”
Sinirle telefonunu çıkarıp internette arama yaptı: “Antik çağdan gelip yanlışlıkla vurulan zaman yolcusu konulu film var mı? Acil soruyorum.”
Telefonunu kapatıp kanepeye yaslandı. “Şu videoları izlemeye devam et. Bu dünyayı tanıdıkça ne kadar tehlikede olduğunu anlarsın. İyi ki bana denk geldin… Eğer Cheng Teyze’ye kılıç çekecek olsaydın, şimdiye çoktan başın beladaydı.”
Kafasında sahneyi canlandırdı: Jiang He kılıcını çeker → Cheng Teyze korkudan polisi arar → polis gelir → Jiang He karşı koyar → polis onu vurur.
Bir dövüşçü ile kanun karşı karşıya gelirse, sonu genelde iyi olmazdı. Daha zayıf olsaydı sadece tutuklanırdı belki, ama onun gibi becerikli birini sağ yakalamak zordu.
Jiang He sustu.
“Eğer fazla sıkıntı çıkarıyorsam, ben…”
“Gitmek mi istiyorsun?” diye sordu Xu Qing kaşlarını kaldırarak.
“…”
“Gitmek yok. Öğrenmeye başlasan iyi olur! Ben bir şeyler söyleyeyim — dışarıdan yemek söyleyelim. Ne istersin? Hamburger? Tavuk dürüm? Kızarmış gözleme?”
Xu Qing ayağa kalkarken Jiang He’nin yüz ifadesi biraz yumuşadı. “Sağlıklı bir şey olsun. Teşekkür ederim, genç kahraman.”
Az önce düşündüğü “iyi biri” fikrini geri aldı — tam bir baş belasıydı bu adam.
Xu Qing farkında bile değildi; Winter Melon adlı kedisiyle ilgilenip kum kabını temizledi, sonra çamaşırlarını toplayıp makineye koymak için odasına gitti. “Eğer yıkanacak kıyafetin varsa buraya atabilirsin. Bu bir çamaşır makinesi — yani, kendi kendine yıkıyor. Süper pratik.”
“Tamam.”
Jiang He odasına döndü, gece giydiği siyah kıyafetleri getirip dikkatlice makineye yerleştirdi. Cihaza şüpheyle bakıyordu, çekinerek sordu: “Gerçekten temizler mi?”
“El yıkamasından bile temiz çıkar!” dedi Xu Qing, deterjanı dökerken. O anda kıyafetlerin arasından sarkan beyaz bir kumaş fark etti. Çekip çıkardı — uzun bir beyaz şerit.
“…”
“…”
Xu Qing’in yüz ifadesi dondu. Tepki vermeden önce Jiang He hızla kumaşı kaptı, başını eğip odasına kaçtı.
Onun arkasından bakan Xu Qing’in ağzı açık kaldı.
“Yok artık… Ayak bağlama mı yapıyorsun sen? Hem de o hâlde duvar mı tırmanıyorsun?!”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.