CİLT 1 BÖLÜM 1 KISIM 2: KARŞILAŞMAMIZ VE GÖZYAŞLARIM
O gece uyku ona uğramadı. Miyo’nun odası, toplamda beş metrekareyi bile bulmayan bir hizmetçi odasıydı ve zaten baştan beri son derece sadeydi. Az sayıdaki kişisel eşyasını da toplayıp kaldırınca, ortada gerçekten hiçbir şey kalmamıştı. Üvey annesiyle üvey kız kardeşi, annesinden kalan kimonoları ya atmış ya da çalmıştı. Bir zamanlar sahip olduğu diğer değerli eşyaların da sonu aynı olmuştu. Artık, kendi bedeni dışında “kendisine ait” diyebileceği tek şey; bir hizmetçi kıyafeti, çalışanlardan birinden kalma sade günlük giysiler ve birkaç kişisel bakım eşyasıydı. Ne var ki aynı günün ilerleyen saatlerinde babası, Kudou ailesini utandırmamak için, onların evine paçavralar içinde gitmesin diye ona düzgün bir kıyafet vermişti. Bu hediye, Miyo’nun gözünü nihayet açtı: Babası, onun doğru dürüst giysisi olmadığını başından beri biliyor, ama bugüne kadar bu durumu umursamıyordu. İncecik, artık alışmak zorunda kaldığı yorganına sarılı halde uyumaya çalışırken, geçmişe ait anılar bir kaleydoskop gibi gözlerinin önünden geçti. Mutlu olanlar çok uzakta kalmıştı; daha yakın olanlarsa acı ve sefaletle doluydu. Ertesi gün hiçbir şey daha iyi olmayacaktı. O gece, yalnızca hayatının yakında sona ermesini dileyerek uyumaya çalıştı. Basit bir dilek. Sanki yaşayanlar dünyasıyla ölüler âlemi arasındaki sınırda sendeleyip duruyordu. Duygusal olarak tükenmişti; bu düşünceler zihninden geçerken acı bir tebessüm bile edemedi. Kudou ailesi, Yetenek sahibi diğer soylu klanlar arasında bile özellikle seçkin bir yere sahipti. Yetenekli ailelerin neredeyse tamamı kuşaklar önce ün kazanmış, soyluluk içinde sağlam bir yer edinmişti; ancak Kudou’lar bunların çoğunun da üzerindeydi. Saray rütbesine ek olarak, kendilerine geniş topraklar da verilmişti. Miyo, ülkenin farklı bölgelerine yayılmış bu kadar çok arazi sayesinde, yalnızca kiraya vererek bile istedikleri kadar para kazanabildiklerini duymuştu. Ailenin şu anki reisi, yirmi yedi yaşındaki Kudou Kiyoka’ydı. Üniversiteden mezun olduktan sonra seçkin askerî kabul sınavını geçmiş, şu anda kendi birliğiyle binbaşı olarak görev yapıyordu. Gençliği, nüfuzu ve olağanüstü serveti düşünüldüğünde, Miyo onun oldukça gösterişli bir hayat sürdüğünü varsayıyordu. Babasının kararını açıklamasından sonraki sabahın erken saatlerinde, Miyo zayıf bedeninde tuhaf duran zarif kıyafetlerini giymiş halde evden ayrıldı. Eşyalarının bulunduğu mütevazı bohçayı sımsıkı kavrayarak Kudou malikânesine doğru yola çıktı. Daha önce hiç binmediği tramvaylarla—ona göre bir yenilikti—birkaç aktarmadan sonra, kendisine verilen adrese yakın bir yerde olduğunu düşündü. Ancak karşısına çıkan manzara, şehrin kenar mahalleleri gibiydi; ortada lüks bir malikâneye benzeyen hiçbir şey yoktu. Kudou ailesinin reisi gerçekten buralarda mı yaşıyor? diye düşündü. Şehre sadece bir taş atımı mesafede olmasına rağmen çevre çoğunlukla ormanlar, tarlalar ve ekili arazilerden oluşuyordu; aralarda yalnızca birkaç ev vardı. Şehirdekinden farklı olarak geceleri burada zifiri karanlık olacağını fark etti. Onu karşılamaya gelen kimse yoktu; evlilik görüşmelerinde de bir görücü ya da aracı bulunmamıştı. Onu şehrin dışına kadar getiren Saimori hizmetkârı geri dönmüş, Miyo’yu kırsal yolda tek başına yürümek zorunda bırakmıştı. Bir süre sonra, ormanın içinde bir eve ulaştı. Biraz daha küçük olsaydı inziva kulübesi sanılabilirdi. Bu kadar mütevazı bir yapının doğru yer olduğuna inanmakta zorlanıyordu; ama kapının önünde park etmiş otomobil, sahibinin zenginliğinin açık bir göstergesiydi. Yurtdışından getirilen arabalar, sıradan insanların karşılayabileceği şeyler değildi. Burası kesinlikle Kudou Kiyoka’nın yaşadığı yer olmalıydı. “Merhaba…” Tereddütlü kapı tıklatışı hemen karşılık buldu. “Bir dakika… İsminizi alabilir miyim?” Şefkatli görünümlü, ufak tefek yaşlı bir kadın kapıdan başını uzattı. Kıyafetine bakılırsa bir hizmetkâr olmalıydı. “Benim adım Miyo Saimori. Evlilik teklifiyle ilgili olarak Bay Kudou Kiyoka’yı görmek üzere buraya gelmem istendi…” “Ah evet, Saimori Hanım. Sizi bekliyorduk.” Kiyoka’nın ününü düşününce, Miyo onun hizmetkârlarını soğuk ve duygusuz, insanlardan çok kuklalara benzer kişiler olarak hayal etmişti. Bu yaşlı kadının güler yüzlü tavrı ve sıcak sesi onu kısa süreliğine şaşırttı. “Lütfen buyurun. Genç efendinin bulunduğu çalışma odasına sizi götüreyim.” Bu daveti alır almaz Miyo evin eşiğinden içeri adım attı. Kendi ailesinin eviyle kıyaslandığında burası oldukça küçüktü. Dış cephedeki tertemiz ahşap, yapının yakın zamanda inşa edildiğini düşündürüyordu. İçerisi de ilk başta sandığından daha rahattı. Kısa, ahşap zeminli koridorda ilerlerken kadın kendini Yurie olarak tanıttı. Gerçekten de bir hizmetkârdı ve Kiyoka’nın sütannesi olarak görev yaptığı zamandan beri bu evde çalışıyordu. “Genç efendi hakkında dolaşan pek çok kötü söylenti olduğunu biliyorum ama aslında iyi huylu bir insandır. Gerçekten de bu kadar korkmanıza gerek yok.” Yurie, Miyo’nun sessizliğini korkuya yorarak onu yatıştırmaya çalışıyordu. Oysa Miyo’nun suskunluğunun nedeni başkaydı; yalnızca kesinlikle gerekli olduğunda konuşmayı öğrenmişti, bu yüzden sessizlik onun için bir alışkanlık hâline gelmişti. Evde ne zaman ağzını açsa, haddini bilmezlik ve karşı gelmekle suçlanır, cezalandırılırdı. “Teşekkür ederim, bunu duymak içimi rahatlattı.” Aslında böyle hissetmiyordu. Onun iyi biri olup olmaması Miyo için bir fark yaratmıyordu. Asıl önemli olan, reddedildiği anda sokaklarda ölüme terk edilecek olmasıydı. Belki de bu düşünceyle barışmalıydı. Ölüm acı verici olabilirdi ama sonrasında artık acı çekmezdi. Özgür olurdu. Yurie, Kiyoka’nın çalışma odasının kapısını açtı. Miyo içeri girdi, yere diz çöktü ve derin bir saygı selamı verdi. “Tanıştığımıza memnun oldum. Benim adım Miyo Saimori.” “…” Yazı masasındaki bir işle meşgul olan Kudou Kiyoka, dönüp ona bakmadı. Miyo, açıkça izin verilmedikçe ya da emir alınmadıkça kıpırdamamayı öğrenmişti; bu yüzden eğilmiş hâlde kaldı ve cevabını bekledi. “Daha ne kadar böyle secde eder gibi durmayı düşünüyorsun?” diye sordu sonunda, alçak bir sesle. Şükürler olsun, diye düşündü Miyo, içini hafif bir rahatlama kaplarken. Beni duydu. Onun varlığını fark etmesi bile Miyo’nun gözünde bir nezaketti. Başını bir an için kaldırdı, sonra yeniden eğildi. “Lütfen beni bağışlayın…” “Bir özür istememiştim,” dedi iç çekerek. Sonunda doğruldu. Pencereden süzülen yumuşak bahar güneşiyle aydınlanan Kiyoka o kadar etkileyici görünüyordu ki, Miyo bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı. Ne kadar güzel… Miyo bu kelimenin anlamını bildiğini sanıyordu. Üvey annesiyle üvey kız kardeşi oldukça güzeldi; Tatsuishi ailesi de, Kouji dâhil, ortalamanın üzerinde bir çekiciliğe sahipti. Ama Kiyoka bambaşka bir seviyedeydi. Erkeksi bir vakarla kadınsı bir zarafeti aynı anda taşıyordu; yüz hatları kusursuz, ince ve narindi. Genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek fark etmeksizin herkes onun yalnızca yakışıklı değil, aynı zamanda ışık saçan biri olduğunu kabul ederdi. “En son gelin adayı sen misin?” diye sordu. Miyo başını sallayarak onayladı. Kiyoka yüzünü buruşturdu. “O hâlde sana şunu söyleyeyim. Verdiğim her emre itaat edeceksin. Git dersem gidersin. Öl dersem ölürsün. Şikâyet ya da itiraz duymak istemiyorum,” diye bağırdıktan sonra yeniden ona arkasını döndü. Miyo şaşkınlıkla bakakaldı. Buraya aşağılanmaya, hakarete uğramaya hazır gelmişti. Gerçekten istediği tek şey bu muydu? “Anlaşıldı.” “Hm?” “Başka bir isteğiniz var mı…?” “…” “Öyleyse, izninizle…” Yüzünde tuhaf bir ifadeyle ona döndü. Söyleyecek başka bir şeyi yokmuş gibi görünüyordu; bunun üzerine Miyo odadan çıktı. “Gitmişler! Hepsi gitmiş! Ne oldu böyle?!” Panik içindeki küçük hâlinin ağzından dökülen bu ağlamaklı sesi duyduğu anda, Miyo bunun bir rüya olduğunu fark etti. Hayatının en kötü gününe dair bir rüyaydı bu; acısıyla birlikte sonsuza dek hafızasına kazınmış olan o güne. O zamanlar hâlâ okula gidiyordu. Bir gün derslerden sonra eve dönmüş ve odasını bomboş bulmuştu. “Nerede bunların hepsi?!” Annesine ait değerli hatıralar dâhil her şey yok olmuştu: kimonolar, kuşaklar, saç aksesuarları… Hatta makyaj aynasıyla annesinin ruju bile ortadan kaybolmuştu. Miyo, bunun üvey annesinin işi olduğunu hemen anlamıştı. “Hanımefendi Miyo, ne oldu size böyle?!” Miyo’nun feryadını duyan hizmetçi Hana koşarak gelmişti. Doğduğundan beri Miyo’ya o bakmıştı; onun için adeta bir anneydi. “Her şey gitmiş! Annemin eşyaları bile!” “Aman Tanrım!” diye haykırdı Hana. “Bu nasıl olabilir?” Hana alışverişteydi ve hiçbir şey fark etmemişti. Gözyaşlarını zor tutarak defalarca özür dilemeye başladı. Miyo dudaklarını ısırdı. “Bunu üvey annem yaptı—eminim.” Miyo annesini kaybettiğinde henüz iki yaşındaydı. Babası hiç vakit kaybetmeden yeniden evlenmişti ve Miyo’nun üvey annesi Kanoko, daha ilk günden kıza nefret beslemişti. Kanoko’nun kızı Kaya, Miyo’dan üç yaş küçüktü ama şimdiden büyük bir potansiyel sergiliyordu. Annesinin olağanüstü güzelliğini miras almıştı ve çok çabuk öğreniyordu. Üstelik Yeteneklilere özgü ayırt edici yetenek olan Ruh Görüsünü de göstermişti; yani Ucube Yaratıkları görebiliyordu. Bunların hiçbiri Miyo için geçerli değildi. Miyo’nun anne ve babası, doğaüstü güçlerini soylarına aktarmak amacıyla evlenmişti; ama Yetenekle doğan Kaya olmuştu, Miyo değil. Üstelik Kaya’nın annesi, hiçbir özel güce sahip olmayan sıradan bir aileden geliyordu. Geriye dönüp bakıldığında, Miyo’nun babasının, sevgilisi Kanoko’dan ayrılıp Miyo’nun annesiyle evlenmekten hiçbir kazancı olmamıştı. Bu gerçek, Kanoko’nun üvey kızına duyduğu nefreti daha da körüklemişti. Miyo o zamanlar küçücük bir kızdı ama bunu çok iyi anlamıştı. Üvey annesi de anlamasını özellikle sağlamıştı zaten; sık sık “Keşke hiç doğmamış olsaydın, o zaman her şey daha iyi olurdu,” ya da “Annen hırsız bir kaltaktı,” gibi sözler söylüyordu. Ama birini anlamak, onunla aynı fikirde olmak demek değildi. “Üvey annemle konuşacağım.” Annesinden kalan değerli eşyaların hepsini kaybetmek görmezden gelinecek bir şey değildi. Düşmanca bir evde aklını yitirmemek için annesinin hatıralarına ihtiyacı vardı. “Tek başına mı gideceksiniz? Hanımefendi Miyo, lütfen bir daha düşünün.” “Merak etme Hana. Eğer beni dinlemezse, Babama söylerim.” O zamanlar hâlâ babasının kendisini savunacağına inanıyordu. Ona karşı giderek daha mesafeli olmuştu ama eğer yalvarır, kendisine ne kadar kötü davrandıklarını hatırlatırsa, en azından ikinci karısını azarlayacağından emindi. Miyo bundan daha fazla yanılıyor olamazdı. “H-hayır! Bırakın beni! Lütfen bırakın!” Eşyalarının esrarengiz kayboluşunu sormak için üvey annesinin odasına gittiğinde, Kanoko öfkeyle çılgına dönmüş; kendisine hırsız dediği için kızı cezalandırarak konağın arka tarafındaki depoya kilitlemişti. “Bu rezil davranışın üzerine iyice düşünmeden buradan çıkamayacaksın. O yuva yıkan kadının kızından da ancak bu beklenirdi zaten. Bana hırsız demek ha! İçten içe çürümüşsün sen. Ne mutlu ki benim kızım senin gibi değil.” “Üvey anne, lütfen! Lütfen bırakın beni!” Dışarıdan kilitlenmiş kapı, ne kadar ittirirse ittirsin, yumruklarsa yumruklasın kımıldamıyordu. Miyo korkudan ne yapacağını bilemez hâlde kapıya yaslanıp olabildiğince yüksek sesle bağırdı. Üvey annesi ise onun bu hâline gülüp oradan ayrıldı. Aradan yıllar geçse de Miyo, bunu hatırladığında hâlâ titrerdi. Karşı duvarın yukarısında, içeri çok az ışık alan küçük bir pencere vardı; güneş tam tepedeyken bile depo yarı karanlıktı. Uzun süredir kullanılmayan bu yerin soğuk, nemli havası ve bomboş hâli, korkuyu daha da artırıyordu. Ne kadar süreyle orada tutulduğunu bilmeden hapsedilen küçük Miyo, dehşet içindeydi. “L-lütfen… Bırakın beni… Birisi yardım etsin…” Özürler dileyip yardım ya da bağışlanma için ağlayarak yalvardı, ama kimse gelmedi. Serbest bırakıldığında gece yarısıydı; öğle vakti geçtikten hemen sonra kilitlenmişti. Başına bir şey geldiğinde yardımına koşacağına güvendiği babası ise ortalarda yoktu. Ama o günün trajedisi bununla da bitmemişti. Miyo depoda kapalıyken, aile Hana’yı işten çıkarmış ve uydurma bir gerekçeyle derhâl konaktan kovmuştu. Son olarak da Miyo’nun evdeki statüsünü elinden almışlar ve onu bundan böyle bir hizmetçiden bile beter bir muameleye layık görmüşlerdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.